BEREN SAAT'E ASILDIM
Murat KAYKUSUZ - 11 TEMMUZ 2011
Beren Saat'i sanırım çoğunuz tanıyorsunuz. Aşk-ı Memnu'da Bihter'i, Fatmagül'ün Suçu Ne?
dizisinde Fatmagül'ü canlandıran oyuncu, sanat hayatında çok yol kat etti. İlk olarak, Show TV'de yayınlanan
Türkiye'nin Yıldızları yarışma programına katılıp ikinci oldu ve bu yarışma
programı Saat'in önünü açtı. O yarışmada, Belgin Doruk'un Küçük Hanımefendi seri filmlerinden bir
sahne canlandırmıştı. Gerçekten çok başarılı bir performanstı. Çoğu uzun
soluklu olan birçok dizide rol aldı. Benim hatırladıklarım içinde en eskisi Hatırla Sevgili. 1950-1960
arası, Türkiye'nin çok partili demokrasiye geçiş döneminde yaşananları anlatan bu dizide de iyi bir oyunculuk
sergiledi. Tabii bildiğiniz gibi Beren Saat'i Türkiye'ye tanıtan dizi Aşk-ı Memnu oldu. Bu dizide Bihter
karakterini son derece başarılı bir biçimde canlandırdı. Ardından, hiç ara vermeden Fatmagül'ün
Suçu Ne? dizisinde Fatmagül'ü oynamaya başladı ve bence bu dizide de çok başarılı. Kısacası,
Beren Saat her geçen gün oyunculuğunu geliştiriyor ve kendinden bir şeyler katıyor.
Geçen gün, yukarıda bahsettiğim bu ünlü yıldıza, yani Beren Saat'e asıldım. Pendik-Üsküdar
otobüsüne bindim. Otobüste oturacak yer olmayınca mecburen ayakta durup tavandaki tutma yerlerine asıldım.
Eskiden otobüslerdeki tutma yerleri (gelin bunlara tutacak diyelim) deriden olurdu. Şimdi bu tutacaklar plastikten
ve üstüne de reklam almışlar. Tutacakların üstünde Rexona marka bayan deodorantının reklamı
var. Beren Saat bu deodorantın reklamında oynuyor ve tutacaklardaki reklamda da bize şirin şirin gülüyor.
Bence iki nedenden ötürü otobüslerdeki tutacaklara reklam vermek çok iyi bir reklam ve pazarlama yöntemi. Birincisi, ayakta
durup tutacaklardan tuttuğunuzda ilk gözünüze çarpan Rexona ve Beren Saat oluyor. Bayansanız, kolunuzu yukarıda
kaldırdığınız için koltuk altınızın terli olup olmadığını düşünüyorsunuz
ve Rexona'nın uzun süre bayanların terlemesini önlediği sloganını hatırlıyorsunuz. Erkekseniz,
Beren Saat'in şirinliği ve cazibesine kapılıp güzel bir yolculuk geçiriyorsunuz. Belki de eşinize,
sevgilinize ya da annenize, kızınıza bu deodoranttan almayı düşünüyorsunuz. Yani, bu reklam ve pazarlama
yönteminin birinci başarılı yanı satışları artırma olasılığının
yüksek oluşu. İkincisi ise, bu yöntem markanın bilinirliğini artırıyor. Her tutacağın
üzerinde aynı reklam var ve bu yöntemle bir saatten fazla süren yolculuk süresince onlarca insanın Rexona markasını
tanıması sağlanıyor.
Otobüslerdeki tutacaklara reklam vermek fikri Rexona'nın çalıştığı reklam ajansına
mı aitti, yoksa firmanın reklam departmanına mı, bilmiyorum. Ama, çok başarılı bir tanıtım
ve pazarlama stratejisi. Firma yetkililerini kutluyorum.
REKABET
Murat
KAYKUSUZ - 25 ARALIK 2002
Günaydın,
Boğaziçi Üniversitesi'nde okurken, Research Methods (Araştırma Yöntemleri) dersinde hocamız
Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu bize, bir araştırma konusu vermişti (ayrıntılarına girmiyorum).
Bu araştırmayı yaparken üniversitenin kütüphanesindeki bilimsel makalelerden yararlanmak en kolay ve en
akılcı yoldu şüphesiz. Ancak, birkaç arkadaş kütüphanede kitapları ararken tam anlamıyla şok
olmuştuk. Çünkü, bazı öğrenciler (bu dersi aynı anda yüzden fazla öğrenci alıyordu) kitapları
saklamışlardı. Evet, çalışmalarının "özgün" olması için kaynakları kimsenin bulamayacağı
bir yerlere koymuşlardı. Bundan emindik, çünkü bu bilimsel dergilerin dışarı çıkarılmasına
izin verilmiyordu, çalışma masalarının üzerinde ve fotokopicide de bulamamıştık. Biz şaşkınlıkla
bir başka arkadaşa dert yandığımızda bunun ne yazık ki Boğaziçi'nde sık sık
yapıldığını söyledi. Tamam, verilen eğitim tamamen bireysel rekabeti geliştirici ve teşvik
edici yöndeydi ama, "Amaca ulaşmak için uygulanan her yöntem mübahtır" olarak özetlenebilecek Machiavellist
düşüncenin yerleşmesinin de önlenmesi gerekiyordu. Çünkü, haksız rekabet nedeniyle (herkesin bütün
kaynaklara erişememesi) bazı öğrenciler çok güzel ödevler hazırlarken birçoğu kaynak kıtlığı
nedeniyle bu dersten zorlanarak geçecek ya da dersi bir sonraki yıl tekrar etmek zorunda kalacaklardı. Neyse ki,
birkaç arkadaşla kaynak alışverişi yaparak bu dersten iyi bir notla geçtik.
Şu anda dünyadaki durum da yukarıda anlattığım anıma benziyor. Bir tarafta sanayileşmesini
çoktan gerçekleştirmiş, yarı sömürgeleri ya da siyasi ve ekonomik etkileri altındaki ülkeler sayesinde
her çeşit kaynağa kolayca erişebilen gelişmiş ülkeler; diğer tarafta sayıca fazla ancak,
dünya pastasından aldıkları pay çok az olan gelişmemiş (politik bir söylemle, gelişmekte olan)
ülkeler. Gelişmemiş ülkeler kendi sanayilerini kurmak zorundalar; bunu da tıpkı gelişmiş ülkelerin
(19. yüzyılda Almanya ve ABD, daha önceleri İngiltere) zamanında yaptıkları gibi yüksek
gümrük vergileriyle gerçekleştirebilmeleri mümkün. Oysa, Dünya Ticaret Örgütü'nün (DTÖ) aldığı kararlar
tüm gümrüklerin yakın bir gelecekte kaldırılmasını öngörüyor. Tabii, bunun kademeli olması ve
gelişmemiş ülkelerdeki gümrüklerin sıfırlanmasının daha uzun vadeye yayılması hedefleniyor;
ama, yine de bu sürenin, gelişmemiş ülkelerin kendi sanayilerini kurmaları ve geliştirmeleri için yetmeyeceği
de bir gerçek.
Burada, akla hemen şu soru geliyor: "O zaman gelişmemiş ülkeler de DTÖ'ye üye olmasınlar."
Pratikte bunun gelişmemiş ülkelere getireceği zarar daha fazla. Çünkü, gelişmiş ülkeler ve özellikle
ABD'nin egemenliğindeki DTÖ, üye olmayan ülkeleri dışlayarak yalnızlığa itecekler ve bu ülkelerin
dış ticaretleri çok büyük yara alacaktır.
Sadece, DTÖ'de değil, bölgesel anlaşmalarda da durum böyle. Baksanıza, Gümrük Birliği'nde,
alınan kararlarda hiçbir söz hakımız yok, sadece bize uygulamamız söyleniyor. Üstelik, üçüncü ülkelerle
AB'nin yaptığı ticaret ve gümrük anlaşmaları da bizim için çok daha sonra uygulamaya konuluyor.
Kısacası, küreselleştiği iddia edilen dünyada her şey gelişmiş ülkeler lehine.
Tıpkı uluslararası şirketlerin lehine olduğu gibi. Bu şirketler bazen o kadar güçlü olabiliyorlar
ki, faaliyette bulundukları ülkelerin yasalarının değişmesinde bile etkileri oluyor. Hakim oldukları
pazarlara gelişmemiş ülke firmalarından birisi girmeye kalkarsa da değişik yöntemler uyguluyorlar.
Bunlardan birincisi, AB'deki televizyon üreticilerinin Vestel'e karşı açtıkları anti-damping
davası gibi davalar. Hukuki yollarla, daha düşük kar marjına razı olan gelişmemiş
ülkelerin şirketlerinin önünü tıkamak istiyorlar.
Uyguladıkları en ilginç yöntemlerden biri de joint-venture yani ortaklık. Bank Kapital'in Kurumsal
Finansman bölümünde çalışırken karşılaşmıştım. Yabancı şirket, kendisine
ciddi bir rakip olan Türk şirketine ortak oldu. Türk şirketi yabancı ortakla daha da büyüyeceğinin hayalini
kurup sevinirken, yabancı şirket, ortak olduğu şirketin artık yalnızca Ortadoğu pazarına
ihracat yapabileceğini ve Avrupa pazarında çıkması gerektiğini belirtti. Yönetimde de çoğunluk
yabancı şirketin elinde olduğundan, Türk şirketi Avrupa pazarından çekildi ve sonunda yabancı
şirket, Türk ortakların payını da satın alarak şirketin tamamına sahip oldu.
Peki ne yapmamız gerek? Türk şirketleri olarak yapmamız gereken en önemli şey, "markalaşmak".
Çünkü, ancak uluslararası piyasada "marka" olarak ayakta kalmamız mümkün. Hülya Avşar, 20 yılı aşkın
meslek hayatında başarılı olmasını sektöründe "marka" olmasına borçlu değil mi?
(http://www.patentofisim.com.tr/index.php?Page=DigerKoseYazilari)