1950'Lİ YILLARDA HAZIRLANAN AMERİKAN YÖNLENDİRİCİ
RAPORLARI:BARKER RAPORU
RANA ATABAY BAYTAR – ÖĞRETİM GÖREVLİSİ
1. GİRİŞ
Türkiye’de iktisadi kalkınmanın
bir plan çerçevesinde yürütülmesinin mümkün ve gerekli olduğu genel kabul görmektedir. Ancak 1950’lerde hatta 1960’ların
başında planlamayı kabul edenlerin sayısı oldukça sınırlıydı.
Türkiye’de ilk planlama deneyimleri
1930’lu yıllara kadar uzanmaktadır. Bu dönemde Türkiye sınai kalkınmayı sağlamak üzere,
yerli hammadde kullanımına dayalı, ithal ikamesine yönelmiş, tüketim mallarını ya da kısmen
ara mallarını konu edinen beş yıllık kısmi planlar yapmıştır. 1933 yılında,
dönemin başbakanı İsmet İnönü tarafından, “Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı”
uygulamaya konmuştur. Bu Plan, bir sanayi planıdır ve Sovyetler Birliği’nden sonra dünyada uygulanan
ilk planlama denemesidir. Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın, 1938’de tamamlandığı
kabul edilerek aynı yıl “İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı” yürürlüğe girmiştir.
Ancak, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle bu Plan uygulama şansı bulamamıştır.
İkinci Dünya Savaşı’na
girmeyen fakat buna rağmen savaşın sonuçlarından oldukça fazla etkilenen Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın
sona ermesi ile yeniden yapılanan dünyada Batı Bloğu içinde yer almak isteyerek, Birleşmiş Milletler
ve NATO üyeliğinin yanı sıra Dünya Bankası ve IMF üyeliklerini gerçekleştirmiştir. Böylece,
Türk ekonomisinin, başta Amerika olmak üzere Dünya Kapitalist Sistemi ile bütünleşmesi süreci hız kazanmıştır.
Bu ortam içinde hazırlanan “1946 İvedili Beş Yıllık Sanayi Planı”, 1930’larda
devletçilikle birlikte ortaya çıkan planlama deneyiminin bir devamıdır ancak uygulama ortamı bulamamıştır.
Dış yardım arayışlarını kolaylaştırmak amacıyla hazırlatılan ancak
1946 Planı gibi uygulamaya konamayan “1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı”, tarım ve
altyapı yatırımlarına tanıdığı önceliğin yanı sıra, finansmanının
yüzde 50’sine yakın bölümünü dış kaynaklardan sağlama amacına da yer veriyordu.
1950-1960 döneminde uygulanan iktisat
politikası, önceki dönemlerde uygulanan devletçi, müdahaleci iktisat politikasından farklıdır. 1950 yılında
Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile birlikte liberal bir iktisat politikası uygulanmaya başlanmıştır.
Demokrat Parti Hükümeti programında, devletçiliği ve devletin iktisadi hayata müdahalesini sert biçimde eleştirerek,
devletin ekonomideki yerini daraltacağını, iktisadi kalkınmayı özel kesimi geliştirerek sağlayacağını
ilan etmiştir.
Bu çerçevede, 1950 sonrasındaki
gelişmelerin yönünü ve niteliğini belirlemede etkili olan belgelerden birisi
Barker Raporu’dur. Rapor, Türkiye’nin 1 Şubat 1947’de üye olduğu IBRD (International
Bank for Reconstruction and Development / Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası) veya kısa adı
ile Dünya Bankası tarafından hazırlanmıştır.
Bu rapora göre, devlet yatırımları,
özel girişimin özendirilmesi için gerekli olan ve özel girişimcilerin gitmeyecekleri ulaşım, haberleşme,
enerji gibi alanlarda yoğunlaştırılmalıdır. Sanayiinin özel yatırımların ana
genişleme alanı olarak görüldüğü raporda, bu alandaki kamu yatırımlarının süratle azaltılması
da öngörülmekteydi. Raporda yer alan kalkınma programından beklenen sonuçlar arasında, özel kesimin gelişmesi
için daha elverişli bir ortamın yaratılması da sayılıyordu. Yabancı sermaye konusundaki
görüş ve öneriler de çok açık bir biçimde ortaya konmuştu. Yabancı sermayenin ülkeye yalnız döviz
değil, aynı zamanda, Türkiye’nin gereksindiği ileri teknolojiyi ve yönetim bilgisini de getireceği
söyleniyor ve Türkiye’nin aşırı devletçi uygulamalar döneminin zararlı sonuçlarını gidermesi
gerektiği ekleniyordu.
Türkiye’nin kapitalist dünya ile
iktisadi ilişkilerinin gelişiminde kapitalist dünyayı temsil eden Dünya Bankası ile halen süren yakın
temasının ilk en önemli adımlarından biri olarak ortaya çıkan Barker Raporu’nun içerdiği
öneriler, Türkiye’nin kalkınma çizgisinde ve bunun bir parçası olan sanayileşme anlayışında
uluslar arası ve giderek uluslarüstü olması gereken bir kuruluşun eğilimlerini yansıtması açısından
önemli bir belgedir. Sanayi yoluyla kalkınmak isteyen bir ülkenin tarım ve tarıma dayalı alanlarda uzmanlaşması
önerilmekte, özellikle yatırım yapılmaması önerilen alanlara bakıldığında gelişmiş
kapitalist ülkelerin Türkiye’yi hangi gelişmişlik düzeyinde görmek istedikleri açıkça görülmektedir.
2. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASINDA İKTİSAT
POLİTİKASINDA DÖNÜŞÜMLER
Savaş sonrası döneme Türkiye, yeni ekonomi politikası arayışları ile girmiştir.
Bu arayışta yalnızca ülke içi etmenler değil ülke dışı etmenler de etkili olmuştur.
Türkiye ekonomisindeki ekonomik dönüşümün 1950 sonrasında başladığı görüşü hakimdir. Ancak,
1950 dönemindeki gelişmeleri hazırlayan koşullar 1946 yılında başlamıştır. Dolayısıyla
1950-1960 yılları arasındaki gelişmeleri incelerken, ülke içindeki ekonomi politikasındaki önemli
değişikliklere neden olan, önceki beş yıldan başlamak gereklidir.
1946-1960 dönemi olarak inceleyeceğimiz dönem, II. Dünya Savaşı’nın sonundan Türkiye’de
kalkınma planlarının hazırlanıp uygulamaya konulduğu 1960 yılının başına
kadar geçen dönemdir. Bu dönemde, ABD’nin önderliğinde kurulan yeni dünya düzeni ve bunun Türkiye gibi gelişmekte
olan ülkelere yansıma biçimi ve de Türkiye’nin bu oluşumdan içsel dinamiklerinin de katkısıyla etkilenişi,
iktisadi yapıyı belirleyen temel özelliklerdendir.
1.1 Savaş Yıllarının Ekonomisi
Türkiye’de 1930-1939 yılları arasında başarıyla uygulanan korumacı ve devletçi
iktisadi gelişme sürecinin, II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte kesintiye uğradığı
görülmektedir. Bu süreçte devlet yatırımları yoluyla azımsanamayacak bir sanayi temeli oluşturulmuştur. 1940-1945 arasında Türkiye, savaşa doğrudan girmemiş olmakla beraber, savaş
ekonomisinin getirdiği bütün olumsuzluklardan etkilenmiştir. Her gün savaşa girme ihtimali ile girilen seferberlik havası ile birlikte, aktif nüfusun önemli bir kısmı üretimden çekilip askere gönderilerek, çeşitli
sektörlerde özellikle tarımda işgücü kıtlığı oluşmuş ve üretim aksamıştır. Bir önceki dönemde başlayan devletçi sanayileşme hareketinin getirdiği yatırımlar
kesilerek, ülke içinde yaratılan kaynakların savunma harcamalarına yönlendirilmesiyle ithal
ikameci sanayileşmenin sürdürülmesi olanaksızlaşmıştır.
1946-1960 döneminde, özel sermaye birikimi yeni kaynaklarla beslenerek, hızla genişlemiş ve bu,
hem toplumsal hem de ekonomik gelişmeyi belirlemiştir. Savaş yıllarında ileri boyutlara ulaşan
sermaye birikimi, özellikle ticaret sermayesi, ekonomik ve toplumsal gelişmede önceki dönemlerle kıyaslanamayacak
kadar etkinlik kazanmıştır. Bu süreç, kırsal kesimin pazara açılması, hızlı kentleşme
ve buna bağlı olarak yeni birikim olanakları yaratmış, çok partili siyasal ortama geçilmesi ve ekonominin
dış yardım ve yabancı sermayeye açılması, yeni tüketim kalıplarıyla birlikte özel
sermaye birikiminin artmasını sağlamıştır.
1.2 Ekonomi
Politikalarının Biçimlenmesi
1.2.1 Ülke İçi Gelişmeler
Savaş yılları Türkiye’de ticaret burjuvazisinin ve piyasaya yönelik
büyük toprak unsurlarının aşırı güçlendiği, başıboş bir vurgun ve zenginleşme
sürecinin dörtnala geliştiği bir dönemdi.
Savaş yıllarında iktisat politikası büyümeyi ve gelişmeyi hızlandırmaktan çok
mal darlığını hafifletmek, fiyat artışlarını durdurmak, oluşmuş olan karaborsa
ile mücadele etmek, halk sıkıntı çekerken bazı kesimlerin aşırı kazanç elde etmeleri şeklindeki
sosyal adaletsizlikleri düzeltmek gibi hedeflere yönelmiş ve devlet bir takım katı savaş ekonomisi tedbirlerine
başvurmak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla savaş yıllarında hükümetin ekonomi üzerindeki müdahaleleri
artmıştır.
Bu müdahalelerin büyük kısmı 1940 yılında çıkan Milli Koruma Kanunu’na dayandırılmıştır.
Milli Koruma Kanunu çerçevesinde iç ve dış ticarette artan müdahale ve kısıtlamalar, bazı temel tüketim
mallarının karneye bağlanması; 1942 yılında konan ve bir kereliğine uygulanan Varlık
Vergisi’nin, servet sahibi oldukları bilinen kişilerden idarece takdir edilen miktarlarda alınması
ve ödemeden kaçınanlar için ağır cezalar öngörmesi ve Toprak Mahsulleri Vergisi uygulamaları kentli ve
köylü geniş halk kesimleri üzerinde büyük hoşnutsuzluklara neden olmuştur. Ayrıca 1945 yılında çıkarılan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile
büyük özel arazileri kamulaştırma niyeti ve geniş halk kitlelerinin yaşam standardının düşmesi sonucunda gerek
mecliste gerekse kamuoyunda çalkantılara sebep olmuş ve iktidara karşı bir muhalefet hareketinin ortaya
çıkmasına yol açmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk devalüasyonu da bu dönemde gerçekleştirmiştir. 7 Eylül 1946 tarihli
devalüasyon ile 1 Dolar=129 kuruş olan resmi dolar/TL paritesi, 1 Dolar=280 kuruş olarak değişmiştir.
Böylece TL, dolar karşısında %54.3 oranında devalüe edilmiştir. Bu devalüasyon ile ithalat üstündeki
kısıtlamalar kaldırılmıştır. Bu ise, ithalatın, ihracattaki genişlemeyi çok aşan
bir oranda büyümesine yol açmıştır. Türkiye, 1920’lerdeki gibi büyük ticaret açıklarıyla karşılaşmıştır.
Hükümet çevrelerine göre devalüasyon kararını almalarının başlıca amaçları,
yabancı para birimleriyle ihraç fiyatlarını bir ölçü ucuzlatmak, bir ölçüde de ihraç malı üreticilerinin
kazançlarını arttırmaktı. Devalüasyonun toplam ihracat gelirlerini artıracağı ve ithalatın
liberalize edileceği bir dönemde yüksek maliyetlerle çalışan yerli sanayi kuruluşlarını koruyacağı
sanılmaktaydı. Savaş sonrasında kapitalist dünya piyasasının ticaret ve ödemeler düzeninin ana
kurallarını saptayan Bretton Woods anlaşmalarına katılabilmek, bunun için de Türkiye’de fiyat
ve kambiyo kuru kararlılığını sağlamak başka önemli bir nedendi.
Söz konusu önlemler, hayat pahalılığının artmasına ve ithal mal fiyatlarının
hızla yükselmesine neden oldu. Çeşitli toplumsal grupların yaşam standartları arasındaki fark
giderek arttı ve hükümete yönelik eleştiriler artmaya başladı.
1946 devalüasyonunun yapıldığı sırada Türkiye’nin geleneksel tarım ürünlerinin
fazlalarının, savaştan zor durumda çıkan Avrupa’ya kolaylıkla satılabileceği, bu
nedenle devalüasyon kararının hatalı bir karar olduğu öne sürülmüştür.
1.2.1.1 1946 Planı- “İvedili
Sanayi Planı”
Savaşın bitiminden sonra, yeni Türkiye ve dünya koşullarında yeni plan hazırlıklarına
girişilmiştir. 1946 planı bu çalışmaların en önemlilerinden biridir. 1944-1946 yılları
arasında parça parça hazırlanıp, yine parça parça uygulanan plan, 1946 Planı veya İvedili Sanayi
Planı olarak bilinir.
1946 planı, Türkiye’nin 1930’larda başlayan
ve devletçilikle birlikte gelişen birinci nesil planlama deneyinin en gelişmiş örneğidir. Cumhuriyet döneminin
ideolojisinin incelenmesinde üzerinde durulan hareketlerden biri olan Kadroculuğun anlaşılması bakımından
da bu plan çok önemli bir belgedir. Kadro hareketinin öncüsü olan Şevket Süreyya Aydemir, bu planın hazırlanmasında
“Ekonomi Bakanlığı Sanayi Tetkik Dairesi” başkanı olarak ana sorumluluğu yüklenmiştir.
Bir diğer önemli sorumlu da yine bir Kadrocu olan İsmail Hüsrev Tökin’dir. Bu iki Kadrocu, planın yönetimi
ve hatta politikalarının saptanmasında çok etkin olmuşlardır. Bu yüzden 1946 planına “Kadrocu
Planlama” anlayışının somutlaşması olarak da bakılabilir.
Bu plan, hedefleri bakımından, genel olarak 1930’dan beri çeşitli şekillerde hazırlanmış
sanayi planlarının en gelişmiş olan son temsilcisidir ve yapısal olarak onların bir uzantısıdır.
Plan, ülkenin bağımsızlığını korumayı ve bütünlüğünü sağlamayı temel
hedef almıştır. Amaçların gerçekleşmesi için “ziraatteki gelişme biçimini” hedef
alan bir sanayileşme planı öngörülmektedir.
1946 Ağustos’unda hükümet değişmiş ve Şükrü Saraçoğlu kabinesinin yerine Recep
Peker kabinesi gelmiştir. Hem yeni kabinenin plana soğuk yaklaşımı hem de 6-7 Eylül devalüasyonu
başta olmak üzere finansal güçlükler, planın önce daraltılmasına ardından da tamamen gündemden düşmesine
yol açmıştır. Planın mimarı olarak adlandırılabilecek Şevket Süreyya Aydemir’in
direnişi ise görevinin değiştirilmesiyle etkisizleştirilmiştir. “Savaş Sonrası Kalkınma
Planı” bu şekilde uygulamadan çekilmekle birlikte projeler “1947 Türkiye İktisadi Kalkınma
Planı” içinde yer almıştır.
1.2.1.2 1947- Türkiye İktisadi Kalkınma
Planı (Vaner Planı)
1946 İvedili Plan’da öngörülen harcamalarla ilgili tartışmalar sürerken, hükümet 1947 Şubatında
daha çok özel kesim yanlısı bürokratlardan oluşan bir komisyona, komisyon başkanı İktisat Vekaleti
Başmüşaviri Kemal Süleyman Vaner’in adıyla Vaner Planı diye anılan 1947 Türkiye İktisadi Kalkınma
Planı’nı hazırlattı. Bu dönemde Türkiye’ye gelen ABD’li uzmanlar, savaştan çıkmış Avrupa’nın
gıda maddeleri ihtiyacının karşılanmasında, tarımda karşılaştırmalı
üstünlüğü olduğu iddia ettikleri Türkiye’ye büyük işler düştüğünü söylüyorlar. Türkiye’nin
tarıma, hafif sanayie öncelik veren bir kalkınma politikası uygulayarak daha çabuk ve kolay kalkınacağını
telkin ediyorlardı. Bu uzmanlar dış kredi çevrelerinin sözcüsü gibi davranıyorlardı. 1947 Planının
hazırlanmasında ve savaş sonrası ekonomi politikasının oluşturulmasında bu uzmanların
öğüt ve önerilerinin etkili olduğu söylenebilir.
Vaner Planı, 1930’lardan beri sürdürülen plan çalışmalarından çok farklı iktisadi-siyasi
tercihleri yansıtmaktaydı. Bu plan, 1930’lu yılların Beş Yıllık Sanayi Planları ve
1946 İvedili Sanayi Planı’na göre daha dengeli bir kaynak dağılımı ve büyüme öngörmekteydi. 1948-1952 arasındaki beş yıllık devrede zirai kalkınma ön planda tutulacaktı.
Planın dayandığı ana fikirlerden birisi, özel teşebbüslerin faaliyet göstermek istedikleri veya isteyecekleri
sahalarda tam bir serbesti ve emniyet içinde faaliyet göstermelerini sağlamak ve fertler tarafından başarılabilecek
her türlü iktisadi faaliyetlerin özel müteşebbisler ve sermayelere hasredilmesi(??)
prensibiydi. Plan, yatırımların tahsisinde tarıma, enerji sektörüne, karayolu ulaştırmasına
ve haberleşme sektörlerine öncelik veriyordu. Planın bu tercihlerinde dış finansman ile ilgili beklenti
ve değerlendirmelerin ağır bastığı açıktır.
1947 Planının uygulanması öngörülen dış kaynakların temin edilmesine bağlı
idi. Dış kaynak temin edilemediği için plan uygulamaya konulamamıştır.
Vaner Planı’nda, önceki planlarda olmayan yenilik; hem global hem de sektörel olarak milli gelir artış
hızı hedefleri belirtmesiydi. Çalışma, büyüme hızı kavramını kullanmış olan
ilk Türk planıdır.
1.2.2
Ülke Dışı Gelişmeler
Türkiye’de savaş sonrası dönemde iktisat politikasında ortaya çıkan arayışlarda
ve değişimlerde, dış dünyadaki gelişmeler en az iç etkenler kadar önemlidir. II. Dünya Savaşı
sonrası gelişme sürecinde Türkiye’nin dışa açılımını etkileyen iki olgu vardı.
Birincisi, savaş sonrası dünyanın en güçlü devleti olarak ortaya çıkan ABD’nin uluslar arası
ekonomik ilişkilere getirdiği dönüşümdür. Artık tek tek devletler arası ilişkiler yerine kurulmasında
önderlik ettiği örgütler tekil devletlerle ilişkileri yürütüyor, fakat bu örgütlerin temel politikalarını,
kendisi ve batının güçlü ülkeleri belirliyordu.
İkinci olarak, savaşın galiplerinden biri olan SSCB’nin yayılmasını, etkinliğini
artırmasını sınırlamak üzere ABD’nin kendi kampını güçlendirmeyi hedeflemesi ve bu
yolla batının, SSCB karşısında güçlenmesidir.
Savaştan güçlenerek çıkan SSCB, kapitalist dünya ile sosyalist dünya arasındaki bloklaşmayı
hızlandırmıştır. SSCB’nin Türkiye üzerindeki amaçlarını açığa vurmasıyla
beraber Türkiye, savaş sonrasında Batı Bloku içinde yer almayı tercih etmiş ve bu doğrultuda
girişimlerde bulunmuştur. Türkiye, batıda kurulan yeni düzen içinde yerini almak için siyasi, askeri ve iktisadi
anlaşmalara katılma çabası içine girmiştir.
Türkiye, savaş sonrası uluslar arası platformda Batı Bloku içinde yer almak için savaş
sırasında sürdürdüğü tarafsızlık politikasından uzaklaşmıştır ve Batıda
gerçekleştirilen antlaşmalarda ve kurulan tüm siyasal, ekonomik ve savunma örgütlerinde yer ama çabası göstermiştir.
Bu amaçla da Birleşmiş Milletler’in kuruluş antlaşmasına katılmak amacıyla son anda
23 Şubat 945’te Almanya’ya savaş ilan etmiş ve 26 Haziran 1945’te San Francisco’da
Birleşmiş Milletler antlaşmasını imzalayan 51 ülke arasına girmiştir.
Türkiye savaş sonrası dönemin uluslar arası ekonomik düzenini kurmak amacıyla toplanan Bretton
Woods Konferansına da katılmış ve bu konferansta kurulmaları kararlaştırılmış
uluslararası yeni ekonomik düzenin iki temel kuruluşu, Uluslar arası Para Fonu (International Monetary Fund-IMF)
ve Uluslar arası İmar ve Kalkınma Bankası-Dünya Bankası’na (Bank International for Reconstruction
and Development) Şubat 1947’de üye olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batıda kurulan ve Türkiye’nin üye olduğu diğer
iki kuruluş Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EECD-OECD) ve Kuzey Atlantik Paktı (NATO)’dır.
Türkiye başlangıçta, 1949 yılında kurulan NATO’ya kabul edilmedi. Türkiye’nin NATO’ya
katılmasının amacı, askeri savunmadan ziyade Amerikan yardımından yararlanmaktı. Küçük
Avrupa ülkeleri Türkiye’nin NATO’ya katılmasına karşı çıkarken İngiltere, kendi
çıkarları açısından Türkiye’nin Orta Doğu’da oluşturulacak bir başka paktta
yer almasını istiyordu. Türkiye’nin NATO’ya 1952 yılındaki kabulü, 1950 yılında
Kore Savaşı’na asker göndererek gerçekleşmiştir.
Savaş sonrası dönemde Türkiye’nin dış ticaret açıkları kronikleşmiştir.
Kronikleşen dış ticaret açıklarının finanse edilme biçimi ise döviz bağımlılığı
koşullarının yaratılması sürecini hızlandıran bir etken olmuştur. Türkiye, hegemonik
güç ABD’den, 1947’den itibaren Truman Doktrini çerçevesinde askeri yardım almaya ve 1948’den sonra
Marshall Yardım Programı çerçevesinde ekonomik yardım almaya başlamıştır.
ABD, 1947 ve sonrasında, Truman
Doktrinin uygulanması ve Marshall Planı çerçevesinde Türkiye’ye birçok inceleme uzmanları gönderdi. Uzman
raporlarına göre, Türkiye’nin ABD yardımlarından yararlanabilmesi ve özellikle Marshall Planı kapsamına
alınması için, ekonomik politikasında köklü değişiklikler yapması gerekliydi.
Türkiye’ye gelen ilk yardım
heyeti General Lunsford Oliver başkanlığındaydı ve daha çok askeri yardımla ilgiliydi. Heyet
Türkiye’nin beş yıl süre ile ABD yardımına gereksinimi olacağını, ondan sonra kendi
kendine yeterli duruma geleceğini bildiriyordu. Ekonomik yardım konusunda incelemeler Thornburg ve arkadaşları
tarafından yapıldı. Bunu H. E. Hilts’in ve J. M. Barker’ın hazırladığı raporlar
izledi.
Batılı uzmanların ekonomi politikası alanında Türkiye’ye önerileri şu şekilde
özetlenebilir: Ekonomide kamu girişimciliği daraltılmalı ve özel sektör teşvik edilmelidir. Türkiye’de
ağır sanayi (demir-çelik, ağır kimya, özellikle kimyasal gübre ve selüloz kağıt) kurulmamalı;
hafif sanayie öncelik verilmelidir. Hafif metal, inşat malzemesi, deri, orman ürünleri, seramik ve el sanatlarına
dayalı sanayileşmeye önem verilmelidir. Türkiye’nin karşılaştırmalı üstünlüğü
tarım sektöründedir. Tarımsal altyapı iyileştirilmeli, tarım ürünlerinin işlenmesine dayanan
projeler uygulanmalıdır. Karayolu ulaştırması altyapısı iyileştirilmelidir. ABD’nin
Türkiye’yi Marshall Yardım Programına almasının, bu önerilerin izlenmesine bağlı olduğu
açıkça belirtilmiştir.
Savaş sırasında yıkıma uğramamış olan Türkiye’nin Marshall Planı
kapsamına alınmasının başlıca nedeni, ülkenin Avrupa’nın yeniden inşasına,
tarım ürünleri ve madencilik üretimiyle katkıda bulunabileceği görüşünün dış tardım çevrelerinde
egemen olmasıdır. Dolayısıyla, ABD yardım uzmanlarına göre, Türkiye tarımının
pazara açılması ve tarımsal üretimin artırılması gerekliydi. Bu amaca ulaşmanın yolu
da tarımın makineleşmesi ve karayolları yapımına öncelik verilmesinden geçiyordu.
Böylece Türkiye savaş öncesinin dış siyasetinde tarafsız, ekonomik ilişkilerinde de dışa
oldukça kapalı otarşik olarak büyümeye çalışan bir ülke olmaktan çıkıp Batı Bloku içinde
yer almaya çalışan bunun için de bu Blokun ekonomik ve siyasal koşullarını uygulamaya açık bir
ülke haline getiriyordu.
3.
1950-1960 DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİ VE YENİ İKTİSAT POLİTİKALARI
7 Ocak 1946’da kurulan ve Türkiye’nin
tek partili bir siyasal rejimden çok partili bir siyasal rejime geçmesini sağlayan Demokrat Parti, 1950 yılında
iktidara gelmiştir.
Demokrat Parti (DP) Hükümeti programında devletçiliği ve devletin iktisadi hayata müdahalesini sert biçimde
eleştirerek, devletin ekonomideki yerini daraltacağını, iktisadi kalkınmayı özel kesimi geliştirerek
sağlayacağını ilan etmiştir. Bu çerçevede temelleri 7 Eylül 1946’da atılan dış ticarette liberasyon
büyük boyutlara ulaşmış, ithalat, 1950 yılında %60-65
oranında liberalize edilmiş, fiyat kontrolleri kaldırılmıştır. Uluslararası ticaretin
serbestleşmesi isteklerinin doğrultusunda 21 Nisan 1951 yılında Türkiye, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret
Genel Anlaşması (GATT) imzalanmıştır. Ayrıca, banka kredi faizleri düşürülerek özel kesimin daha fazla kredi kullanmasına
olanak sağlanmak istenmiştir.
Devlet girişimciliğinin sınırları hükümet programının 45. maddesinde şöyle
açıklanmıştır:
“a) Özel teşebbüs ve sermayenin
yetip erişemeyeceği, yahut yeter ve yakın kâr göremediği için girişemeyeceği, fakat, bütün ekonomik
faaliyetlere müessir olacak ve memleket müdafaasını sağlayacak, mahiyetteki teşebbüslere girişmek;
bilhassa ana sanayii ve bugün olduğu gibi, demiryolu, liman, su işleri yapmak; büyük taşıt vasıtaları
inşa etmek ve işletmek;
b)
Milletin, gelecek nesillere de şamil, daimi menfaatler bakımından devlet elinde bulunması faydalı
olan büyük maden ve orman işletmeleri kurmak...”
Bu nitelikleri taşımayan devlet
işletmelerinin özel girişime devredilmesi öngörülmekteydi.
Bu dönemde devletçilik uygulamasının azalmasının başlıca
sebepleri şunlardır:
a)
2. Dünya Savaşı sonlarında ve savaşı izleyen yıllarda
Türkiye’de devletçilik politikası çok şiddetli eleştirilere uğramıştır. Savaşta
çekilen ağır sıkıntılar, hatalı davranışlar, haklı veya haksız olsun kolaylıkla
devletçilik sistemine mal edilmiştir. Bu durum bir ekonomi politikası aracı olan devletçiliğin halk önündeki
değerini düşürmüştür.
b)
1933-1945 döneminde Türkiye’de kuvvetli bir tacir ve sanayici kesimi ortaya çıkmıştır. Bunlar, devletin, ekonomik müdahalelerinin azaltılması
ve kendilerine daha çok imkan verilmesini istemişlerdir.
c)
Savaş sonu yıllarında Türkiye’nin Batı ülkeleriyle,
özellikle ABD ile ilişkilerindeki gelişmeler, Türkiye’nin Amerikan yardımından faydalanmaya başlaması
da özel teşebbüse önem verilmesini gerektiren nedenlerden biridir.
d) Çok partili siyasal hayata 1946 yılında geçildikten sonra zamanın muhalefet partisi Demokrat Parti’nin
devletçiliği kötülemesi ve özel teşebbüs savunuculuğu yapması da, iktidarda bulunan CHP devletçilik politikasının
hafifletilmesine sebep olmuştur.
3.1. Demokrat
Parti Döneminde Özel Sektörün Faaliyet Alanındaki Değişimler
Türkiye’de 1947 Kalkınma Planı ile başlatılan ithal ikamesi
yerine ihracatı teşvik, sanayi yerine tarım ve kamu kesimi yerine özel kesimi tercih eden liberal dönem 1958
İstikrar Kararlarının yürürlüğe girmesine kadar hızlı bir şekilde devam etmiştir.
İkinci Dünya Savaşının bitmesiyle Batıyla olan ekonomik ve siyasal ilişkilerin gelişmesi
sonucunda, Batılı ülkelerin önerilerine uygun olarak ekonomi politikalarını değiştiren Türkiye,
özel sektörün gelişmesine önem ve öncelik vermiştir. Batılı ülkelere göre Türkiye, ağır sanayi
sektörüne girmemeli, tarıma ve tarımsal sanayilere yönelmeli, hafif metal, inşaat malzemeleri, deri, orman
ürünleri sanayi, çimento, seramik, tekstil ve konfeksiyon, el sanatları gibi hafif sanayi dallarına ağırlık
vermeliydi. Nitekim ABD’nin Türkiye’yi Marshall Yardımı kapsamına alarak tarımda makineleşmeyi
teşvik etmesi, tarımsal üretimi artırma ve karayollarını geliştirerek tarım sektörünü pazara
açma politikalarını altında yatan asıl amaç da budur.
Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte, özel sektör önemli bir gelişme göstermiş, fakat
kamuya ait sanayi kuruluşları da büyüdüğü için sanayi sektöründe kamunun payı azalmamıştır.
Özel girişimciler madencilikle ilgilenmeye teşvik edilmiş, verilen arama ve işletme ruhsatları sayısı
artmış ve linyit, krom, demir gibi bazı madenlerin üretiminde özel kesimin payı yükselmiştir. Ayrıca
kurulan yeni şeker ve çimento fabrikalarının sermayesine özel kişilerin de katılması sağlanmıştır.
Kamu kesimi yatırımları, ulaştırma ve haberleşme altyapısına, ara ve yatırım
malları sanayii alt sektörlerine yönelmiştir. Şeker, tekstil, tarım ürünleri sanayii, demir-çelik, enerji,
makine imalatı ve inşaat malzemeleri alanlarında önemli üretim artışları sağlanmıştır.
DP, devletin ekonomideki payının küçültülmesini ilke olarak benimsemesine rağmen, bu dönemde KİT kapsamı
daha da genişletilmiş ve KİT’lerden, özel kesime sermaye aktarılması yönünde yararlanılmıştır.
Yeni iktidarın ekonomiyi liberalleştirme konusundaki bir vaadi de Kamu İktisadi Teşekküllerinin
(KİT) özel sektöre devri, yani özelleştirme konusunda idi. Fakat bu konuda hiçbir uygulama yapılamamış,
hiçbir KİT özel kesime devredilememiştir. KİT’in özel sektöre devredilememesinin birçok nedeni vardır: Özel kesimin elinde KİT’i devralacak
sermaye yoktur. Ayrıca özel kesim KİT’i satın almak yerine onun sunduğu mal ve hizmetleri ucuza
satın almayı daha kârlı bulmaktadır. Diğer yandan, genişleyen iç talebi karşılamak
konusunda özel sanayiinin yetersiz kalması nedeniyle, devlete ait iktisadi kuruluşları genişletmek zorunlu
hale gelmiştir.
3.2. Demokrat
Parti Döneminde Sanayi Sektöründeki Gelişmeler
Dönemin temel özelliği, sınai
üretimde dışalım yerine yerli üretim (ithal ikameci) türü sanayileşmenin birinci aşamasının,
temel ya da dayanıksız tüketim mallarının yerli üretimi sürecinin tamamlanmasıdır. Bu dönemde
dışalım yerine yerli üretimin birinci aşaması, özel ve kamu kesimlerinin birlikte gelişmesiyle
sağlanmıştır.
Türkiye’de 1950’li yılardan
itibaren yüksek oranda kamu kesimi borçlarıyla finanse edilen yurtiçi piyasaya yönelik sanayileşme politikası
izlenmektedir. Bir diğer deyişle Türkiye’de 1980’li yıllara kadar ithal ikamesi tipi sanayileşme
modeli benimsenmiştir. Sanayi üretimi içinde en çarpıcı artışlar şeker, çimento, tekstil, kauçuk,
demir-çelikte olmuştur. 1956’da Türkiye’deki çimento, şeker ve pamuklu tekstil üretimi iç talebi tamamen
karşılayacak düzeye ulaşmıştır. Sanayi üretiminin hemen hemen yarısını kamu kontrolündeki
fabrikalar gerçekleştirmekteydi.
1954 ve izleyen yıllarda ithalatın kredilerin kısılmasıyla düşmeye başlaması,
iç ticaret hadlerini kızla sanayi lehine değiştirmiştir. Dış konjonktürün tarım aleyhine
ve sanayi lehine değiştirdiği fiyatlar da bu eğilimi desteklemiştir. Ayrıca nüfus artışının
hızlanması, kentleşmenin ivme kazanması ve tarımın pazara açılması iç pazarı
genişletmeye başlamıştır. Buna, kentlere akınla birlikte düşük ücretli emek kullanım
olanağının ortaya çıkması eklenmiştir. Ayrıca içeride kredi genişlemesi ve dışarıdan
borçlanma olanaklarının özel kesimde sermaye birikimini genişletmesi; yabancı şirket ortaklığı,
lisans ve know-how anlaşmalarının da teknoloji sorununa çözüm getirmesi bu bağlamda etkili olmuştur.
Bu dönemde özel sanayiin gelişmesine yapılan katkılardan birisi; 1950’de Türkiye Sınai
ve Kalkınma Bankası (TSKB)’nın kurulmasıdır. TSKB’nin amaçları, dönemin sanayileşme
politikasının bir göstergesidir; özel sanayiin kurulmasına ve genişlemesine yardımcı olmak,
yerli-yabancı ortaklığı biçimindeki sınai kuruluşları özendirmek ve pay senedi ve tahvillerin
özel mülkiyete geçmesine ve özel mülkiyette kalmasına yardım etmek.
Dönem süresince sanayiin gelişmesine katkıda bulunan bir başka etmen, altyapı olanaklarının,
özellikle ulaştırma, enerji ve haberleşme alanındaki gelişmelerin sağladığı dışsal
ekonomilerdir. Altyapı olanaklarının daha kolay ve ucuz sağlanması, sınai üretimin kâr oranını
artırmıştır.
Özel sanayiin gelişmesine, kamu-özel ortaklıkları yoluyla sermaye aktarılmasının
ve kamu sınai üretimi olan girdilerin fiyatının, maliyetin altında tutulmasının da büyük katkıları
vardır.
Bütün bunlara karşılık, dönem süresince sanayie yapılan kamu kesimi yatırımı
oranı artmıştır. Dönemde, kamu kesimi üretim ölçeği özel kesimden daha yüksektir. Diğer bir
deyişle, üretim teknolojisi kamu kesiminde daha ileridir.
Özetle, bu dönemde Türkiye, temel ya da dayanıksız tüketim mallarının yerli üretimini artırmış
ve dışalım yerine yerli üretim sürecini tamamlamıştır. Sınai gelişmede, tüm özel girişimci
söyleme karşın, özel kesim kadar hatta daha fazla, kamu girişimciliği etkin olmuştur. Kamu kesiminin,
üretim teknolojisinin etkinliği yönünden varolan göreli üstünlüğü sürmüştür. Planlı döneme gelinceye kadar
Türk sanayiin temel özellikleri değişmemiştir. Özellikle özel sektörün sanayi kuruluşlarında işletmeler
küçük, teknoloji geri ve eski, sermaye yetersiz, bazı sektörlerde kapasite fazla ve marjinal hasıla oranı yüksektir.
Değişen tek şey, özel kesimin küçümsenemeyecek bir gelişme göstermesidir.
3.3.
Demokrat Parti Döneminde Yabancı Sermaye Kullanımı
İkinci Dünya Savaşından sonra Türkiye’nin ekonomi politikasında yabancı kaynak kullanımı
belirleyici öğelerden biri olmuştur. Türkiye bu dönemde yeniden yoğun biçimde dış borçlanmaya açılmıştır.
Türkiye’nin dış borçlanmasında başlıca kaynak ABD’dir. Dış borçlanma ile dışa
açılma politikası yabancı özel sermayeye verilen teşviklerle yeni bir boyut kazanmıştır.
Bu dönemde yabancı sermaye, bilinçli olarak ülkeye çekilmeye çalışılmış ve 1954 yılında
dünyanın o zamanki en liberal yabancı sermaye mevzuatı olan 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik
Kanunu çıkarılmıştır. Bu yasa ile, kâr transferi ve sermayenin, yatırım yapılan ülkeye
gönderilmesine ilişkin tüm sınırlamalar kaldırılmıştır. Yasaya göre, yabancı özel sermaye, yerli özel sermayeye açık tüm sektörlere girebilecekti.
Yabancı sermayenin, yalnız para olarak değil, makine ve parçaları, lisans, patent ve marka hakkı
gibi nesnel olmayan haklar biçiminde de gelebileceği benimseniyordu. Tek koşul, yatırımın sanayi,
tarım, ulaşım, inşaat ya da turizm alanlarında olması ve üretim ile ihracat üzerinde olumlu
bir etki yapmasıydı.
Yabancı sermaye girişinin bir başka yolu da 18 Mart 1954 tarih ve 6326 sayılı Petrol Yasası’dır.
ABD’li uzmanlara hazırlatılan bu yasa, devlet elinde bulunan petrol
arama tekeli kaldırılmıştır. Aynı zaman da bu yasa ile ülkede petrol bulunması ve çıkarılmasında
yabancı sermaye ve teknolojiden yararlanılmasını amaçlıyordu.
Yabancı kaynak girişi ile birlikte ekonomiye dışarıdan müdahaleler artmıştır.
Verilen kredilerin bir kısmı belirli amaçlara yönelikti. Hükümetin bu tür kredileri serbestçe kullanma imkanı
yoktu. Öte yandan, yabancı sermaye girişine paralel olarak yabancı uzman girişi artmıştır.
Bu uzmanlar, ABD veya temsil ettikleri uluslararası kuruluşların temsilcisi olarak hazırladıkları
raporlarla Türk ekonomisine yön vermeye çalışmışlardır. Hazırlanan raporlardan bir tanesi de
1950 öncesinde Dünya Bankası tarafından hazırlanıp 1951 yılında yayımlanan ve heyet başkanı
James M. Barker’ın adıyla anılan Barker Raporu’dur. “Türkiye Ekonomisi Kalkınma Programı
İçin Tahlil ve Tavsiyeler” adını taşıyan bu rapora göre, 5 yılı içeren bir yatırım
programı önerilmektedir. Ekonomik faaliyetlerde hükümet tarafından dikkatli bir planlaştırma ve koordinasyon
yapılması tavsiye edilmekte, devletin var olan yatırım programının da bu rapor ışığında
yeniden gözden geçirilmesi istenmekte ve sanayileşmek için deri, tahta işleme, çömlekçilik ve köy el sanatlarının
geliştirilmesi tavsiye edilmektedir. Her çeşit lüks maddeleri üreten sanayi dallarıyla, ağır makine
ve maden ürünleri, ağır kimya, selüloz ve kağıt endüstrileri geliştirilmemelidir. Yeni demiryolu
inşaatına girişilmemelidir.
3.4.
Demokrat Parti Döneminde Tarıma ve Ulaşıma (Karayollarına) Verilen Önem
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana
tarım sektöründe önemli gelişmelere sağlanmış ve üretimde kendi kendine yeter bir ülke konumuna geliniş
olmasına rağmen, yine de sektörde istenilen gelişme seviyesine ulaşılamamıştır. İkinci
Dünya Savaşı yıllarında da en büyük hasıla düşüşü tarımda olmuştur. Savaştan
sonra gelişen iç ve dış şartlar, dış kredi çevreleri ve yabancı uzmanlar, tarımın
geliştirilmesinde etkili olmuşlardır.
Hükümet savaştan sonra tarım sektörünü kalkındırmak, tarımı ekonominin dinamik bir
sektörü haline getirmek için bazı girişimlerde bulunmuştur.
1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu çıkarıldı. Kanun, mülkiyeti kamuda olan,
ancak kullanılmayan, köy ve mahallelerin ortak kullanımına bırakılmış, gereğinden
fazla olan toprakların ve sahibi bilinmeyen, ayrıca özel mülkiyette olup kamulaştırılacak toprakların,
topraksız ve az topraklı köylüye dağıtılmasını öngörmekteydi.
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun yanısıra, 1948 yılında Marshall Yardım Programının
başlaması ile tarım sektöründe son derece hızlı bir makineleşme sürecine girilmiştir. Bu
dönemde, ABD yardımlarının yarısı tarımsal makineleşmeye ayrılmıştır.
Tarımda makineleşme Marshall Yardımı sayesinde birkaç yıl içinde büyük hızda geliştiği
içn özümsenememiştir. Köylünün teknik bilgi seviyesi aynı hızla geliştirilememiştir. Bu nedenle,
tarıma giren makineler etkili kullanılamamış, çoğu birkaç yıl içinde kullanım dışı
kalmıştır.
Tarımsal gelişmede asıl önemli olan nokta, traktör sayısındaki artışla beraber
işlenen toprak miktarındaki genişlemedir.tarımda bitkisel üretim, özellikle 1953’e kadar, çok elverişli
iklim şartlarının da etkisi ile, olağanüstü yüksek oranlarda artmıştır. Ankara’da
1954 yılında ABD ile ortaklık şeklinde ve montaja dayalı ilk yerli traktör üretimine başlanmıştır.
Ancak, traktör kullanımı, bakımı ve onarımı konusunda karşılaşılan yetersizlikler,
tarımda gübreleme ve sulama gibi diğer verim artırıcı girdilerin traktör sayısına paralel
olarak kullanılamayışı, tarım ürünlerinin optimum artışını engellemiştir.
Özetle, 1950-1960 döneminde tarımda belirli gelişmeler elde edilmiştir. Başta makineleşme
olmak üzere, çağdaş girdi kullanımının artması, işlenen alanların genişlemesi
ve verim artışı tarımsal üretimin büyümesine imkan vermiştir. Tarım daha fazla pazara açılmıştır.
Tarımın pazara açılması, köylünün refah seviyesinde iyileşme ile birlikte köyden kente göçe neden
olmuştur. Kentlerde nüfusun çoğalması, başta açık işsizlik olmak üzere bir dizi sosyal problemlerin
ortaya çıkmasına neden olmuştur.
4.
1956-1958 BUNALIMI VE 1958 DEVALÜASYONU
3 Eylül 1953’te hükümet dış ticarette liberal politikalar uygulamaktan vazgeçtiğini bildiren
bir açıklama yapmış, Eylül ayında 4/1360-1361 Sayılı Kararname ile dış ticaret ve
kambiyo rejimlerindeki serbesti kaldırılmış ve 1954 Temmuz ayındaki 4/3321 Sayılı Kararname
ile de yani kontrol ve sınırlamalar getirilmiştir. 22 Temmuz 1954’te ise, yurt dışına
çıkan ülke vatandaşlarının döviz kontrolüne bağlı olacağı açıklanmıştır.
Serbest ticaret rejiminin giderek artan açıklara yol açması ve dış yardımların ve kredilerin
sağlanmasında karşılaşılan güçlükler bu tür tedbirleri zorunlu hale getirmişti. Ekonomide
devlet müdahalesini eleştirerek iktidara gelen DP, 1956 yılında Milli Koruma Kanunu’nu yeniden yürürlüğe
koyarak iç ve dış ticarette fiyat kontrollerin gidilmiştir. Faiz oranları yükseltilmiş,
ticari banka kredileri sınırlandırılmıştır. Kimi malların ihracatına ve kimi
döviz girişi sağlayan işlemlere prim ödenmeye başlanmıştır. Böylece 1960 yılına
kadar sürecek olan fiili çoklu kur uygulamasına geçilmiştir.
1958’de Türkiye’nin vadesi geçmiş 256 milyon dolar tutarında birikmiş borcu bulunuyordu.
Bu borçları ödemedikçe ne uzun vadeli program kredilerinin artma, ne de kısa vadeli ticari kredilerle günü idare
imkanı vardı.
Türkiye, 1958 Ağustos ayında IMF güdümünde (baskılarıyla) bir istikrar programı uygulamayı
kabul etti. 420 milyon dolar tutarında borcu ertelendi ve 395 milyon dolar taze kredi verildi. 4 Ağustos 1958’de alınan istikrar önlemleri ile TL %68.9 oranında devalüe
edilmiş ve 1 dolar= 2.80 TL’den 1 dolar= 9 TL’ye yükselmiştir. 4 Ağustos 1958’de fiilen yapılan
devalüasyon, ancak iki yıl sonra 1960 Ağustos ayında resmileştirilmiştir. Milli Koruma Kanunu uygulamaları fiilen durdurulmuştur. Bunun yanısıra uygulanan istikrar programında; Merkez Bankası kredilerinin
sınırlandırılması ve kamuya açılan kredilerin belli bir düzeyi aşmaması, KİT
üretimi ve hizmetlerinin fiyatlarının yükseltilmesi, faiz oranlarının yükseltilerek esnekleştirilmesi
ve ekonominin gereklerine göre hükümetçe gerek görüldükçe değiştirilebilmesi ve mevduat munzam karşılıklarının
değiştirilmesinde hükümete yetki verilmesi konuları yer alıyordu. Bu şartlar dahilinde, dış
borçların ödenmesine kolaylıklar getirilecek ve dış kredi sağlanacaktı. Bu uygulamalara rağmen 1956-1961 arasında, kamu açıkları GSMH’nın
ortalama %3’ü kadarken fiyat artışları sürdü, stagflasyon yaşandı, ekonomi ciddi bir daralmaya
girdi.
1958 istikrar tedbirleri ile dış kredilerin açılması ve ithalatın artması sonucunda
ekonomi yeniden canlanmıştır. 1959’dan itibaren ihracat da artmaya başlamış ve dış
ticaret hacmi yeniden genişlemiştir. Fakat, ithalattaki artış, ihracattaki büyümenin üzerinde seyrettiğinden
dış ticaret açıkları da artmıştır.
1948’den sonra dış sermaye kullanımı Türkiye ekonomisinin işleyişinde vazgeçilmez,
temel bir öğe olmuştur. 1923-1947 döneminde iktisadi kalkınmasını kendi öz kaynakları ile gerçekleştirmeye
çalışan Türkiye, 1948’den sonra yoğun biçimde yabancı kaynaklara açılmıştır.
Dönem süresince daha fazla dış kaynak kullanımı, üretim ve gelir artışını olumlu yönde
etkilemiştir. Fakat, ekonominin dış kaynaklara bağımlılığının artması
dış borçların hızla artmasına neden olmuştur.
5.
1950-1960 DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİNDE HAZIRLANAN YÖNLENDİRİCİ RAPORLARA ÖRNEK: BARKER
RAPORU
İkinci Dünya Savaşı’na
girmeyen fakat buna rağmen savaşın sonuçlarından oldukça fazla etkilenen Türkiye; İkinci Dünya Savaşı’nın
sona ermesi ile yeniden yapılanan dünyada Batı Bloğu içinde yer almak isteyerek, Birleşmiş Milletler
ve NATO üyeliğinin yanı sıra Dünya Bankası ve IMF üyeliklerini gerçekleştirmiştir. Böylece,
Türk ekonomisinin, başta Amerika olmak üzere Dünya Kapitalist Sistemi ile bütünleşmesi süreci hız kazanmıştır.
Bu ortam içinde hazırlanan “1946 İvedili Beş Yıllık Sanayi Planı”, 1930’larda
devletçilikle birlikte ortaya çıkan planlama deneyiminin bir devamıdır ancak uygulama ortamı bulamamıştır.
Dış yardım arayışlarını kolaylaştırmak amacıyla hazırlatılan ancak
1946 Planı gibi uygulamaya konamayan “1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı”, tarım ve
altyapı yatırımlarına tanıdığı önceliğin yanı sıra, finansmanının
yüzde 50’sinin iç, yüzde 50’sinin dış kaynaklardan sağlama amacına da yer veriyordu.
1950-1960 döneminde uygulanan iktisat
politikası, önceki dönemlerde uygulanan devletçi, müdahaleci iktisat politikasından farklıdır. 1950 yılında
Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile birlikte liberal bir iktisat politikası uygulanmaya başlanmıştır.
Demokrat Parti Hükümeti programında, devletçiliği ve devletin iktisadi hayata müdahalesini sert biçimde eleştirerek,
devletin ekonomideki yerini daraltacağını, iktisadi kalkınmayı, özel kesimi geliştirerek sağlayacağını
ilan etmiştir.
Bu çerçevede, 1950 sonrasındaki
gelişmelerin yönünü ve niteliğini belirlemede etkili olan belgelerden birisi
Barker Raporu*’dur. Rapor, Türkiye’nin 1 Şubat 1947’de üye olduğu IBRD
(International Bank for Reconstruction and Development/ Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası) veya kısa
adı ile Dünya Bankası tarafından hazırlanmıştır.
Raporu hazırlayan heyetin başkanı
J. M. Barker’ın raporun sunuşunda belirttiği üzere, rapor, heyetin 1950 yılında Türkiye’de
yapmış oldukları mahalli etütlere dayanmaktadır. Dünya Bankası heyeti, 1950 seçimlerinden önce CHP hükümeti tarafından davet edilmiştir.
Seçimlerden sonra iktidara gelen Menderes Hükümeti (DP), daveti yenilemiştir. Heyet, heyet başkanı Barker’ın adıyla anılan Barker Raporu veya
Dünya Bankası Raporu olarak bilinen raporu hazırlamak üzere Türkiye’ye gelmiştir.
Raporda heyetin amacının daha
çok Türkiye’nin ekonomik gelişmesi için genel bir ana plan çizerek buna hizmet edecek işlere dair tekliflerde
bulunmak olduğu ifade edilmiştir.
Rapor, araştırmanın anlatıldığı
giriş, Türkiye’nin ekonomik meselelerinin ortaya konulduğu birinci kısım ve heyetin teklif ettiği
programı açıklayan ikinci kısım olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır.
Giriş bölümünde, raporun tek amacının,
Türkiye halkının arzu ettiği ekonomik kalkınmayı ilerletmekten ibaret olduğu ifade edilmektedir.
Raporun Türkiye ekonomisi üzerine yerinde yapılmış, kısa fakat derinliğine bir inceleme olduğu,
daha önce hazırlanan bir çok raporun aksine, icraata dayanak oluşturabilecek sağlam ve koordine edilmiş
bir program olduğu ileri sürülmektedir.
Raporun teklif ettiği kalkınma
anlayışının dayandığı 2 esas bulunmaktadır; tarım ve teknik, idare ve işletme
sahalarındaki personelin yetiştirilmesidir. “Raporda, bu alanlardaki imkanların, müteakip birkaç sene
zarfında mümkün olan azami süratle arttırılması ve ıslahı ve bu amaç için gereken paraların
temini tavsiye edilmektedir”.
Programın başarılı
bir şekilde uygulanması halinde, Türkiye’nin elde edebileceği faydalardan şu şekilde bahsedilmiştir:
Öncelikle asırlar boyunca “atalet” içinde kalan Türkiye tarımının uyandırılmasıdır. Nüfusun
büyük bölümünün tarımla uğraştığı bir ülkede, ilerleme fikrinin kabul edilmesi halinde ortaya
çıkacak imkanların sınırsız olduğu ifade edilmektedir. Program sayesinde Türkiye’nin elde
edeceği ikici önemli fayda, yüksek ve giderek artan bir milli gelirdir.
Raporun “Türkiye’nin Ekonomik
Meseleleri” ismini taşıyan birinci bölümü üç altbölüme ayrılmaktadır. Birinci altbölümde, Türkiye
Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı iktisadi yapı, Atatürk
döneminde gerçekleştirilen reformlar ve 1930’lardaki devletçilikten bahsedilerek tarihi gelişimin ana hatları
çizilmektedir. İkinci altbölümde “Mevcut Kaynakların Etüdü” yapılmaktadır. Türkiye’nin
fiziki coğrafyası tanımlanarak, jeopolitik yapısı ve stratejik önemi tarihsel açıdan vurgulanmakta,
iklim ve yağış durumu, toprak ve arazinin kullanım şekli, kıyılar, maden servetleri, nüfusun
artış hızı, yerleşim alanları, iktisaden faal nüfusun çalışma alanları, zirai
donanım ve çiftlik hayvanlarının sayısı, sanayi tesisleri, elektrik enerjisinin kaynakları,
deniz, kara, hava ve demiryolu ulaştırma ağının ne durumda olduğu ortaya konmaktadır.
Sanayi tesislerinden bahsedilirken, dokuma
endüstrisinin çok önemli olduğu buna ilaveten Türkiye sanayiinin, kağıt, deri ve kundura, şeker, tütün,
gıda maddeleri ve tahta mamulleri imalatı dahil olmak üzere hafif sanayii dallarından oluştuğu ifade
edilmektedir. Devletin ısrarlı çabalarına rağmen, tam bir başarıya ulaşılamadığı
başlıca ağır sanayii dallarının demir-çelik, madeni eşya, çimento, inşaat malzemesi
ve kimya sanayiinden oluştuğuna dikkat çekilmektedir. Bu teşebbüslerin büyük bir kısmı devlete aittir
ve 1930 sonra uygulanan beş yıllık sanayi planlarına dayanılarak kurulmuştur. Ayrıca raporda
belirtilen, sanayi tesislerinin çok dağınık olduğu ve donanımlarının yetersiz olduğu
da dikkati çeken bir diğer noktadır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında
yabancı ülkelerdeki mal kıtlığı neticesinde Türkiye’nin ihraç mallarındaki fiyat artışları,
Türkiye lehine olan ticaret fazlasını birdenbire artırmıştır. Raporda, bunun ve savaşın
hemen ardından görülen büyük ölçüdeki ihracat artışının bir sonucu olarak Türkiye’nin altın
ve döviz mevcutlarının 1946 yılı sonunda 307 milyon dolara yükseldiğinden bahsedilmektedir.
Raporda, milli gelir istatistiklerinden
de “tam olmamasına rağmen” söz edilmiştir. Rapora göre, Türkiye milli gelirinin 7 milyar TL olduğu,
milli gelirin %47.5’inin ziraat, tarım ve ormancılıktan geldiği ve kişi başına gelirin
1948 senesi itibariyle 360 TL, yani 128 dolar olduğu saptanmakta ve Türkiye’nin komşu ülkelere nazaran iyi
bir durumda olduğu yorumu yapılmaktadır.
Üçüncü altbölüm, “Kaynakların
İşletilmesi ve Ekonomik Kalkınmanın Genel Gidişatı” ismini taşımaktadır. Bu bölümde, Türkiye’nin, dünyanın önemli bir konjonktür yaşadığı
dönemde, ulusal bağımsızlık ve bütünlüğünü koruyabilmiş olması övülmekte, fakat bunun pek
çok fedakarlıklar pahasına elde edilmiş bir sonuç olduğu ifade edilmektedir. Raporda, ülkenin, işgücünün
büyük bir kısmını ve ekonomik kaynakların büyük bir bölümünü savunma amaçlarına ayırması
nedeniyle, yatırım ve tüketime ayrılan üretim miktarının o oranda azaldığı, ülkede
açık bir ekonomik dengesizlik olduğu, bazı kesimlerde modern sanayi topluluklarının özellikleri mevcut
iken, diğer bazı kesimlerde yüzyıllar öncesi bir manzaranın görüldüğü, devlet yönetiminin ve iktisadi
devlet teşekküllerinin yönetim ve büro personeli kademelerinde israf ve verimsizliğin yaygın olduğu ileri
sürülmektedir. Bütün bunlarla birlikte genel olarak Türkiye’nin iktisadi ilerlemesini yavaşlatan nedenler şöyle
sıralanmıştır:
1. Reel
gelirin düşük olması yatırımlarda kullanılabilecek sermaye miktarını sınırlamaktadır.
2. Sınai
kalkınmaya, tarımın zararına olarak gereğinden fazla önem verilmiştir.
3. Yatırımların
en uygun alanlara yöneltilmesine yol gösterecek yeterli bir mekanizmadan mahrum kalınmıştır.
4. Devletin
izlediği mali politika, satın alma gücünün serbest bir şekilde mübadelesine ve gelişmesine engel olmuştur.
5. İşgücünün
üretim verimliliğindeki ve genel verimliliğindeki artış, sanayi ekonomisinin ve devlet yönetiminin artan
ihtiyaçlarına ayak uyduramamıştır.
Raporun “Heyetimizin Teklif Ettiği
Program” başlığını taşıyan ikinci bölümü, on altbölümden oluşmaktadır.
Bu bölümler sırasıyla: Ekonomi politikasının ve ekonomik faaliyetlerin koordinasyonu, ziraat; ormancılık
ve balıkçılık; sanayi ve madencilik; münakale (ulaşım), muhabere (haberleşme) ve enerji; devlet
teşebbüslerinin organizasyonu ve hususi inisiyatifin (özel teşebbüs) teşviki; maarif (eğitim) ve umumi
sıhhat; amme idaresi; mali organizasyon ve mali politika; milletlerarası ekonomik mevki; iktisadi kalkınma
programı ve finansman şeklidir.
Bunlardan altıncı altbölüm
“Sanayi ve Madencilik” alanındaki araştırma ve önermeleri içermektedir. Rapor sanayi yatırımlarında
öncelik tanınması gereken sahaları şu şekilde sıralamaktadır:
“Heyetimiz aşağıdaki
sırayı kurma veya genişletme bakımından en ziyade vaadkâr yatırım sahaları olarak
tavsiyeye değer görmektedir.”
1. Aralarında
bilhassa gıda maddelerini bulunduğu zirai mahsulleri işleyen endüstri zümreleri ve pamuk çırçırlama;
2. Küçük
dökümhaneler, kalıp ve kaplama fabrikaları, soba imalatı, basit tulumbalar, saban, çekiç, testere gibi hafif
makine ve alet imalatı;
3. Çimento,
tuğla, kiremit ve cam gibi inşaat malzemesi imali;
4. Deri
ileri ve kundura imali;
5. Mobilya,
kaplama ve kontrplak imal eden tahta ileme sanayisi;
6. Basit
eczalar, aşı ve serumlar, sabun, haşarat öldürücü maddeler ve benzerlerini imal etmek üzere hafif kimya endüstrisi;
7. Keramik
eşya ve çömlekçilik;
8. Köy
el sanatları.
Rapora göre, yukarıdaki sıralama
aynı zamanda Türkiye’de hangi sanayi dallarının geliştirilmemesi gerektiğini de göstermektedir.
Bu sanayi dalları ise şöyle sıralanmıştır:
1. Her
türlü lüks eşya,
2. Ağır
makine ve madeni eşya endüstrileri,
3. Ağır
kimya endüstrisi,
4. Selüloz
ve kağıt.
Heyetin bu sanayii dallarının
geliştirilmemesi için gerekçesi ise şöyledir: “Bütün bu hallerde ya memlekette ham maddeler mevcut değildir,
gerekli teknik ihtisas kifayetsizdir, endüstrinin sermayeye arzettiği ihtiyaç fazladır, yapılacak mamule karşı
oldukça kuvvetli bir talep yoktur veya bütün bu amilleri birkaçı birden bahis mevzuu olmaktadır.”
“Münakale, Muhabere ve Enerji”
konulu yedinci altbölümde demiryolları yapım programının yavaşlatılarak bunun yerine karayollarına
önem verilmesi, demiryolları ağını birbirine bağlayacak bir telekomünikasyon sisteminin kurulması
önerilmektedir.
Sekizinci altbölümün başlığı
“Devlet Teşebbüslerinin Organizasyonu ve Hususi İnisiyatifin Teşviki”dir. Raporda, devletin ekonomik
faaliyetlerdeki yerine dair verilecek karar ne olursa olsun, önemli kaynakların verimli kullanılabilmesi için mevcut
devlet teşebbüslerinin yeniden organize edilmesi gereği ortaya konulmaktadır.
Rapora göre, Türkiye’de özel teşebbüste,
“bariz bir ticaret kompleksi” mevcuttur. Önemli fabrikaların birçoğunun servetini ticaretle kazanmış
olan ve bir sanayiciden ziyade bir tüccar tavrı gösteren ailelere ait olduğunu ileri sürmektedir. Bu itibarla, yatırımlardan
yüksek bir gelir elde etmesi ve sermayenin süratle amorti edilmesi beklentisi hakim olduğu için sanayi yatırımları
cazibesini kaybederek sanayi dallarına yapılan yatırımlar spekülatif karakter taşımaktadır.
Özel teşebbüsün teşvik edilmesi
için raporda, bazı devlet teşebbüslerinin hemen satılmasını veya özel mülkiyete devrinin gerektiği
ifade edilmiştir.
Barker Raporu, “İktisadi Kalkınma
Programı ve Finansman Şekli”nin açıklandığı on üçüncü altbölüm ile sona ermektedir. Raporda,
tavsiye edilen kalkınma programının ülke ekonomisinin kamu sektörüne yönelik olduğu, ancak özel yatırımların
kamu yatırımlarından ayrı ve ilgisiz olarak düşünülemeyeceği, Türkiye’nin ekonomik kalkınması
bakımından özel yatırımların kamu programının formüle edilmesinde hesaba katılması
gereken unsur olduğu ifade edilmiştir.
Türkiye’nin kapitalist dünya ile
iktisadi ilişkilerinin gelişiminde kapitalist dünyayı temsil eden Dünya Bankası ile halen süren yakın
temasının ilk en önemli adımlarından biri olarak ortaya çıkan Barker Raporu’nun içerdiği
öneriler, Türkiye’nin kalkınma çizgisinde ve bunun bir parçası olan sanayileşme anlayışında
uluslararası ve giderek uluslarüstü olması gereken bir kuruluşun eğilimlerini yansıtması açısından
önemlidir. Sanayi yoluyla kalkınmak isteyen bir ülkenin tarım ve tarıma dayalı alanlarda uzmanlaşması
önerilmekte, özellikle yatırım yapılmaması önerilen alanlara bakıldığında gelişmiş
kapitalist ülkelerin Türkiye’yi hangi gelişmişlik düzeyinde görmek istedikleri açıkça görülmektedir.
1950 sonrası gelişmelerin yönünü
belirlemede etkili bir belge olan rapor, devlet yatırımlarının, özel girişimin özendirilmesi için
gerekli olan ve özel girişimcilerin girmeyecekleri ulaşım, haberleşme, enerji gibi alanlarda yoğunlaşmasını
önermektedir. Raporda, sanayi, özel yatırımların ana genişleme alanı olarak görülmekte ve bu alandaki
kamu yatırımlarının hızla azaltılmasını öngörmektedir. Yabancı sermaye konusunda
da, Türkiye’nin yabancı sermayeyi ülkeye çekmek yoluyla gelişmesinin hızlanabileceği, yabancı
sermayenin ülkeye yalnız döviz değil, aynı zamanda, Türkiye’nin gereksindiği teknoloji ve yönetim
bilgisini de getireceği ayrıca Türkiye’nin aşırı devletçi uygulamalar döneminin zararlı
sonuçlarını gidermesi gerektiği ifade ediliyor.
KAYNAKÇA