EKONOMI POLITIK

Gelir Dagilimi
Ana Sayfa | Kitap | Piyasa Analizleri | Televizyon Programi | Altin | Avrupa Birligi | Bankacilik | Enerji - Petrol | Enflasyon | Gelir Dagilimi | Iktisat Bilimi Tartismalari | Kalkinma | Kapitalizm | Makroekonomi | Maliye | Rekabet - Marka | Tesvikler - Devlet Yardimlari | Uluslararasi Kuruluslar | Ulkeler | Kuzey Afrika ve Ortadogu | Duyurular | Önerilen Siteler | Veriler | Iletisim

 

.   

                       

 

                             GELİR DAĞILIMI POLİTİKASI

 

                                                                                                   Hazırlayan ;  AYHAN ORHAN

 

GİRİŞ :

 

Buradaki kavramların öncellikle ekonominin hangi tarafı ile ilgilendiğini açıklamaya çalışarak başlayabiliriz. Dersin içeriğini teşkil eden bu büyüklükler ve hesaplamalar ekonominin  genel dengesi ve büyüklükleri  ile ilgilenen  Makro ekonomiye ait konulardır. Bu yüzden öncelikle Makro ekonomini evrimi ile ilgili bazı bilgiler vermekte yarar vardır.

 

 Makro ekonomini doğuşu 1929 Dünya ekonomik buhranının uzantısı sonucu ,J.M.Keynes tarafından,yerleşik iktisat görüşlerinin bunalımdan kurtarmaya  yetmeyeceği görüşü ile Makro analiz adında  bir çerçeve oluşturmuştur. Keynes bu görüşlerini “istihdam,faiz ve Paranın Genel Teorisi” adlı eserinde  açıklamıştır. Keynes önceside makro ekonomik bazı çalışmalar üretilmiştir. Bunlara örnek olarak;Miktar teorisi, Milletlerin serveti isimli kitabı ile milli servetin kaynaklarını inceleyen ADAM SMITH, Nufus sorununu incelen MALTHUS ‘un makro tahliller yaptıkları söylenebilir. Fakat bu çalışmalarda bağımsız bir disiplinden söz etmek mümkün değildir. Bundan söz edebilmek için bazı ölçüm konseptlerinin oluşması gerekli idi ve bu konseptler Keynes aracılığı ile Makro ekonomik ölçüm konsepti halini almıştır ve bir disiplin haline gelmiştir. İşte bu disiplin sonucu ortaya çıkan Makro ekonomik büyüklük ve hesaplamalar bu çalışmanın konusudur .

 

Bu çalışmanın ilk bölümünde,GSMH,GSYİH,NMH (Net milli hasıla),Milli Gelir,Kişisel Gelir, Kullanılabilir Gelir kavramları açıklanmaya çalışılacaktır. İkinci bölümde ise bu büyüklüklerin hesaplamaları hakkında açıklayıcı bilgi verilecek,  aynı zamanda bu bölüm içerisinde gelir dağılımı kavramının temel ekonomik amaçları içinde ki yeri ve önemi hakkında açıklayıcı bilgi verilecektir. Çalışmanın son bölümünde ise MG’in ekonomik anlamı ve gelir dağılımının adaletsizliğine ilişkin ülke örnekleri verilmeye çalışılacaktır.

 

 

                                             

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                                     

                                                                1. BÖLÜM

 

 

 

GSMH  : Bir ülkede belli bir dönemde (genellikle bir yıl ) üretilen mal ve hizmetlerin piyasa fiyatları cinsinden toplam parasal değeridir. Burada bir akım tablosundan bahsetmek gerekecektir;  (Dinler,2000,sf287-288)

                                            

                                               Mal ve hizmet piyasaları

                                               (mal ve hizmet fiyatları)

   

                                                                    1-Mal ve hizmet akımı

 

 


 

                                                                        2- harcama akımı

 

 

tüketim kesimi                                                                                                                                        üretim kesimi

    (ev halkı )                                                                                                                                                   (firmalar)

                                                                    4-gelir akımı

                                                               (ücret,faiz,rant,kar)

                                                                  

 


 

                                                                  3-üretim faktörleri akımı

                                                                       

                                                                       

                                                                         Faktör piyasası

                                                                 (üretim faktörleri fiyatları )    

                                                          Şekil 1- kesimler arası akım tablosu

 

 

 

 

 

 

1 No’lu Akım (Mal ve Hizmet Akımı) : Ekonomide tüm firmalar (üretim kesimi ) ürettikleri tüm malları ,ev halkına (tüketim kesimine) satarlar. 1 nolu akım ,ev halkının satın aldığı bu mal ve hizmetlerin miktarlarını vermektedir.

 

2 Nolu Akım ( Harcama Akımı) :  Ev halkı 1 nolu akımda yer alan ve satın aldıkları tüm mal ve hizmetlerin karşılığını para olarak öderler. 2 nolu akım ev halkının satın aldıkları mal ve hizmetler için yaptıkları harcama miktarlarını (ödemelerini) göstermektedir.

 

3 Nolu Akım Tablosu ( Üretim Faktörleri Akımı) :  Ev halkı sahip oldukları üretim faktörlerini firmalara satarlar. 3 nolu akım firmaların ev halkından satın aldıkları üretim faktörlerinin miktarlarını vermektedir.

 

4 Nolu Akım ( Gelir Akımı) :  Ev halkı firmalara sattıkları üretim faktörlerinin karşılığında ücret,faiz ve rant adı altında  faktör gelirleri elde ederler. Birde ev halkı aynı zamanda girişimcide olabileceğinden ,bu kesimin girişimden elde ettiği karşılık olan karda, ev halkı gelirleri arasında yer almaktadır.

 

Fakat bu akım tablosunda devletin dış alemden elde ettiği gelirler ve dış aleme aktardığı giderler yoktur . Gerçek ekonomilerde bu durum tabloya aktarılmalıdır.

 

 

İşte GSMH’ı tarif ederken  bahsedilen parasal değer, 1 nolu akım tablosunda ki mal ve hizmetlerin piyasa cinsinden değeri (Yani üretilen mal ve hizmetler ile bu mal ve hizmetlerin fiyatlarının çarpımları toplamı) GSMH’ye eşittir. Bir ülkede bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin parasal değerine gayri safi yani ham denilmesinin nedeni, bu malların üretimi esnasında üretim faktörlerinin uğradığı aşınma ve yıpranmaların göz önüne alınmayışıdır.

GSMH ekonominin toplam gelirini ölçen bir büyüklüktür. GSMH’ın yıllık bazda artışları ise ülke ekonomisinin büyümesini verir. GSMH bir ülkenin toplam üretimidir. Yani toplam üretim GSMH’ya eşittir. Bu ise toplam üretim sürecinde oluşan gelir toplamıdır. Bu kavramlarla ilgili olarak GSMH iki şekilde ölçülebilir;üretilen mal ve hizmetlerin değeri üretim sonucu elde edilen gelirlerin toplamı şeklinde .Üretim ölçülmesinin iki farklı yolu olması nedeni ile GSMH’ın ölçülmesinde üç farklı alternatiften  söz edebiliriz. Üretim yönünden  en kolay yol bütün nihai mal ve hizmetlerin toplam değerini bulmaktır. Bu toplam değeri bulmak için nihai ürünün ana girdilerine yapılan harcamaların hesaplanması sonucu oluşan değere Harcamalar yaklaşımı ile hesaplama denir. Üretim yönünden ekonomide ki her firmanın nihai ürüne yaptıkları katkıları toplayarak elde edilen hasılaya Üretim yaklaşımı ile hesaplama denir. Sonuncu yaklaşım ise üretim faaliyeti sonucu doğan gelirlerin ölçülmesidir ki bu yaklaşıma da Gelir yaklaşımı ile hesaplama denir.

 

Bu üç yaklaşım GSMH’yı hesaplamanın üç alternatif yoludur. Uygulamada sadece ölçme hataları yönünden farklılık göstermekle birlikte aslında kavramsal olarak özdeştirler. Türkiye de uygulanan yöntem ise beyana dayalı olan gelir yaklaşımı yöntemidir. Fakat her üç yöntem ilede hesaplama yapılmaktadır. Türkiye’nin 2002 yılı itibari ile  GSMH’sı 179.898 milyon $ civarındadır.(www.die.gov.tr)

 

Burada Türkiye’de son on yılın GSMH performansını sektörlere göre tablo halinde sunalım . Aynı tabloda istihdam oranlarını sektörlere göre sunalım;

 

         Tablo: Sektörlerin GSMH’daki Payları (Toplam %100 olarak)

                

                    SEKTÖRLERİN PAYLARI           İSTİHDAMIN DAĞILIMI

 

YILLAR

TARIM

SANAYİ

HİZMET

TARIM

SANAYİ

HİZMET

1992

15,0

25,6

59,4

43,5

16,8

39,7

1993

15,4

24,5

60,1

44,5

15,8

39,7

1994

15,5

26,4

58,1

44,8

16,4

38,8

1995

15,7

26,3

58,0

46,8

15,3

38,0

1996

16,1

25,2

58,7

44,9

15,9

39,2

1997

14,5

25,3

60,2

41,9

17,2

40,9

1998

17,5

22,9

59,6

42,3

16,8

40,9

1999

15,3

23,2

61,5

45,1

15,2

39,7

2000

14,1

23,3

62,6

42,2

16,6

41,1

2001

12,9

25,3

61,8

42,0

16,7

41,2

 

Kaynak: DPT, www.dpt.gov.tr (Veriler yeniden oluşturulmuştur.)

 

Buradan şu sonuca varabiliriz, tarım ağırlıklı bir toplum olarak çarpık bir yapıya sahibiz. 1960-85 arasındaki yoğun göçler sonrası sanayileşme yerine hızlı bir şehirleşme yaşanmıştır. Hizmetler sektörü açısından ise çok verimsiz ve gereksiz işlerin ağırlıklı olduğu enformel bir sektör ortaya çıkmıştır.

GSYİH  :   Günümüzde ülkeler arasında giderek yoğunlaşan ticarete paralel  olarak sermaye ve işgücü akımları artış göstermektedir. Bazı şirketler diğer ülkelerde yeni yatırımlar yapmakta ihaleler almakta veya müteahhitlik hizmetlerinde bulunmaktadır. Bazı durumlarda ülke vatandaşları çeşitli alanlarda hizmet vermek üzere diğer ülkelere işçi olarak yada yeteneklerini sergilemek amacı ile çıkış yaparlar. Bu ülkelerden elde ettikleri kazançlarını kendi ülkelerine çeşitli amaçlarla transfer ederler. Transfer edilen bu gelirlerin ülkeler arasındaki milli gelir rakamlarının karşılaştırılmasında  ölçü olarak alınan GSMH rakamlarında sağlıklı sonuç almayı önler. Bu sebeple özellikle ülkeler arası karşılaştırmalarda GSMH yerine söz konusu ülkelerin sınırları içerisinde üretilen mal ve hizmetlerin parasal değerini ifade eden GSYİH kavramı göz önüne alınmaktadır. O halde GSYİH, bir ülkenin kendi sınırları içinde bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin piyasa fiyatları cinsinden ifade edilen toplam tutarıdır.(Dinler,2000,sf.294)

 

GSYİH, “dış alemden gelen faktör gelirleri ile dış aleme giden faktör gelirleri “ arasında ki farkın ilgili ülkenin GSMH’ından çıkartılması ile elde edilen tutar olarak ifade edilir. Burada önemli olan ülkenin dış alemden sağladığı gelirlerin, dış aleme gönderdiği gelirlerden fazla olması söz konusu ülkenin GSYİH’sı GSMH’sından o denli küçük olur. GSYİH sadece cari dönemde ki üretimi içerir, daha önce üretilen mal ve hizmetler bu hesaba dahil edilmez. Hesaplama yapılırken mükerrer sayılmalardan kaçınmak gerekir. Bu bağlamda GSYİH’nın hesaplanmasında üç ayrı yöntemden söz edilir(Paya,1997,sf.18-19). Bunlardan birincisi ; Üretimin her aşamasında yaratılan katma değerler toplanır, yani girdi-çıktı farkları toplanarak hesaplama yöntemidir. İkincisi ise Nihai mal ve hizmetlerin parasal değerlerinin toplanması ile elde edilen sonuçları gösteren yöntemdir. Bir üçüncü yöntem ise  Girişimcilere kar olarak dönen miktar dahil olmak üzere faktör gelirleridir. Bu hesaplamalarda piyasa fiyatları baz alınır. Fakat bazı durumlara belli hizmetlerin  satış fiyatları ya yoktur yada satış fiyatlarını elde etmek güçtür, bu durumda o mal ve hizmetler üretim maliyetleri hesabına dahil edilir.  Bu arada kayıt dışı bazı faaliyetlerde hesaplamayı güçleştirir. Bunlara örnek ev kadınlarının evlerine sağladığı katkılar veya dışarıdan satın alınabilecek bazı mal ve hizmetlerin bireyler tarafından karşılanması vb.

 

Reel GSYİH aynı zamanda ekonominin toplam mal ve hizmet çıktısını ölçer ve dolayısı ile ülke vatandaşlarının ihtiyaçlarının karşılanma düzeyini belirler. Uzun dönemde GSYİH, üretim faktörlerine ve teknolojiye bağlıdır. GSYİH, sermaye ve emek miktarındaki artış ve üretim teknolojisinin gelişmesi ile doğru orantılıdır.  Türkiye’nin GSYİH büyüme oranı 2002 itibari ile %3.9’dur.(www.die.gov.tr)

 

 

NET MİLLİ HASILA : Kısaca tanımlayacak olursak, GSMH’yı oluşturan mal ve hizmetlerin üretiminde söz konusu olan yıpranma (Amortismanlar) GSMH hesabından düşüldüğünde elde edilen miktara denir. Pratikte ekonomik performans ölçümleri  GSMH’ya göre yapılır. Çünkü amortismanı ölçmek hem zordur hemde bu ölçüm zamana ve ülkelere göre değişikliler arz etmektedir.(Paya,1997.sf.19)

 

 

MİLLİ GELİR :  Faktör fiyatları ile safi milli hasılayı bulmak için, önce üretim faktörlerinin eline geçmeyen, doğrudan devlete ödenen KDV gibi dolaylı vergileri SMH’dan düşmek gerekecektir. Buna karşılık devletin üretim faktörlerine Sübvansiyon şeklinde ödemeleri olabilir. Bunlar ilave edilince üretim faktörlerini arz edenlerin eline geçen gelir, yani milli gelir ortaya çıkar. 1 nolu akım da yer alan üretilmiş mal ve hizmetlerin miktarları ile onların fiyatları çarpılarak GSMH hesaplanır. Ne var ki bu mal ve hizmetlerin piyasa fiyatları içerisinde Vasıtalı vergiler bulunmaktadır. Bu durumda SMH’dan vasıtalı vergiler çıkartıldığında MG elde edilir. Görüldüğü üzere MG bir ülkede belirli bir dönemde üretilen mal ve hizmetlerin net parasal değerine (Vasıtalı vergiler çıktıktan sonra ) denir(Dinler,2000,sf.289) Türkiye’nin kişi başına gelir miktarı 2002 yılı itibari ile 2584 $’dır.(www.die.gov.tr)

 

Milli gelir hesaplama yöntemleri  Gelir yöntemi  Üretim yöntemi ve Harcama yöntemi  olarak üçe ayrılır. Ayrıca MG hesaplarına girmeyen faaliyetlerde vardır bunlarıda ; Kanunsuz faaliyetler, Beyan edilmeyen kazançlar,Pazarlanamayan iktisadi faaliyetler,  İnsan refahını etkileyen fakat üretim değerine katılmayan faktörler olarak sıralayabiliriz.(Lipsey,Steine,Purviz,1992,sf.29-30)

 

 

KİŞİSEL GELİR :  Gelir vergisi düşülmeden önce bireylerce kazanılan yada onlara ödenen gelirlerdir.  Kişisel gelirlerin bir bölümü vergiye, bir bölümü  tasarrufa, geri kalanı ise tüketime gider . SMH ‘dan  kişisel gelire gidebilmek için bir takım ayarlamalar yapmak gerekir. Bunlardan en önemlileri ;(Lipsey,Steine,Purvis,1992,sf.30-31)

1-      SMH’dan doğrudan devlete giden üretimin piyasa değerini  ifade eden  dolaylı vergilerin düşülmesi,

2-      SMH’dan kurumlarca dağıtılmayan karların düşülmesi,

3-      SMH’dan işletmelerin ödediği gelir vergilerinin indirilmesi,

4-      SMH’ya tüketicilere yapılan devlet transferlerini eklenmesi gereklidir.

Bu indirimlerden ilk üçü kişiler tarafından ödenmeyen üretim değerini ifade eder. Dördüncüsü ise, GSMH’nın  bir bölümü olmasa bile, tüketicilerin harcamaya giden yada tasarrufa hazır  oldukları gelir türüdür.

 

Kişisel gelire bir başka perspektiften bakarsak, Bir ülkede bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin  net değerini gösteren MG’in,o ülkede yaşayan bireylerin satın alma güçleri hakkında azda olsa fikir vermektedir. Yani milli gelir, bireylerin paylaşacağı MG’i ifade edn kişisel gelirden farklıdır. MG’den kişisel gelire geçebilmek için, devletin kişilere yapmış oldukları Sübvansiyon ve Transfer harcamalarının MG rakamlarına ilave etmek, fakat kişilerin ödedikleri çeşitli kesintiler (emeklilik veya sigorta aidatları vb. gibi sosyal  kesintiler) ile hak ettikleri halde elde edemedikleri gelirlerini (kurumlar vergisi veya dağıtılmayan şirket karları ) MG rakamlarından çıkartmak gereklidir, kişisel gelire ulaşmak için.O halde kişilerin paylaşabileceği MG’i ifade eden kişisel geliri şöyle formüle edebiliriz;(Dinler,2000,sf.295)

 

Kişisel gelir= MG + (Transfer harcamaları + Sübvasiyonlar) – ( Kurumlar vergisi + Şirketlerin dağıtılmayan karları + sosyal kesenekler)

 

Burada ki formüle transfer harcamaları ve sübvansiyonların yanına devlet borçlanma faizlerini de ilave edebiliriz.

 

KULLANILABİLİR (HARCANABİLİR ) GELİR ; Tüketicilerin harcayacağı yada tasarruf edebileceği cari gelir miktarını ölçüsüdür. Kişisel gelirden gelir vergileri düşülerek bulunur. Kullanılabilir gelir, GSMH’dan tüketicilere fiilen ödenmeyen herhangi bir GSMH  bölümünün, tüketiciler tarafından ödenen gelir vergilerini düşülmesi ile tüketiciler aktarılan transfer harcamalarının eklenmesi ile bulunur. Bir başka ifade ile, Kişsel gelirden gelir vergisi gibi dolaysız vergilerin ve sosyal güvenlik kurumların çıkarılması ile net harcanabilir gelir elde edilir. Harcanabilir gelir, kişisel cari tüketim harcamaları ve tasarrufların toplamını ifade eder. Bu durumu tablo ile ifade edersek daha iyi anlaşılacaktır. (Paya,1997,sf.19)

 

 

                                               GSYİH

                                               Dış alemden gelen net faktör gelirleri

                                          +_________________________________

                                               GSMH (piyasa fiyatları ile)

                                               Amortismanlar

                                         -___________________________________

                                               SMH (piyasa fiyatları ile )

                                               Dolaylı vergiler (İçeride ve ithalattan alınan )

                                        -___________________________________

                                              MİLLİ GELİR ( Faktör Fiyatları ile )

-           Kurumlar vergisi

-           Dağıtılmayan işletme karları

-           Sosyal güvenlik kesintileri

+    Sübvansiyon ve Transferler

+    Devlet borçlanma faizleri

                                              KİŞİSEL GELİR

-           Dolaysız vergiler

-           _______________________

                                              NET HARCANABİLİR KİŞİSEL GELİR

 

 

 

Buradan çıkan sonuçla, Bir ülkede Harcanabilir gelirin gerek kişiler gerekse tüm ekonomi açısından bir kısmı tüketim harcamalarına ayrılır ve kalan kısmı tasarruf edilir. O halde bir ekonomide ne kadar üretim harcaması yapılacağı ve tasarrufun hangi düzeyde olacağı, o ekonomide ki harcanabilir gelir düzeyine bağlıdır.

 

 

                                                              2. BÖLÜM

 

 

 

MİLLİ HASILA VE MİLLİ GELİR HESAPLAMALARI ;   Milli hasıla hesaplanırken GSMH’ya dışarıdan gelen veya dışarıya giden faktör gelirleri net dış alem faktör gelirleri olarak ifade edilir. Daha sonra bunlar GSYİH’ya eklenir,böylece GSMH hesaplanmış olur. Bir ülkenin dış Dünya ile olan gelir hareketleri çok yönlüdür ve bunlar ülkelerin ödemeler bilançosunda muhasebeleştirilir(Begg,Fisher,Dornbusch,çev.Alkım,2001,sf.324). Dış alem ekonomik ilişkilere dahil  edildiğinde çevrimsel akım tablosu şu şekilde meydana gelir;(Paya,1997,sf.18)

 

 

                                                          

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                                               Dış alem

 


 

                              

 

                               İthalat                      Ödemeler                             Emek ve sermaye                      Emek ve sermaye geliri

 


 

                                                                                   Hane Halkları

                                                                               

                         

             Harcamalar                Mal ve Hizmetler                    Faktör gelirleri                        Faktör Girdileri

 

 


 

                                                                                    İş Alemi

 


 

                              

                               İhracat                     Gelirler                                   Faktör Girdileri                      Faktör Ödemeleri

 

 


 

                                                                                    Dış Alem

 

 

Milli Hasılayı ekonomide ki mal ve hizmet üretimini ölçmek için kullandığımız için GSMH’ın etki alanının daha geniş olması arzu edilmektedir. Uygulamada tüm üretimi kapsayan GSMH’da iki tür problemle karşılaşılabilir. Öncelikle bazı çıktılar mesela gürültü,kirlenme ve trafik sıkışıklığı problem olarak alınabilir. Dolayısı ile bazı ürünlerin üretim sürecinde ortaya çıkan Kötü durumları bertaraf etmek için GSMH’dan bir tazminat düşmek gerekir. Bu son derece makul ama uygulanması çok güç bir olgudur. Bu sorunlu mallar pazarlanamadığı için miktarlarını ölçmek yada topluma verdiği zararları maliyetlerini hesaplamak güçtür.(Begg.Fisher,Dornbusch,çev.Alkım,2001,sf.325)  Değeri çok fazla olan mal ve hizmetler GSMH içinde değerlendirilemezler. Dolayısı ile ekonomik değerleri yoktur, bunlara örnek, ev işleri, kişisel faaliyetler ve kaydedilmeyen meslek gruplarıdır.

 

 

Milli geliri ölçmenin ise üç farklı yöntemi vardır; Bunlar Üretim yöntemi, Gelir yöntemi  ve Harcamalar yöntemidir. Şimdi kısaca bu yöntemleri açıklayalım.(Dinler,2000,sf.288-289-290)

 

Üretim Yöntemi  :   Bu yöntemin hareket noktası bir ülkede bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin parasal değerinin hesaplanmasıdır. Tabi bu hesaplamaya ulaşabilmek için hareket noktası GSMH, SMH, MG, rakamlarının hesap edilmesi gereklidir.

 

Hesaplama yapılırken öncelikle GSMH hesaplanmalıdır. GSMH iki şekilde hesaplanır,

1-      Nihai malların toplam değerlerinin hesaplanması yöntemi ile ;Bu hesaplamada sadece tüketicinin kullanıma hazır hale gelmiş nihai malların hesaba dahil edilmesi ile oluşur. Fakat burada ki sıkıntı ekonomide üretilen malları hangisi nihai mal, hangisi ara maldır bunu saptamak güçtür.

2-      Katma değer yöntemi ile; Bu yöntemde ise her malın üretimi belirli kademelerden geçer, Örneğin makarna son aşamaya gelene kadar buğday olur öğütülür, işlenir ve tüketiciye sunulur. Üretimin her aşaması katma değer olarak hesaplanır ve GSMH’ya ulaşılır. Mükerrer saymayı ortadan kaldırmak ve malların ara malmı yoksa nihai malmı olduğunun saptanmasındaki güçlüklerin aşılması için, Milli Gelir hesaplarında katma değerlerin toplanması tercih edilmektedir.

 

Üretim yöntemi ile hesaplamanın sakıncalı yönleri ise şu başlıklar altında incelenebilir;

 

1-Hesaplamalarda kullanılan mal ve hizmetlerin piyasada geçerli olan bir fiyatı olması gerekir.

2-Tarım kesiminde faaliyette bulunanların ürettiklerinin ne kadarını piyasaya sunduğu ne kadarını kendi tüketimine ayırdığı bilinmelidir.

3-Kayıt dışı faaliyetlerin tespit edilerek hesaba katılması sağlanmalıdır.

 

Gelir Yöntemi :  Bir ekonomide belirli bir dönemde üretilen mal ve hizmetlerin üretiminde görev yapan üretim faktörlerinin üretimden aldıkları payları toplayarak MG’i hesaplamak mümkündür. Üretim faktörleri sahipleri o ekonomide yaşayan tüketim kesimini oluşturan kişiler olduğuna göre, bu kişilerin bir yılda elde ettikleri ücret, faiz, rant ve kar gelirlerini veren 4 nolu akım tablosundan hareketle MG’i hesaplamak mümkün olacaktır. Burada önemli olan tüm üretim faktörlerinin üretime katılmış ve pay almış olmalılarıdır ve gelirlerini beyan etmiş olmaları gereklidir. Ama burada ki sakınca vergi kaçağının fazla olduğu ülkelerde beyan edilen gelirler düşük olmaktadır. Bu durum hesaplamada güçlük arz etmektedir.

 

Harcama Yöntemi :  Toplumda ki kişilerin harcamalarının toplamı alınarak yapılan hesaplama yöntemidir. Oysa burada ülke üretiminin ve tüketimini dışında dış aleme giden ve dış alemden gelen gelirlerde hesaba katılmalıdır. O halde bir ekonomide belirli bir dönemde yapılan harcamalar, o ekonomideki fertlerin ve firmaların yapacakları tüketim ve yatırım harcamaları ile devletin tüketim ve yatırım harcamalarından oluşmaktadır. Ayrıca bu hesaplamaya ithalat ve ihracat eklendiğinde harcamalar yolu ile hesaplama yöntemi ortaya çıkacaktır . Bu  durumu formüle edersek şu durum karşımıza çıkar.

 

                                   GSMH =C +I +G + (X – M) 

Bu yöntemde özel tüketim ve özel yatırım harcamalarının miktarlarını hesaplamak oldukça güçtür. Bu yöntemin sağlıklı sonuç vermesi için sık sık anket ve araştırmalar yapılması gereklidir. Üç farklı yöntemin uygulanması sonucu rakamların birbirine yakın çıkması gereklidir ve aynı zamanda her ülke kendine uygun hesaplama yöntemini benimsemelidir.

 

Burada Türkiye’nin GSMH ile ilgili bazı bilgiler verilmesinde fayda vardır: 2001 yılında % 9.5 oranında gerileyen GSMH 2002 yılında ilk üç ay itibari ile başlayan canlanma sonucu % 7.8 oranında bir artış sağlamıştır. Harcamalar  yöntemi ile yapılan hesaplamalarda ise  2002 yılı tüketim harcamalarında ki artış 2.4 olarak gerçekleşmiştir.

 

 

 

GELİR DAĞILIMINI TEMEL EKONOMİK AMAÇLAR İÇİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ : Gelir dağılımı üretim faktörlerinin, milli gelirin dağılımından aldıkları payları gösteren ekonomik  bir kavramdır. Bu nedenle gelir dağılımı toplumun her kesimini yakından ilgilendiren bir konudur. Gelir dağılımı bozuk olan toplumlar siyasi yapılarının da genellikle demokratik olmadığı gözlenmektedir. Modern toplumlarda  gelir dağılımının sosyal ve iktisadi bakımından önemi gittikçe artan bir görüntü vermektedir. İhtiyaçları aynı olan herkese, gelirin eşit dağıtılması sosyal bir ideal olarak yerleşmektedir. Milli gelirin, en iyi iktisadi ve sosyal tatmini oluşturmasının toplumda adil gelir dağılımını sağlamakla gerçekleştirilebileceği görüşü temel bir kuraldır. Bu bilgiler ışığında  gelir dağılımının genel özelliklerine  şu şekilde sıralayabiliriz; (www.die gov.tr/türkiye/istatistikler)

 

 

1-      Uzun dönem planlarının yapılmasına yardımcı olur.

2-      Sosyal ve ekonomik planlama ile ilgili politik kararlar alınırken oluşturulması gerekli olan hedeflerin oluşturulması ve ihtiyaçların tespitini kolaylaştırarak sosyal refah planlarının yapılmasına yardımcı olur.

3-      Belirli bir zaman periyodunda yaşam seviyesi üzerinde ki değişimleri ve farklı   sosyo ekonomik gruplar, coğrafi bölgeler, kentsel ve kırsal alanlar gibi yerlerdeki gelir oranında ki eşitsizlikler analiz edilir.

4-      Fiyat politikalarının belirlenmesine yardımcı olur.

5-      Diğer bazı sosyo-ekonomik analizlerde kullanılabilir.

6-      Bölgesel gelişmişlik farklarının giderilmesine ilişkin politikaların belirlenmesine yardımcı olur.

7-      Gelir dağılımı ile ilgili maliye politikalarının tespitine yardımcı olur.

 

Gelir dağılımı politikasının amaçları ve araçları kısa başlıklar halinde şu şekilde sıralanabilir;

Amaçları, eşitlik ilkesi,ihtiyaç ilkesi,çalışma ilkesi,gelir farklılıklarının üst seviyede sınırlandırılması ilkesi,asgari gelir hakkı ilkesi,herkese eşit muamele ilkesi. Araçlarına gelince;Ücret politikası,fiyat politikası,gelirler politikası,maliye politikası,eğitim politikası şeklinde sıralanabilir.

 

Genel özelliklerin,amaçlarının ve son olarak araçlarının  neler olduğu hakkında ki bu kısa  bilgilerden sonra, gelir dağılımını etkileyen faktörlerin neler olduğu hakkında bilgi verelim; Gelir dağılımı kalkınma sürecinde uygulanan politikalardan büyük ölçüde etkilenmektedir. Ancak Globalleşme ile birlikte ülkelerin ekonomi yönetiminde kullanabilecekleri politika araçları azalmaktadır. Söz konusu politika araçları başlıca üç başlık altında toplanabilir.

1-      Döviz kuru kontrolünde ki kontrol yetkisinin kaybedilmesi,

2-      Sermaye piyasalarının Globalizasyonu ile birlikte ülkelerin faiz oranlarını bir politika aracı olarak kullanamamaları,

3-      Globalleşen piyasa koşullarında ülkelerin faiz oranlarını, Dünya faiz oranlarının altına indirerek veya üzerine çıkarak, sermaye akımlarını yönlendirmeleri zorlaşmaktadır.(Adelman,1999,sf.81)

 

 

Gelir dağılımını etkileyen en önemli makro ekonomik değişken, ekonomik büyümedir. Ekonomik büyüme, yatırımları ve dolayısıyla istihdam hacmini arttırmaktadır. Gelir dağılımı adaletinin sağlandığı şartlarda ekonomik büyüme, düşük gelire sahip toplum kesimlerinin gelir düzeyini olumlu yönde etkilemektedir. Ancak ekonomik büyüme ve gelişme, sadece sermaye sahipleri ile bağlantılı hale getirildiğinde, gelir dağılımı adaletsizliğinin düşük gelirliler aleyhine gelişeceği bir gerçektir. Ekonomik gelişme ve gelir dağılımı arasındaki ilişkiyi ilk inceleyenlerden biri A.Lewis'dir.  Lewis gelir dağılımı problemini, kalkınma sürecinin bir gereği olarak kabul etmiştir.

 

Lewis gelir dağılımını sanayi ve tarımdan oluşan iki sektörlü bir modelde incelemiştir. Sanayi sektöründe kapitalistler veri bir ücret haddinde işgücünü tarım sektöründen transfer etmekte ve üretimden elde ettikleri kârları yeniden yatırıma dönüştürmektedirler. Tarımdan sanayiye sonsuz esnek emek arzı olduğundan, kapitalist emeği sabit bir ücret haddinden çalıştırabilmektedir. Kapitalistin kârı ücret hadlerinin sabit olması nedeniyle artmaktadır. Ekonomik büyüme ve kalkınma kapitalistin elde ettiği kâra bağlı olduğundan, kapitalist ve işçi arasındaki gelir adaletsizliği artmaktadır.(Kanbur,2000,sf.798). Ancak söz konusu görüş, ekonomik kalkınmanın ilk safhalarında geçerli olabilir.

 

Büyük bir sermaye birikimi çabası isteyen kalkış aşamasından sonra ücretlilerin durumu göreli istikrar kazanmaktadır. Bir diğer ifadeyle, büyüme koşullarının kendi kendini beslemesi ekonomilerde bölüşüm olgusuna uzun dönemde istikrar kazandırmaktadır. (Başoğlu,Ölmezoğulları ve Parasız: 2000,sf.123).Ekonomik büyüme ile gelir dağılımı arasındaki ilişkinin karşılıklı olduğunu savunan görüşler de mevcuttur. Alesina-Perotti'ye göre, gelir dağılımı ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi bağlantılı hale getiren temel faktör, politik istikrarsızlıktır. Gelir dağılımı adaletsizliği, politik istikrarsızlık sonucu gelişen bir ekonomik olgudur. Gelir dağılımı adaletsizliği, sosyal huzursuzlukların kaynağını oluşturarak toplum kesimlerinin fakirleşmesine neden olmaktadır. Toplum kesimlerinin giderek fakirleşmesi ise mal ve hizmetlere olan talebi azaltarak, yatırım seviyesini olumsuz yönde etkilemektedir.(Alesina and Perotti:1999,sf.1204). Perotti'nin görüşünde, gelir dağılımı adaletsizliği ile sermaye birikimi arasındaki ilişki, politik istikrarsızlığa dayalı olarak açıklanmaktadır.

 

Makro ekonomi politikalarının özellikle bütçe yönetiminin, gelir dağılımı üzerine doğrudan ve dolaylı etkileri vardır. Fiyat istikrarı ve sürdürülebilir bir büyüme politikası gelir dağılımını olumlu yönde etkilemektedir. Fiyat istikrarının sağlanması, düşük gelirlilerin satın alma gücünü yüksek gelir gruplarına göre daha fazla arttırmaktadır. Bu durum, gelir dağılımı eşitsizliğini azaltan önemli bir gelişmedir.

Makro ekonomik istikrarın sağlanması, ekonomik büyümeyi olumlu yönde etkilediğinden kamu gelirleri ve dolayısıyla sosyal harcamalar artmaktadır. Sosyal harcamaların artışı, gelir dağılımının düşük gelirliler lehine gelişmesini sağlayan önemli bir faktördür. Kamu bütçesinin fazla vermesi, uzun dönemde gelir dağılımını olumlu yönde etkileyen diğer önemli bir faktördür. Kamu bütçesinin fazla vermesi, kamu harcamalarına ve yatırımlara ayrılabilecek kaynakların artmasına neden olmaktadır. Bu nedenle kısa dönemde mali disiplinin sağlanması, orta ve uzun vadede kullanılabilir kamu gelirlerinin artmasına neden olduğundan, hükümetlerin gelir eşitliğini sağlama güçleri artmaktadır. (Aninat, Bauer and Cowan :1999,sf.117).

 

Özellikle gelişmekte olan ülkelerde enflasyonun hane halklarının satın alma güçleri üzerinde önemli etkileri vardır. Yüksek oranlı enflasyon, paranın satın alma gücünü düşürmektedir. Enflasyon oranının düşmesi ise kaynakların yeniden dağılımına neden olarak düşük gelirlilerin satın alma gücünü arttırmaktadır. Düşük enflasyon oranı, alt gelir grupları açısından kamu transferlerinin reel değerini arttırmaktadır.(Aninat, Bauer and Cowan:1999,sf.122-123).

 

Gelir dağılımı ekonomik büyüme, bütçe fazlalığı ve enflasyon gibi makro ekonomik değişkenlerin dışında, teknolojik gelişmeler ve göç sürecinden de etkilenmektedir. Teknolojik gelişmeler, üretimde eğitimli emeğin payını arttırmaktadır. Emeğin eğitim düzeyi, çalışanlar arasındaki ücret farkını belirleyen temel faktörlerdendir. Eğitimli emeğe olan talep, emek arzının üzerinde artış gösterdiğinde, eğitimli emek ile eğitimsizler arasındaki ücret farkı açılmaktadır.

 

ABD'de 1839-1973 yıllarını kapsayan ve gelir eşitsizliğinin nedenlerinin araştırıldığı bir çalışmada, elde edilen sonuçlar üç temel başlık altında toplanmıştır:1.Nüfus artışı, 2. Teknolojik gelişme düzeyi, 3. İşgücünün niteliksel gelişimi. Buna göre, teknolojik gelişme, nitelikli işgücüne olan talebi arttırmaktadır. Ancak nitelikli işgücünün gelişimini olumsuz etkileyen en önemli faktör ise, nüfus artış oranı olarak belirlenmiştir. Çalışmada nüfusun artış oranı ile işgücünün niteliksel gelişimi arasında, negatif bir korelasyon bulunmuştur. İnceleme dönemleri boyunca, nüfusun artış hızı, işgücünün niteliksel gelişiminin üzerinde gerçekleşmiş olduğundan nitelikli ve niteliksiz işgücü arasındaki ücret farkı giderek açılmıştır.(Williamson and Lindert:1980,sf.205).

 

 

                                                           3. BÖLÜM

 

 

MG’İN EKONOMİK ANLAMI:   Burada söz konusu olan kavramı ekonomide ne gibi faktörleri içine aldığı ve ekonomik sonuçlarının neler olduğunu açıklamaya çalışalım; Milli gelirle ilgili başlangıçta da söylediğimiz gibi, bir ülkede bir yıl içinde üretilen mal ve hizmet miktarını ifade eder. Bir ülkenin gelişmişlik düzeyini ortaya koyarak, diğer ülkelerin gelişmişlik dereceleri ile karşılaştırmada kullanılır. Bunun dışında ülkelerin refahları hakkında da kabaca bilgi verir. Fakat burada milli gelir rakamlarına giren faaliyetlerin bir bölümü refahı artırmayabilir. Bazı faaliyetlerde bu rakamlara dahil edilmesi gerektiği halde dahil edilemez,bu nedenle refahı ölçmesi bakımından milli gelir rakamlarının sıhhatli olmadığını belirtmek gereklidir. Milli gelirin üç farklı yöntemle hesaplandığını daha önce belirtiştik. Hangi yöntemle hesaplanırsa hesaplansın sonuç birbirine yakın çıkmaktadır. Kapalı bir ekonomide  milli gelir hesaplanırkenortaya çıkan eşitlik şu şekildedir;

                                              

Y=C+I+G

 

Açık ekonomide ise bu eşitliği şu şekilde ifade edebiliriz;

                                               Y=C+I+G+(X-M)

 

Halini almaktadır. Milli gelirin belirleyicisi olan bu faktörlerin açılımları ise şu şekilde ifade edilir.  Y milli geliri ifade eder,  C  tüketimi, I yatırım harcamalarını, G devlet harcamalarını, X ihracatı,  M ise ithalatı temsil eder.(Dinler,2000,sf.300) Tüm bunların sonucu milli gelirin ekonomik anlamı hakkında kısaca bilgi verilmiştir.

 

 

DÜNYADA GELİR DAĞILIMI ADALETSİZLİĞİNE İLİŞKİN ÜLKE ÖRNEKLERİ:

 

Burada öncelikle genel anlamda gelir dağılımı ,hesaplanması, ülke örnekleri tartışılacaktır. Gelir dağılımı genellikle kalkınma sürecinde ki ülkeleri daha fazla ilgilendirmektedir. Buradan hareketle gelir dağılımının adaletsizliğinin fazlaca olduğu ülkeler Latin Amerika, Sahra Afrika’sı ve Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bağımsızlığını kazanan ülkelerdir. Dünyada gelir dağılımında ki adaletsizliklerini hesaplamada  kullanılan iki ayrı analiz ölçümü vardır. Bunlar LORENZ EĞRİSİ ve GİNİ KATSAYISI’ dır. Şimdi bunlar hakkında kısaca bilgi verelim.

 

 Lorenz Eğrisi, ülke nüfusu arasında ulusal gelir toplamının kümülatif dağılımını göstermektedir. Lorenz Eğrisinde gelir yüzdeleri dikey eksende, nüfus yüzdeleri yatay eksende yer almaktadır. EF köşegeni üzerindeki noktalar, eşit gelir dağılımını göstermektedir. EF köşegeni üzerindeki noktalarda gelirin yüzdeleri ile nüfusun yüzdeleri eşitlenmektedir. Bu durum mutlak eşitlik halidir. EF yayı üzerindeki noktalar ise eşitlikten sapan gelir dağılımı kombinasyonlarını göstermektedir.(Dülgeroğlu:1991,s.15).

 

 

 

 

 

            %Y                             F

 

 

 

 

 

 

                                               B

          E                                               %N

 

Gini Katsayısı ise Lorenz Eğrisinden türetilen ve gelir dağılımı eşitsizliğini ölçen bir katsayıdır. Gini Katsayısı, mutlak eşitlik doğrusu ile Lorenz Eğrisi arasında kalan alanın. mutlak eşitlik doğrusu altında kalan üçgenin alanına bölümü ile elde edilir.(EBF/ENF). Toplam ulusal gelirin önemli bir yüzdesi, nüfusun küçük bir yüzdesi arasında paylaşıldığında, Lorenz Eğrisi eşitlik doğrusundan uzaklaşmaktadır. Bu nedenle Gini Katsayısı gelir dağılımı bozuldukça yükselen bir değer almaktadır.

 

Dünya ölçeğinde gelir dağılımı değişim göstermektedir. Gelir eşitsizliğinin en fazla olduğu bölge, Latin Amerika ve Aşağı-Sahra Afrika'dır. Söz konusu bölgelerde Gini katsayısı yaklaşık olarak 0.50 civarındadır. Son yıllarda dönüşüm sürecindeki ülkelerde de gelir eşitsizliği artmıştır. 1980'li yıllarda bu ülkelerde Gini katsayısı 0.25 iken 1990'lı yıllarda 0.30'u aşmıştır.(Tanzi-Chu- Sanjaev:1999,s.20). Çin ve Hindistan gibi dünyada nüfusu kalabalık ülkelere ait gelir dağılımı verileri incelendiğinde, Çin'in Gini katsayısı 0.41, Hindistan'ın ise 0.33'tür. Çin'de en üst gelir diliminde yer alan nüfusun %10'u toplam gelirin %30.9'unu, Hindistan'da ise %28.4'ünü almaktadır.(World Development Report: 1997, s.222). DİE tarafından yapılan gelir dağılımı anket sonuçlarına göre, 1994 yılı itibariyle Türkiye'de Gini Katsayısı 0.49'dur. Gini katsayısı gelişmiş ülkelerde 0,25 dolayında seyrederken,gelişmekte olan ülkelerde 0,5-0,6 dolayındadır.(TOPRAK ve diğerleri:2001,s.307) Gini katsayısı 1’e yaklaştıkça ülkelerin gelir dağılımları aşırı bozulmaktadır, sıfıra yaklaştıkçada tam eşitliğe yaklaşmaktadır. 

 

Gelir dağılımında yaşanan adaletsizlikler hükümetleri, düşük gelir gruplarına yönelik önlemler almaya yöneltmektedir. 1990'lı yıllarda OECD ülkelerinde hükümetlerin ekonomiye sosyal amaçlı müdahaleleri artmıştır. Hükümetlerin toplam harcamalarının 3/4'ü transfer harcamaları ve kamu ücret ödemelerinden oluşmuştur. Bunun anlamı, nüfusun giderek artan bir bölümünün gelirlerinin önemli bir kısmını sosyal yardım amaçlı ödemeler şeklinde devletten aldığıdır.(Alesina:1999,s.219) Transfer harcamalarındaki artış, gelirin yeniden dağıtımı açısından devlete yeni görevler yüklendiğini göstermektedir. Kaynakların giderek artan miktarlarda transfer harcamalarına yönlendirilmesi, yatırımlara ayrılacak payın azalmasına neden olmaktadır. Ayrıca burada belirtilmesi gereken önemli hususlarda biride devlet borçlarıdır. Gelişmiş ekonomilerde Kamu kesimi borçlanma oranı,GSMH’nın %60’ını geçmemektedir. Buda gelir dağılımını fazlaca etkilememektedir. Fakat Türkiye gibi borç içerisinden çıkmaya çalışan ülkelerde aşırı borçlanma sorun yaratmakta ve bu durum GSMH’yı  ve otomatik olarakta gelir bölüşümünü etkilemektedir. Türkiye’nin borç yükü toplamı yaklaşık olarak GSMH’nın %102 kadardır. (iç ve dış borç toplamı) Türkiye her yıl %6.5 faiz dışı fazla vererek ancak 6 yıl sonra yukarıda belirtilen rakama ulaşabilecektir.(www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/ekonomi.html) Mevcut durum itibari ile bu zor görünmektedir. Bunun  en büyük sebepleri; kayıt dışı ekonomi,kaynak savurganlıkları ve yolsuzlukların, ülke vatandaşlarının sırtından ağır vergi yükleri ve  borçlanma ile kapatılmaya çalışılmasıdır. Ayrıca Transfer harcamalarındaki artış, gelişmekte olan ülkelerde vergi yükünün artmasına, büyümenin yavaşlamasına ve işsizliğin artmasına neden olan önemli bir faktördür. Burada gelişmiş ülkelerde ve gelişmekte olan ülkelerde ki işsizlik sorununun nasıl olduğu ve olması gerektiği hakkında bilgi vermek gerekecektir. Gelişmiş ülkelerde işsizlik oranı %1 ile 3 arasında değişmektedir. Yani gelişmiş ülkelerde işsizlik sorununu yok sayamayız. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde ise bu soru daha da büyük boyutlara ulaşmaktadır. Örneğin Türkiye’de 2003 yılı itibari ile işsizlik oranı %12’ler civarındadır(www.die.gov.tr/istatistikler). Buradan hareketle gelir dağılımında ki adaletsizliklerin sebeplerinden bir tanesinin işsizlik sorunu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Burada dikkat edilmesi gereken başka bir hususta bütçe açıklarıdır. Gelişmiş ülkelerde bütçe açıkları ile karşılaşmak güçtür. Gelişmiş  hiç açık vermiyor denilemez. Bir ekonomide bütçe açığının  GSYİH’nın %3’ünü aşmaması gereklidir.  Bunun sonucuda gelişmiş ülke vatandaşlarının refah düzeyleride bu duruma endekslidir denilebilir. Fakat Türkiye’nin yüksek oranlı bütçe açıkları ile karşı karşıya olması temel sorunlarından birini teşkil etmektedir. Türkiye’nin 2001 yılı sonu itibari ile bütçe açığı %15.5 (www.die.gov.tr.) civarındadır ve halen artarak devam etmektedir. Bunun sonucu olarakta ağır bütçe açıkları vatandaşlardan vergi yolu ile kapatılmaya çalışılmakta ve bu durum da gelir dağılımını olumsuz yönde etkilemektedir. Türkiye’nin  Şimdi  gelir dağılımı adaletsizliğine ilişkin bazı ülke örneklerini tablo halinde sunalım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tablo;  Ekonomik büyüklüklerine göre ülke sınıflandırması (satın alma gücü paritesine göre)

 

 

 

 

SIRA

  ÜLKE ADI

      KBMG 

         ($)                

      GSMH 

    (Milyar $ )               

      NUFUS

     (Milyon)

1

ABD

      35,060

     10,110

         288

2

ÇİN

4,390

       5,625

      1,281

3

JAPONYA

      26,070

       3,315

         127

4

HİNDİSTAN

2,570

       2,691

      1,048

5

ALMANYA

      26,220

       2,163

 82

6

FRANSA

      26,180

       1,556

 59

7

İNGİLTERE

      25,870

       1,523

 59

8

İTALYA

      25,320

       1,467

 58

9

BREZİLYA

7,250

       1,266

         174

10

RUSYA

7,820

       1,127

         144

11

KANADA

      28,070

          882

 31

12

MEKSİKA

8,540

          862

         101

13

İSPANYA

      20,460

          842

41

14

GÜNEY KORE

      16,480

          785

48

15

ENDONEZYA

2,990

          632

         212

 

16

AVUSTRALYA

      26,960

          528

20

17

HOLLANDA

      27,470

          443

16

18

G.AFRİKA

9,870

          430

44

19

TÜRKİYE

6,120

          426

70

20

İRAN

6,340

          415

66

21

TAYLAND

6,680

          411

62

22

POLONYA

      10,130

          391  

39

23

ARJANTİN

9,930

          377

38

 

 

 

 

 

                                      Kaynak;   World bank report  2002

 

 

 

 

 

Bu tablo ülkelerin satın alma gücü paritelerine göre hesaplanmış GSMH oranlarıdır. Tablodan da anlaşılacağı üzere Milli geliri yüksek olan ülkelerin ,Nüfuslarına bölündüğünde ortaya çıkan KBMG rakamları; Amerika,Kanada, Avustralya,Japonya,AB ülkelerinde 20,000 $ üzerindedir. Bunun yanı sıra Gelişmekte olan Ekonomileri ile G.Kore,Polonya,gibi ülkelerin 10,000$ üzeride, 10,000 $ sınırına yaklaşan Arjantin, G.Afrika,Rusya,Brezilya vb. ülkeler sıralama içinde yer almaktadır. GSMH’sı büyük olduğu halde nüfus yoğunluğu fazla olan Çin ve Hindistan henüz gelir dağılımını tam sağlayamamıştır. Türkiye gibi bazı politik ve demografik faktörler dolayısı ile gelir dağılımının düzensiz olduğu ülkelerde Milli gelir büyüklükleri itibari ile bu sıralamaya katılmışlardır. Aslında burada göz önüne alınması gereken önemli bir husus vardır. Bu husus gelişmesini tamamladığı halde  ülke içinde ki bölgeler itibari ile gelişmekte olan ve gelişmiş bir çok ülkede bölgesel gelir dağılımı farkı olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.

 

 

 

 

 

SONUÇ :  Sonuç olarak bahsedilen  makro büyüklükler ekonominin genel dengesini, gelişmişlik  düzeylerini, büyümelerini, refah düzeylerini, sosyal beklenti ve yaşantıları hakkında bilgi vermektedir. Burada asıl bahsedilmek istenen konu ise GSMH’nın bazı sonuçlarını belirtmek gerektiği konusu ortaya çıkmaktadır. GSMH  her yıl hesaplanırken aradaki fark o ülkenin yıllık büyüme oranını vermektedir. İşte bu oran farklı ekonomilerin performanslarının karşılaştırmada kullanılan temel kriterlerden birisidir. Kayıtların sağlıklı olarak tutulduğu ekonomilerde bu oran ekonominin mal ve hizmet üretme yeteneğinin nasıl bir seyir izlemesi gerektiğini ortaya koyar. Bunun yanı sıra ekonominin gerçek performansına nüfus artış hızıda etki etmektedir. Bu yüzden bu hesaplamada ciddi bir şekilde yapılmalıdır. Bu hesaplamalar sonucunda ekonominin ürettiği mal ve hizmetin artış oranı ile nufus artış hızının arasındaki fark net büyüme oranının verir. Gelişmiş dünya ülkelerinin yıllık büyüme hızları %2 ila 2.5 arasında seyrederken bu oran Türkiye’de %4-4.5 arasında değişmektedir. Büyüme oranında AB ve OECD ülkeleri fazla bir dalgalanma göstermezken Türkiye ve Japonya’da önemli dalgalanmalar yaşanmıştır. Gelir dağılımı açısından konuya bakarsak karşımıza şu sonuçlar çıkar; öncelikle bir ülkede yaşayan insanların refah düzeyinin göstergesi olarak üretilen mal ve hizmetlerin miktarı kadar  fertler arasında nasıl bölüşüldüğü de önem arz etmektedir. Bu bölüşüm bir yıl içinde elde edilen gelir yüzdesi ile nüfus yüzdesinin nasıl bir ilişki gösterdiği ölçülmektedir. Gelir ve ölçümler itibari ile dağılımı incelersek, en yoksul %40’lık nüfus diliminin gelirden aldığı pay gelişmiş ülkelerde %17-20 arasında değişmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde ise oldukça farklı eğilimler ortaya çıkmaktadır. Örneğin Brezilya’da nüfusun en yoksul %40’lık kısmının gelirden aldığı pay %7 Endonezya’da ise  bu rakam %20 dolayındadır. Türkiye’de ise En son 1994’te yapılan hesaplamada %13,5 olduğu gözlenmiştir. Bütçenin GSMH’ya oranlarına bakacak olursak; Konsolide bütçe giderlerinin GSMH’ya oranı 2002 yılında bir önceki döneme göre gerileme kaydetmiş ve oran %42,3’e gelmiştir. Vergi gelirlerinin  GSMH’ya oranı ise aynı dönem itibari ile %21,8 gerilemiştir. Bütçe açığının GSMH’ya oranı ise 2002 yılı itibari ile bir yıl öncesine göre 1,8 azalarak %14,7 olarak gerçekleşmiştir.  Dış borçların GSMH’ya oranında ise bir düşüş kaydedilmiştir. Bu oran bir önceki yıl itibari ile %5,2 puan düşüşle %72,9 olarak gerçekleşmiştir. Dış borç servisinin GSMH’ya oranı ise bir önceki yıla göre azalarak %15,9 olarak gerçekleşmiştir.(Ekonomik Rapor:2003,s99,100,101) Sonuç olarak açıklamaya çalıştığımız bu makro büyüklükler ekonomilerin performansları, gelişmişlik düzeyleri,dış ticaretleri  hakkında bilgi vermektedir. Bu yüzden bu büyüklükler hesaplanırken ciddi hatalar yapılmaması gerekmektedir. Ülkelerin üretimleri sonucu elde ettikleri geliri eşit dağıtmaları için yaptıkları çalışmalar ülkenin ülkelerarası performansını ve dünya üzerinde ki yerini tesbite yardımcı olacaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yararlanılan Kaynaklar

Adelman Irma, "Comments", Economic Policy and Equity, ed: Tanzi Vito, Chu Ke-Young and Gupta Sanjaaev, IMF,1999, pp.81-84.

Alesina Albertto and Perotti Roberto, "Income Distribution, Political İnstability and Investment", European Economic Rewiev, Vol:40, 1996, pp.1203-1228.

Alesina Alberto, "Too Large and Too Small Governments", Economic Policy and Equity, ed: Tanzi Vito, Chu Ke-Young and Gupta Sanjaaev, IMF,1999, pp.216-234.

Aninat Eduardo, Bauer Andreas and Cowan Kewin, "Adressing Equity Issues in Policy Making, Lessons from the Chilean Experience", Economic Policy and Equity, ed: Tanzi Vito, Chu Ke-Young and Gupta Sanjaaev, IMF,1999, pp. 109-149.

Başoğlu Ufuk, Ölmezoğulları Nalan ve Parasız İlker, Gelir Bölüşümü: Teori, Politika, Bursa: Ekin Kitabevi Yayınları,1999.

Begg David,Fisher Stanley,Dornbusch Rudiger,Çev.Vildan Serin ,İstanbul,Makro İktisat,Alkım yayınları,2001.

Dinler Zeynel, İktisada Giriş, Bursa ,Ekin Kitapevi yayınları,Beşinci baskı,2000,

Dülgeroğlu Ercan, Kalkınma Ekonomisi, Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi, 2.Baskı,1991.

.Kanbur Ravi, "İncome Distribution and Dewelopment", . Handbook of İncome Distribution, Vol:1, ed: Atkinson Antony and Bourguignon Francois, New York: Elsevier, 2000, pp.792-834.

Lipsey ,Steine,Purvis,Yayın sorumlusu Ahmet Çakmak,İktisat 2 ,istanbul,Bilim Teknik Yayınevi,1992.

Paya Merih, Makro İktisat,İstanbul,Filiz Kitapevi,1997

Toprak,Metin ve diğerleri,Küreselleşen Dünyada Türkiye Ekonomisi,Siyasal kitabevi,Ankara,2001

Yıllık Ekonomik Rapor,Maliye Bakanlığı,Ankara,2003

Williamson S.G- Lindert P.H, American Inequality:A Macroeconomic History, New York: Academic Press, 1980.

World Dewelopment Report,1997,2002.

www.die.gov.tr/Türkiye/istatistikler

www.aksam.com.tr./arsiv/aksam/ekonomi.html

www.oecd.org

 

 

 

2003-2004 BÜTÇELERİNDE ELE ALINAN EKONOMİK VE MALİ               PROGRAMLAR, GELİR DAĞILIMI VE GELİRİN YENİDEN DAĞILIMINA İLİŞKİN AÇIKLAMALAR, HEDEFLER, PROGRAMLAR, İSTATİSTİK VERİLER, YORUM, GÖRÜŞ VE DEĞERLENDİRMELER

                                                                          

Hazırlayan:Ayhan ORHAN

 

 

GİRİŞ       

 

Ülkemizde halen uygulanmakta olan istikrar politiklarının etkisi ile gelir dağılımında ki adaletsizliğe ilişkin uygulamaların tam ve net bir şekilde ortaya konulmadığı yadsınmaz bir gerçektir. Halen Dünya’da orta alt gelir sevyesinde bulunan Türkiye’nin bu olumsuz şartları aşmak için yeterli düzeyde büyümesi ve bağımlılık yapısından kurtulması gerekli bir ön şarttır.

 

Demografik olarak genç bir nüfus yapısına sahip olan ülkemizde öncelikli sorunlardan biri olan işsizliğin bir an önce çözümlenmesi ön şartlardan bir tanesidir. Ayrıca bölgesel kalkınma farklılıklarının çok fazla yaşandığı bilinen bir gerçektir. Bu farklılıkların temelinde yatan asıl gösterge ise halen tarıma dayalı üretim yapan bölgelerimizin varlığıdır. Ülkemizin geçmiş dönemler itibari ile kalkınma hamleleri için başlatmış olduğu yatırımların finansı borçlanmalarla sağlanmıştır. Bu borçlar ve verilen teşvikler yatırımlara dönüşmemiş bu durumun sonucundada kişisel gelir farklılıkları ve işsizlik ile beraber yoksullukta ön plana çıkmıştır.

 

Bu çalışmada bir sınırlama yaparak son iki yılın verilerine bakarak bir analiz yapmaya çalışacağız. Bu analizimizin dayandığı nokta ise yıllık harcamaların ve gelirlerin net bir şekilde ortaya konduğu ve yıllık olarak hazırlanan bütçelerden yola çıkacağız. 2003-2004 Bütçelerinde ele alınan mali programlar, gelir dağılımına ilişkin veriler ve istatistikler ile değerlendirmler yapılacaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2003 BÜTÇESİNDE GELİR DAĞILIMI İLE İLGİLİ İSTATİSTİK VERİLER

 

Çalışmada öncelikli olarak 2003 yılı genel değerlendirmesine bakmakta fayda vardır. 2003 yılı Eylül ayı itibari ile toptan eşya fiyatlarında ki kümülatif artış oranı 11 puan gerileyerek %10.7 ve yıllık artışta 21.8 puan azalarak %19.1 olarak gerçekleşmiştir. Tüketici fiyatlarında ise bu dokuz ay boyunca 6.3 lük bir azalış ile %13.8 ve yıllık artışta 14 puan azalışla %23 seviyesinde gerçekleşmiştir.

 

Konsolide bütçenin 2003 yılının ilk dokuz ayında, giderler %27 oranında artarak 101.6 katrilyon TL., bütçe gelirleri %29.5 oranında artarak 71.8 katrilyon TL. ve buna bağlı olarakta bütçe açığı %21.3  artışla 29.8 katrilyon düzeyinde gerçekleşmiştir. Borç faiz ödemelerinde artış oranı %18.4 sosyal güvenlik kuruluşlarına yapılan transferlerde ki artış %62 olarak gerçekleşmiştir. Konsolide bütçe faiz hariç dengede 16.7 katrilyon TL. fazla vermiştir.

 

Vergi gelirlerinin bütçe giderlerini karşılama oranı %59.2’ye, bütçe gelirlerinin giderlerini karşılama oranı %70.6’ya yükselmiştir. 2002 yılında %12.8 olan kamu kesimi borçlanma gereğinin GSMH’ya oranının 2003 yılında %8.7 ‘ye gerileyeceği hesaplanmıştır. İç borç stoku 2003 yılı Eylül ayı itibari ile 2002 yılı sonuna göre %19.2 oranında artışla 178.7 katrilyon olmuştur. Dış borç stoku 2003 haziran ayıitibari ile 137.9 milyar $’a yükselmiştir. Bu dönemde 10.6 milyar $ anapara, 3.6 Milyar $ faiz olmak üzere 14.2 milyar $ borç ödenmiştir. Genel anlamda Türkiye ekonomisinin durumu bu istikamettedir. Gelir dağılımı ile ilgili gelişmelere bir göz atılırsa; Türkiyenin nüfusu 2003 yılı sonunda 70.7 milyon olarak hesaplanmıştır. 2004 yılında ise 71.8 milyon kişi olarak tahmin edilmektedir. Kişi başına GSMH 2003 yılında 3336 $ 2004 sonunda ise 3645 $ olarak tahmin edilmiştir. Transfer harcamaları 95.968 Trilyon 2003 sonu itibari ile 2004 sonunda ise  108.201 trilyon olarak programlanmıştır.    

 

Gelir dağılımı ile ilgili olarak 2003 Yılı  konsolide bütçesinde Kamu gelirleri, Kamu harcamaları ve gelir-gider dengesi ile ilgili istatistiki veriler bize yol gösterecektir. 2002 Yılında maliye politikalarının temel hedefi önemli oranda faiz dışı fazla vererek kamu borç stokunun sürdürülebilirliğini sağlamak olmuş ve bu amaçla gelir arttırıcı ve harcama disiplinini sağlayıcı tedbirlere ve düzenlemelere devam edilmiştir. Mali disiplinin  sağlanmasına özen gösterilmesine rağmen, yılın ikinci yarısı itibari ile yaşanan belirsizlikler ve erken seçim ortamına giriş kamu mali dengesini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu sebeple öngörülen faiz dışı fazla hedefine ulaşılamamıştır. Seçimler nedeniyle 2003 yılı bütçesi ancak 2003 mart ayında yayımlanmıştır. Aşağıda ki ve bir  sonra ki sayfada ki tablodan ve grafikten  bu durumu takip edebiliriz.

Yıllar itibari ile bütçe dengesinin,Bütçe giderlerinin,Faiz hariç dengenin ve bütçe gelirlerinin GSMH’ya oranlarını takip edebiliriz. Buna göre,  2001 yılında %45.7’ye yükselen konsolide bütçe giderlerinin GSMH’ya oranı 2002 yılında %42.3’e gerilemiştir. 2001 yılında %29.2’ye çıkan bütçe gelirlerinin GSMH’ya oranı 2002 yılında %27.6’ya gerilemiştir. Vergi gelirlerinin GSMH’ya oranı 2001 yılında %22.5’e çıkmış, 2002 yılında ise %21.8’e gerilemiştir.

 

Bütçe gelirlerinin giderlerini karşılama oranı 2001 yılında %64’e inmiş, 2002 yılında ise %65.3 olmuştur.  Bu gelişmelere paralel olarak vergi gelirlerinin giderlerini karşılama oranı 2001 yılında %49.3’e inmişken, 2002 yılında artarak %51.6 olmuştur. Gelir ve giderler arasında ki bu gelişmeler neticesinde, Bütçe  açığının GSMH’ya oranı 2001 yılında 5.9 puan artarak %16.5 olmuş, 2002 yılında ise 1.8 puan azalarak %14.7 olarak gerçekleşmiştir. Faiz hariç bütçe dengesinin GSMH’ya oranı  ise 2001 yılında %6.8’e çıkmış, ancak 2002 yılında %4.3 gerilemiştir.

 

2003 yılı sonuda ise konsolide bütçe giderlerinin GSMH’ya oranının %39.5’e inmesi, bütçe gelirlerinin GSMH’ya oranının ise %28.1 yükselmesi, bütçe gelirlerinin giderlerini karşılama oranının 5.8 puan artışla %71.1’e, vergi gelirlerinin giderleri karşılama oranının da 9.9 puan artışla %61.5’e  çıkması öngörülmüş ve bu az bir farkla da olsa gerçekleşmiştir. 

 

 

                  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BÜTÇE GİDERLERİ

 

Bütçe giderleri 2002 yılında bir önceki yıla göre %43.6 oranında artış göstererek 115.7 Katrilyon TL olurken cari giderler %52.1 ve yatırımlar %66.1 oranında artmıştır. Transfer harcamalarında ise sosyal güvenlik kuruluşlarına yapılan transferler %119.2 ve vergi iadeleri %94.2 oranlarında artış göstermiştir. Faiz ödemelerinde ki artışl ise %26.3’de kalmıştır. Bununla birlikte toplam transfer harcamalarında ki artış oranı %38.8 olarak gerçekleşmiştir. Aşağıda ki tabloda bu durum izlenebilir.

 

 

 

 

 

 

         BÜTÇE GİDERLERİNİN EKONOMİK YAPISI (MİLYAR TL)

 

 

 

               

 

                   

 

 

 

 

 

                     

 

                    BÜTÇE GİDERLERİNİN % DEĞİŞMELERİ

 

 

 

2002-2003 Eylül ayları itibari ikle gerçekleşen artışla bütçe giderlerinde artış mevcuttur. Cari giderler içinde personel giderleri %34.7 artarken transferlerde ise faiz ödemelerinde %18.4, sosyal güvenlik transferleri %62, vergi iadeleri %60.6 oranında artış göstermiştir

 

 

 

BÜTÇE GELİRLERİ


Gelirlerde ise 2002-2003 Eylül dönemleri itibari ile 55.4 Katrilyon olan Bütçe  gelirleri 2003 yılında %29.5 artışla, 71.8 katrilyon TL olmuştur.Bu dönemde vergi gelirleri %43.3 oranında artarak 42 Katrilyondan, 60.1 Katrilyona yükselmiştir. Vergi dışı normal gelirler %21.5 oranında azalarak 7 Katrilyon TL ve özel gelir ve fonlarda %12.4 azalışla 3.2 Katrilyon düzeyinde gerçekleşmiştir.  Burada vergi gelirlerinin dağılımı ile ilgili bir tablo vermek yararlı olacaktı

 

 

 

 

 

 

 

 

                        BÜTÇE GELİRLERİ (MİLYAR TL)

 

 

 

 

 

Bu tablodanda anlaşılacağı üzere Türkiyede gelir üzerinde alınan vergiler çoğunluktadır. Aynı zamanda kaynakta kesilen vergilerde vergi gelirlerinin yüksek bir oranını oluşturmaktadır. Gelir gider dengesi açısından ise Türkiye yıllar itibari ile sürekli açık vermektedir. Bunun nedeni ise yüksek vergi kaçakları, faiz gelirlerinin vergilendirilememesi gibi gelir düşürücü bazı sorunların olmasıdır.

 

 

DEVLET BORÇLARI

 

Bu  bölümde ise devletin iç ve dış borçlarının  durmunu izleyeceğiz. Bunun altında yatan sebep ise borçların fazla olmasının gelir dağılımını bozucu etki yaratması olgusu vardır. 2003 yılı sonu itibari ile 145.7 Katrilyon TL tahvil,33 Katrilyon TL bono olmak üzere iç borç tutarı toplam 178.7 Katrilyon TL olarak gerçekleşmiştir. Bir önce ki yıla göre %19.2’lik bir artış gözlemlenmektedir. 2003 yılı sonu itibari ile iç borç stokunun %67.4’ü nakde bağlı tutardır. Bu dönem itibari ile iç borçların GSMH’ya oranı düşüş kaydetmiştir. Aşağıda ki grafikte iç borç stokunun yapısı itibari ile durumu net bir şekilde görülmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

Dış borçlarda ise  2003 yılı ortalarında bir önce ki yıla göre %5.1 artışla 137.9 Milyar dolara yükselmiştir. Bu borç dökümünde kısa vadeli borçlar bir önce ki döneme göre %10.5 artmış, uzun vadeli borçlar ise bir once ki döneme göre %4.4 artış göstermiştir. Bu borcun dağılımında ise şu durum karşımıza çıkmaktadır. Orta ve uzun vadeli dış borç stokunda kamu kesimi borçları 66.9 milyar dolar,Merkez bankasının borcu 22.9 milyar dolar ve özel kesim borcuda 31.3 milyar dolar  olarak gerçekleşmiştir. Kısa vadeli borçlarda ise 7.3 milyar dolar ticari bankalara,9 milyar doları diğer sektörlere ait, Merkez bankasının borcu ise 436 milyon dolardır.Aşağıda ki grafik bu durumu yansıtmaktadır.

 

 

 

 

 

Toparlayacak olursak, 2003 bütçesinin uygulanması sırasında hedeflenen sonuçlara ulaşmakta bir sorun yaşanmayacağı öngörülebilir. Bu dönemde Bütçe giderleri 121.7 Katrilyon, gelirleri ise 88.7 Katrilyon olarak gerçekleşmiştir. Bütçe giderleri içinde ;

Personel giderleri          27.4 katrilyon,

Diğer cari giderler                   5.5  katrilyon,

Yatırım giderleri            4.5  katrilyon,

Transferler                    84.3  katrilyon, 

Olarak gerçekleşmiştir. Transferler içinde yer alan önemli gider kalemlerinde ise durum;

Borç faiz ödemeleri                                   53.2 katrilyon,

Vergi iadeleri                                               7.3 katrilyon,

Sosyal güvenlik kurumlarına taransferler     14.8 katrilyon,

Tarımsal destekleme ödemeleri                             2.4 katrilyon,

KİT’lere transferler                                     1.3 katrilyon ,

Olarak gerçekleşmiştir. Konsolide bütçe gelirlerinin ise ;

Vergi gelirleri                     74.7 katrilyon,

Vergi dışı normal gelirler       8.8 katrilyon,

Özel gelir ve fonlar               3.6 katrilyon,

Katma bütçe geliri                         1.7 katrilyon, olarak gerçekleşmiştir. Bu sonuçlar itibari ile faiz dışı fazla bu dönemde 20.2 katrilyon olarak gerçekleşmiştir. Bütçe gelir ve giderleri bir önceki döneme göre artış göstermiştir. Bu sonuca ulaşmada mali disiplinin sağlanması ve devam ettirilmesi önemli bir yer tutmaktadır.Bu dönemde ek bütçe onaylanmış ve  4.5 katrilyon ek ödenek alınarak bu ödenek ;

Personel gidelerine                                    576 trilyon,

Vergi iadelerine                                          1.8 katrilyon,

Sosyal güvenlik kurumlarına                               1.2 katrilyon,  

Sosyal yardımlaşma ve dayanışma fonuna    327 trilyon,

Gelir desteği ödemelerine                            310 trilyon,

Yeşil kart ödemelerine                                155 trilyon,

Yedek ödenek olarak ise                                      100 trilyon olarak paylaştırılmıştır.

Dönemin bütçesinde özellikle gelir dağılımı olumsuz olan bireylere yönelik bütçe uygulamaları dikkat çekmektedir.Aynı dönemde mali disiplin uygulaması açısında çeşitli transfer kalemlerinden 6.5 katrilyon TL ödenek iptal edilmiştir.

 

2004 BÜTÇE  HEDEFLERİ

 

2004 Bütçesinde Bütçe giderleri 160.9 katrilyon, bütçe gelirleri 114.5 katrilyon TL,bütçe açığı 46.4 katrilyon TL ve faiz dışı fazla 19.8 katrilyon TL olarak öngörülmüştür.Bütçe giderlerinin;

 

35.3 katrilyon lirası  personel,

9.9 katrilyon lirası diğer cari,

7.6 katrilyon lirası yatırım,

108.2 katrilyon lirası ise transfer ödeneklerinden oluşmaktadır.Transfer kalemleri içinde ;

Borç faiz ödemelerine 66.2 katrilyon lira,

KİT transferlerine 1.5 katrilyon lira,

Vergi iadelerine 11.4 katrilyon lira,

Sosyal güvenlik kurumlarına 16 katrilyon lira,

Kuruluş transferlerine 3.7 katrilyon lira,

Tarımsal destek ödemelerine 3.7 katrilyon lira ayrılmıştır. Bu bütçe döneminde Eğitim,sağlık ve ihracata önce ki yıllara göre daha fazla kaynak aktarımı yapılmıştır.Borç faizi ödemelerinin GSMH’ya oranı 2003 yılında %16.6’ya 2004 yılında ise 15.8’e gerilemesi öngörülmüştür.Ayrıca bütçeden borç faizi ödemelerine ayrılan pay 2004 yılında %41.1’e düşeceği tahmin edilmektedir. Bu durum, bütçede ki faiz baskısının azlacağına işaret etmektedir. Bütçe hedeflerine bakıldığında Kayıt dışı ile mücadele etme, izlenen sıkı mali disiplin anlayışının kararlılıkla yürütülmesi ile kamu maliyesinde ki iyileşmenin devamlılığını sağlamak, mali dengesizlikleri azaltarak enflasyonu makul seviyeye geriletmek ve ekonomik canlılığı arttırarak sürdürülebilir büyümeyi sağlamaktır. Bu hedeflerin gerçekleşmesi ile ekonominin önü açılacak,yatırım ve üretim artarak, işsizlik, yoksulluk,gelir dağılımında ki adaletsizlik ve dengesizlik ortadan kalkacaktır.( www.maliye.gov.tr) Bir sonra ki sayfada verilen tablolarda 2004 yılı ilk üç ayı içinde gerçekleşen bütçe harcama gerçekleşmeleri ve 2004 Nisan ayı fonksiyonel ve ekonomik sınıflandırma düzeyinde ki konsolide bütçe gerçekleşmeleri izlenebilir.(www.maliye.gov/muhasebat/16-17.htm)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4.İZMİR İKTİSAT KONGRESİ  VE  MUTLULUK ANKETİ

 

 4. İzmir İktisat Kongresinin sonuç bildirgesinde, gelir dağılımını düzeltmek amacıyla gelirin piyasa koşuşlarına göre dağılımına, ekonomik ve sosyal dengeler dikkate alınarak müdahale etmenin mümkün ve gerekli olduğu öngörülmüştür. Gelir dağılımının iyileştirilmesi ve yoksullukla mücadele konusunda uygulanan kamusal araçlarla yapılan yardımların iyi takip edilmesi amacıyla kuruluşlar arasında koordinasyonun ivedilikle oluşturulması gerektiği özellikle vurgulanmıştır. Bildiride, kısa vadede yoksulluğun alt sınırı olarak kabul edilen "mutlak yoksulluk sınırının" altında hiçbir vatandaşın kalmamasının temel hedef olduğu, orta vadede gelir dağılımındaki düzelmeyi Portekiz'in bugün bulunduğu seviyelere kadar getirmenin amaçlandığı, uzun vadede ise yoksulluk ve gelir eşitliğinde AB ülkeleri ortalamasına ulaşılmasının sağlanması gerektiği öngörülmüştür. Ulusal yoksullukla mücadele stratejisinin mutlak suretle oluşturulması gerektiği ve eğitim konusunda bölgeler arası dengesizlik ile birlikte  eğitimde cinsiyet ayrımının azaltılması gerekliliğinin  vurgulanması, sağlık ve eğitim hizmetlerinin hem büyümeyi destekleyen, hem de gelir eşitsizliğini azaltan etkisi olması nedeniyle beşeri sermayeye ve sosyal hizmetlere yatırım yapılması öngörülmüştür.(www.nerede.com/news/article/php?id=4009)

 

Ayrıca DİE’nin bu yıl içerisinde açıklamış olduğu  Mutluluk anketinde ilk %20’lik dilimini oluşturan 13.6 milyon Türk vatandaşının,son %20’lik dilimi oluşturan 13.6 milyon Türk vatandaşına 10 kat fark ortaya çıkmıştır. Yani bu sonuçlara göre en yüksek %20’lik  kesim en altta ki %20’lik kesimden 10 kat daha fazla para harcamaktadır. Eğitimlilik konusunda ise bu fark 100 katına kadar çıkmaktadır. Burada öncelikle geçmiş yıllarda yapılan çalışmaların sonuçları  itibari ile  şöyle bir tespit yapılabilir;

1987,1994 ve 2002’de gelirin %20’lik dilimlere ayrılması ile ortaya çıkan sonuçlar

 

% Dilimler                          1987                         1994                      2002

 

1.  %20                                 5.2                                    4.9                           5.3

 

2.  %20                                    9.6                                 8.6                           9.8

 

3.  %20                                  14.1                               12.6                         14.0

 

4.  %20                                  21.2                               19.0                         20.8

 

5.  %20                                  49.9                               54.9                         50.

 

Gini katsayısı                       0.44                               0.49                        0.44

 

Bu karşılaştırmalar sonucunda gelir dağılımının üç yıl için değerlendirilmesinde 1994 yılında bir iyileşme olduğu öngörüsü yapılabilir. DİE’nin son yaptığı anket sonuçlarına göre Türkiyede 2002 yılı itibari ile 18 441 Bin yoksul insanın yaşadığı söylenebilir. Nufusun üstteki %20’lik dilimini oluşturan kesimin öncelikli harcamalarını eğitim, sağlık,kültür ve ev harcamaları oluşturmaktadır. Anket sonuçlarına göre  şöyle bir tablo karşımıza çıkmaktadır;

 

                       En zengin ve en fakir %20’nin harcama oranları

 

 

Harcamalar                                     Top. Harc.                Topl. Harc.

                                                           İçinde pay                (Katrilyon)

 

                                       EN ZENGİN   EN FAKİR       EN ZENGİN   ENFAKİR

 

Gıda ve alkolsüz içecek     29.99          1O.37                  89.6               3.334 

Alkol,Sigara, Tütün             32.32              8.48                   1.5               415.1

Giyim ve Ayakkabı              51.5                3.55                 3.8                 268.3

Konut ve Kira                       39.34              8.17               12.9                 2.692

Ev eşyası ve Bakım                        72.99              2.24                 6.4                 196.7

Sağlık                                    51.59              4.49                 1.4                 126

Ulaştırma                              58.86              2.77                 6.1                 290.5

Haberleşme                         48.99                5.5                 2.6                 300.3

Eğlence ve Kültür               72.25              1.81                 2.1                 53.8

Eğitim                                    72.93              0.31                 1.1                 4.9

Lokanta ve Otel                   45.18              4.96                 2.4                 265.4                                                                                  

Bu tablodan anlaşılacağı üzere  zengin kesim gıda tüketiminin %29.9’unu gerçekleştirmektedir. Buna karşın fakir kesim %10.3’ünü gerçekleştirmektedir. Zengin kesim eğlence,kültür ve eğitim harcamalarının %72’sini yaparken, fakir kesim ise sağlık harcamalarının %4.4 lük kısmını karşılamaktadır.

 

GELİRİN YENİDEN DAĞILIMI

 

Gelirin  dağılımını etkileyen faktörlere bakıldığında, önemli bölümünün yavaş yavaş değişen yapısal faktörlerin, diğer bölümünün ise güncel ekonomik koşullar ve Dünya ekonomik sistemi içinde gerçekleşen dalgalanmalar tarafından etkilenen  makro ekonomik değişkenler  olduğu  öngörülebilir.

 

Son yıllarda üzerinde durulan en önemli konulardan biri, küreselleşme ile birlikte ülkelerin dış ticaretlerinde ki sapmaların ülke ekonomilerini bozarak gelir dağılımına etki etmesi olgusudur. Serbestleşen uluslara arası ticaret sonucunda ülkeler arasında ki rekabette konu olan malların mutlak üstünlük sağlayıcı olanları etkilenecektir. Bu durum sonucunda rekabet edemeyen mallar ülke  dış ticaretini olumsuz etkileyecek ve ülkelerin en önemli gelir ve ticaret kaynağı olan ihracat olumsuz etkilenecektir.  Ayrıca bu durum ülkede ki işgücü talebinide olumsuz etkileyecektir. Az gelişmiş ülkelerde ki vasıfsız işgücü boşta kalacaktır yani işsizlik sorununun  baş göstermesi olası bir durumdur. Vasıflı işgücü için yeterli eğitim yatırımı olmayan  ülkelerde öncelik eğitime ayrılmalıdır. Bunun sonucunda ülke ticareti belirli bir zamanda olsa yavaşlama eğilimi gösterebilir. Ülkeler bu durumdan daha az etkilenmek için  ticaret performanslarını etkilemeyecek sosyal polİtika reformları gerçekleştirilmelidir. Piyasa mekanizmasında yeniden dağılımı sağlamak amacı ile transfer politikalarına ağırlık verilmelidir.

 

Bir diğer husus ise reel ücretlerde ki farklılıklardır.  Ücret içi eşitsizliğin çok fazla olduğu sektörlerde gelir eşitsizliğide çok fazla olmaktadır. Ücretler azaldığında düşük ücretliler lehine bir durum ortaya çıkarken, ücretler yükseldiğinde ise gelir dağılımı açısından ücretliler arasında  fark artmakta ve adaletsizlik ortaya çıkmaktadır.  Kayıt içi ve kayıt dışı işsizliğin hakim olduğu işgücü piyasalarının varlığı ücretleri etkilemektedir. Kayıt dışı piyasalarda ücretler piyasa denge düzeyine yakındır. Kayıtlı kesimde ise sendikalar ve toplu iş sözleşmeleri gibi korumacı düzen hakimdir. Bunun sonucu olarakta ücret dengesi daha üst seviyelerde oluşmaktadır. Gerçek ücret düzeyi ise kayıtlı piyasalarda gerçekleşmektedir.Sektörler arasında ki büyümede ücretleri etkileyen diğer bir faktördür. Hızlı büyüyen bazı sektörlerde ücret farklılıkları mutlak surette yaşanmaktadır. Bu sebeple hızlı büyüyen sektörlerin istiham payının arttığı öngörülebilir. Büyüyen sektörlerde vasıflı işgücü ihtiyacı daha fazla olduğunda ücret farklılıkları mutlak suretle olması gereken bir durumdur. Bu durumun da ücret ve gelir eşitsizliğini arttırıcı bir durum olduğu varsayılabilir.

 

Diğer hususlara göz atacak olursak, işsizlik ,tarımsal gelirler ve destekleme politikaları dolaysız vergiler, Devlet transferleri, gelir politikası, enflasyonla mücadele ve faizlerde  izlenen politikalar  gelir dağılımı eşitsizliğini  uygulama şekillerine göre arttırıp azaltan politika türleridir.  İMF ve Dünya bankası destekli uygulanan istikrar politikalarının temelinde bu tarz önlemlerin fazlaca yer aldığı öngörülebilir.

 

Gelirin yeniden dağılımında devletin aktif görev alıp almaması tartışılan bir durumdur. Ulus devletlerin yerini alan uluslararası kurumlar ve şirketler devletin ekonomiye gelirin yeniden dağılımı konusunda fırsat verilmemesi taraftarıdırlar. Devletin piyasaya müdahalesini fazlaca istemeyen bir yapı sergilerler.  Eğer devlet dağılımın adaletsizliğini ve eşitsizliği azaltıcı bir rol üstlenmek istiyorsa bu müdahalenin hedefleri ve araçlarının neler olduğu ve en nihayetinde müdahale sonucunda ortaya çıkan istenmeyen sonuçların kontrolünün nasıl sağlanacağını mutlak suretle öngörmelidir.

 

Türkiyede gelirin yeniden dağılımını sağlamak amacı ile uygulanması gerekli politikaları ise şu şekilde sınıflandırabiliriz;

 

İlk olarak vergi ve transfer politika uygulamaları önemlidir. Özellikle vergi politikaları ile yeniden dağıtım  uygulamasının  piyasa eşitsizliğini azaltıcı etkisinden söz edilebilir. Dolaysız vergiler uygulamada  önemli bir yer işgal etmektedir. Gelir eşitsizliği bakımından vergiler, üst gelir gruplarına vergi yükü daha fazla, alt gelir gruplarına  ise daha az olacak şekilde düzenlenmesi öngörülebilir.  Gelir vergisi uygulaması ise artan oranlı vergi sistemine uygun olmalıdır. Burada istisna ve muafiyetlerin kapsamı daraltılmalı, vergi tabanın yaygınlaştırılması mutlak surette sağlanmalıdır. Asıl kalıcı çözüm ise enflasyon oranının en düşük seviyede olmasıdır. Bunu yanı sıra devlet transferlerininde düzenlenmesi gereklidir. Ülkemizde ağırlıklı olarak emekli maaşı şeklinde uygulanan bu politika, hiç bir geliri olmayan bireylere sağlanan doğrudan gelir programlarını  etkilemektedir. Bu sebeple devlet transferi bütçesi makul seviyelerde olmalıdır.  İkinci husus ise makro ekonomik istikrarın kesinlikle sağlanmasıdır. Gelir dağılımı eşitsizliğine uzun süren ve yüksek oranlarda seyreden enflasyon neden olmaktadır. Gelir dağılımı eşitsizliğine en büyük olumsuz  katkının bu tarz bir enflasyon ile bütçe açıkları ve iç borçlanmanın birleşerek  reel faizleri arttırması sonucu piyasa dengelerini bozması gösterilebilir. Makro ekonomik istikrarın sağlanması ile sürdürülebilir büyümenin gerçekleşmesi tüm olumsuzlukları ortadan kaldırarak  orta ve uzun vadede gelir dağılımını olumlu yönde etkileyecektir. Üçüncü olarak ise kurumsal düzenlemeler söylenebilir. Bu tarz ihtiyaçlar özellikle tarımsal desteklemeler,eğitim ve kamu personelin ücretlerinin düzenlenmesi olarak ifade edilebilir.

 

SONUÇ YERİNE

 

Türkiyede gelirlerin gerek fonksiyonel gerekse kişisel olarak adil dağılmadığı kabul edilen bir gerçektir. Özellikle tarımsal alanda çalışanlar ve belirli bir gelire sahip olmayan büyük bir kesim vardır. Gelir dağılımını adaletli bir şekilde sağlayacak mekanizma  uzun yıllardır süregelen ve artık son aşamasına kadar gelinen yüksek enflasyon ve buna bağlı olarak reel faizlerin yüksek seviyelerde seyretmesi düşük gelir grupları aleyhine işleyen bir durum olmuştur.

 

Bir ekonomide gelir dağılımının sabit gelirliler aleyhine bozulduğunun en önemli göstergesi konsolide bütçe harcamaları içerisinde sosyal carilerde (Yatırım carilerinde) azalma gözlenirken,  mali savurganlığın artış trendi sergilemesidir. Türkiye ekonomisi 90’lı yıllardan günümüze gelen süreçte yatırım harcamaları,eğitim harcamaları  ve sağlık harcamaları  gibi sosyal carilerde belirli eşik değerler etrafında salınımlar sözkonusudur. Rantiye kesimine ise, pozitif reel faizlerle kaynak aktarıldığının apaçık göstergesi olan iç borç faiz ödemelerinde sürekli bir artış eğilimi söz konusudur.

 

Gelir dağılımında ki adaletsizliği azaltmanın yolu ise kişiler arasında ki dağılımı etkileyen ve belirleyen yapısal unsurların olumlu yönde değiştirilmesinden başka bir çare yoktur. Aynı zamanda MG,Kamu harcamaları ve kamu gelirleri aracılığı ile yeniden dağıtım mutlak surette gerçekleştirilmelidir. Bunların yanı sıra eğitimli ve niteliklli işgücünün oranını yükseltmek için yatırımların yapılması gereklidir. Servet dağılımında ki  dengesizlik ve adaletsizlikleri düzeltmek içinse etkin bir servet beyan ve vergileme sistemi kurmak önemli bir etkendir.

 

2003 ve 2004 bütçesinde gelir dağılımı adaletsizliğini ve eşitsizliğini iyileştirecek çok fazla politik yaptırım bulunmamaktadır. İMF destekli uygulanan sıkı mali ve para politikası bu tarz yatırımları engellemektedir. Tek olumlu taraf ise hedeflenen faiz dışı fazlanın yüksek çıkması ve borç yükünün hafifletilmesidir. Yüksek enflasyon oranı ile mücadelede makul seviyeye çekilen enflasyon ve sürdürülebilir büyüme ile bu tarz eşitsizliklerin önümüzde ki dönemlerde giderilmesi orta ve uzun vadede mümkün görülmektedir.

 

KAYNAKÇA

TUSİAD (2000), Türkiyede Bireysel Gelir Dağılımı ve Yoksulluk AB ile karşılaştırma, İstanbul

MALİYE BAKANLIĞI (2003) 2003 Ekonomik rapor, Ankara

www.maliye.gov.tr

www.maliye.gov/muhasebat/html

www.nerede.com.tr

www.die.gov.tr

www.dpt.gov.tr

www.tcmb.gov.tr

www.hazine.gov.tr

www.worldbank.org

www.imf.org

 

 

GELİR DAĞILIMINDA SERVET KAVRAMI

 

MURAT AKYOL

 

1.    SERVET KAVRAMININ TANIMI

Servet kelimesi esasında çok çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır. Bu yüzden çok yönlü bir kavramdır. Bununla ilgili olarak bazen birbirine çok yaklaşan, bazen de birbiri ile hiç alakası olmayan tanımlara ulaşmak mümkündür. Servetten ne anlaşılması gerektiği ile ilgili tartışma 300 sene öncesine kadar gitmektedir. Yani bu tartışma iktisadın bir bilim olarak ortaya çıktığı andan itibaren mevcuttur.

Servet kavramının tanımlanması ve sınırlandırılması konusunda servet birikimi ve bununla ilgili sorunların da dikkate alınması gerekmektedir. Zira, servetin çeşitli şekilleri farklı genişlikte yayıldığı için, servet kavramının içeriği daima servet birikimi derecesi ile yakından ilgilidir. Bu nedenle servet kavramının menfaat grupları arasında uyuşmazlık konusu olması çok doğaldır. Burada güdülen amaca bağlı olarak, servet birikimini özellikle kötü göstermek veya zararsız olarak  takdim etmek açısından, çeşitli servet tanımlarına varmak mümkündür. Bu nedenle servet olarak neyin, hangi hususların dikkate alınması gerekeceği konusunda ortak bir anlayışın ve terim birliğinin olması gerekmektedir.

Servet kavramının çok çeşitli anlamlarda kullanılışı ister istemez tanımla ilgili bir sınırlamayı gerektirmektedir. Servet, mülkiyet ve hatta bazen de sermaye kavramları kimi zaman eş anlamlı olarak, kimi zaman da farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Kavramlar arasındaki bu farklılıklar ekonomi biliminde süre gelen ve eskiden beri varolan tartışmalardır. Söz konusu kavram karışıklığı özellikle mülkiyet ve servet kavramlarının kullanılmasında kendini göstermektedir. Özellikle bazı yazarlar gerçekte servet ve servet politikasından söz ettikleri yerlerde bile mülkiyet ve mülkiyet politikası terimlerini kullanmaktadırlar[1].  Konumuz açısında bakıldığında servete ilişkin en uygun tanım Krelle’ye ait olandır. Buna göre bir gerçek veya tüzel kişinin serveti, belirli bir devredeki aktif değerler toplamından borç toplamının çıkarılmasıyla arta kalan değer olarak belirtilmektedir[2]. Aktiflerin değerlendirilmesi ile ilgili metod ve kapsamdaki farklılıklar esasen farklı servet kavramlarının ortaya çıkmasının nedenidir.

 

1.1.        Servet Kavramına Farklı Açılardan Bakış

Servet kavramına çok çeşitli açılardan bakmak mümkündür. Ancak bunlardan bilhassa iki tanesi önem kazanmaktadır. Bunlardan birincisi, özellikle ülkeler arasındaki karşılaştırmalar açısından önem arz eden genel servet kavramı, ikincisi ise kişisel servet kavramıdır. Bu iki temel ayrım dışında genel olarak ülke düzeyinde kullanılan servet kavramı da; 1) Çevre veya doğal servet  2) Emek serveti  3) Sosyal servet  4) Tüketim serveti  5) Devlet elindeki servet  gibi hususları içermektedir.

Konumuz açısından servet kavramı genellikle kişisel servet kavramı ile ilgili bulunmaktadır.  Buradan hareketle kişisel servetteki prestije yönelen ilgi ise, çeşitli servet şekillerini kapsamaktadır ki bunun da başında dayanıklı tüketim malları serveti gelmektedir. İkinci olarak servete olan kişisel ilgi gayrimenkule yöneliktir. Daha sonra dolaysız tüketim vasıtaları servetine yönelik servete olan kişisel ilgi gelmektedir. Bunlar dışında, hayat standardındaki yükselişlere ve prestije de imkan sağlayan kıymetli evrak da servet unsurlarındandır. Hayatın değişen şartlarına ve gelecekteki belirsizliklere karşı ayrılan ihtiyatlar, sigorta ekonomisini doğurmaktadır ve genel olarak yükselen refah seviyesinde kendini göstermektedir. Konu açısından bireyle ilgili servete, sosyal bağlantılı servet ve üretim araçları serveti açısından bakmak daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Servet unsurları çok çeşitli bulunmaktadır. Örneğin; kişinin sahip olduğu elbise, mobilya, ev aletleri ayrıca büyük bir sanayi işletmesi ve üzerindeki hükümranlık ilişkisi, keza bir ev, bir hisse senedi, tahvil ...vs. bunların hepsi birer servettir. Dolayısı ile servet tartışmalarında büyük rol oynayan servet ile maliki arasındaki ilişki çok farklı biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Zira tüketim servetleri bizzat malikleri tarafından kullanılırken, yatırım ile ilgili servetler malikinden ayrı bulunmakta ve örneğin bir makineye bağlanmaktadır. Burada örneğini verdiğimiz her iki servet şekli, servet sahiplerinde farklı derecede servet hissi meydana getirir.

Tüketim ve üretim servetlerindeki farklılık servetten faydalanma şekli ile belirlenir. Bazı servet şekilleri sadece tüketilir (gıda maddeleri gibi), bazıları ise yalnızca zaman ve insan enerjisi tasarrufunda kullanılır (ev aletleri, taşıt araçları gibi), diğerleri ise üretimde yeni değerler meydana getirmede kullanılırlar (ekilen arazi ve makine gibi). Ayrıca servetle maliki ile arasındaki ilişkilerde servetin elde ediliş şekli de önemlidir. Genellikle kişilere bağlı servetler hediye veya miras yoluyla oluşabildiği gibi bizzat ilgilinin çalışması sonucu elde ettiği servetten de kaynaklanabilir.

Servet açısından bir diğer önemli husus da, servet maliklerinin servetleri üzerindeki tasarruf derecesidir. Söz konusu ayırım önce kişisel eşyalar üzerindeki sınırsız bir tasarruf gücünden başlar. Daha sonra bireyin yakın çevresindekiler (örn; mobilya ve ev aletleri) ve eşyaların ortaklaşa kullanımı suretiyle gittikçe üzerinde tasarruf gücü azalan ödünç verilen veya kiralanan servetlere, nihayet kamu servetleri üzerinde vatandaşların seçtikleri parlamenterler aracılığı ile dolaylı tasarrufa varıncaya kadar uzanır. Öte yandan küçük üretim araçları servetinin (atelyeler, mağazalar, dükkanlar, çiftlikler...vs.) üzerinde güçlü bir hakimiyet ve tasarruf gücü görülürken, büyük üretim araçları olan büyük işletmelerde ise bu tasarruf edebilme yani hakimiyet gücü, yönetmeliklerin, kanunların, sendikaların, borçluların, alacaklıların, müşterilerin ... vs.’nin devreye girmesiyle azalmaktadır. Böylece servet üzerinde azalan kişisel tasarruf gücü oranında artan bir sosyal bağlılık ortaya çıkmaktadır. Kişisel eşyalar üzerinde sosyal bağlılık bulunmamasına rağmen kamuya veya cemiyete ait servetlerde bu bağlılık açık bir biçimde görülmektedir. Sonuç olarak servet şekilleri açısından, kişilerle yakından ilgisi olan küçük tüketim servetleri ile tamamen sosyal bağlantılı büyük üretim araçları servetleri arasında bir ayrım bulunmaktadır.

Üretim araçları serveti, tüketimde kullanılmayan ve yeni bir değer yaratılması için faydalanılan serveti oluşturur. Bu servetler (özellikle büyük ölçekli üretim araçları) genellikle sosyal bağlılığı olan servetlerdir. Üretim araçları sahipleri servetinden faydalanmak isterse bunu diğerleri ile birlikte çalıştırmak zorundadır. Günümüzde işçi de, işveren de çalışma esnasında gelir yönünden olduğu gibi bunu yanında diğer hükümler açısından da karşılıklı olarak grev ve lokavtla birbirlerine bağlıdırlar. Bugün grevler, lokavtlar ve iflaslar işçi ve işveren ile içinde bulunulan iktisadi sektörü ve hatta bütün ekonomiyi büyük ölçüde etkilemektedir.

Böylece büyük üretim araçları ile ilgili servetler de sahipleriyle, alacaklılarıyla, borçlularıyla, işçileriyle, alıcılarıyla, satıcılarıyla ilgili geniş çevresiyle, sosyolojik bir olay, bir sosyal iç içe geçme ilişkisi karmaşık bir şekil göstermektedir. Bu sosyal karışım, diğer sayısız tüzükler ve kanunlarla birleşince büyük üretim araçları ile ilgili servet üzerindeki serbestçe tasarrufu oldukça güçleştirmektedir[3].

 

1.2.        Servetin Oluşumu

Bir ekonomide bulunan hanehalkı (kişi ve aile), işletme ve organizasyonlar ve devlet gibi iktisadi birimler için servetin oluşumu, bu birimlerde elde edilen faktör gelirlerinin  harcanmayan kısımlarından meydana gelmektedir. Dolayısıyla her iktisadi birimde gelirler tasarrufların, tasarruflar da servetin temelini oluşturmaktadır.

İktisadi birimler  tasarrufları aracılığıyla elde ettikleri servetlerini esasen belirli bir fedakarlık sonucunda ortaya çıkarmaktadırlar. Çünkü bu iktisadi birimler elde ettikleri gelirlerin tamamı harcamayarak, tüketimlerinin bir bölümünden vazgeçme fedakarlığında bulunmaktadırlar. Bu fedakarlık sonucunda harcanmayan kısım tasarrufları oluşturmakta, tasarruflar da yeni servet oluşumlarına yol açmaktadır. Bu durum bütün iktisadi birimler için en geçerli yoldur. Ancak bu sürecin dışında da servet oluşumu ortaya çıkabilmektedir. Örneğin bir kişinin milli piyangodan yeni bir servetin sahibi olması veya servetin bir yerden diğer bir yere aktarılmasında görüldüğü gibi. Ancak bu durumlar genel ekonomi açısından toplam servette bir artış meydana getirmemekte, sadece mevcut servetin yer ve el değiştirmesine neden olmaktadır. Yeni bir serveti ortaya çıkaran ana unsur servet transferleri dışında doğrudan tasarruflar sonucunda meydana getirilen servettir.

İktisadi birimler açısında servetin oluşumunu direkt olarak etkileyen tasarruf düzeyi de gelir seviyesi ile doğru orantılıdır. Hanehalkı dediğimiz birimde kişiler gelirlerinden belli bir bölümünü fedakarlıkta bulunarak tasarruf etmektedirler. Ancak örneğin bir işçinin tasarrufu ele alındığında gelir seviyesi düşük olduğu için tasarruf imkanı düşük olmaktadır. Ayrıca hanehalkı dışında örneğin işletmelerde de dağıtılmayan karlar yoluyla yeni servetler oluşturulmaktadır. Benzer şekilde devlet de aile bütçesi ve işletmelerde olduğu gibi, gelir kaynağı olan vergiler çerçevesinde cari harcamaları dışında kalan kısımla, yani tasarruflarla yeni servetler oluşturmaktadır. Devlet bu tasarruflarla bizzat kendi elinde servet oluşturmakta, veya kişi ve gruplara bu tasarrufları aktararak onların elinde veya kontrolünde yeni servetlerin oluşmasına olanak sağlamaktadır.

Esas itibariyle bir ekonomide toplam servet artışının en doğal yolu milli gelirde yüksek seviyede oluşturulan tasarruflardır. Ekonomide toplam servetin büyümesi yalnız bu yolla gerçekleşebilir. Bir ekonomide belirli bir dönemde yaratılan net servet artışı, bu dönemdeki gelirin kullanılış şekli ile yakından ilgilidir. Ekonomide hizmet ve tüketim malları için yapılan bütün harcamalar, söz konusu dönemde sosyal hasılayı harcanan miktar kadar azaltmaktadır. Tüketilmeyip tasarruf edilen kısmın dolaysız yatırımlarda kullanılması ise üretim araçları aracılığı ile yeni servet artışları meydana getirmektedir. Dolayısıyla yeni oluşturulan servet gelirin kullanılması ile çok yakından ilgilidir. Önceki dönemde tüketilmeyip tasarruf edilen gelir, bu dönemin başlangıcında yeni bir servetin doğuşunu hazırlamaktadır. Fakat sosyal adalet ve ahlaki açıdan servet unsurlarının yaygınlaştırılması ve servetin bazı ellerde birikiminin önlenmesi için servet aktarımlarına da gerek duyulmaktadır. Burada özellikle devlet, gelirin ikinci kez dağıtımı ile kendisini ve etkisini göstermektedir.

 

2. GELİR VE SERVET BÖLÜŞÜMÜ ARASINDAKİ İLİŞKİLER

 Servet ekonomik mal ve hizmetlerin bir toplamıdır. Gelir ise, bu mal ve hizmetlerin belirli bir dönem içinde sağladıkları net hasıladır. Servet ve gelirlerin sahipleri bireyler, aileler, şirketler ve devlettir. Servet ve gelirin fonksiyonu, gereksinimlerin karşılanması, yani refahın artırılmasıdır. Bu nedenle servet ve refah arasında sıkı bir ilişki vardır.

Gelir ile servet dağılımı arasında karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi mevcuttur[4]. Gelir getirici bir servetin büyüklüğü, şekil ve durumu kişisel gelirin seviyesini belirlemektedir. Böylece servet dağılımı, kişisel gelir dağılımı üzerinde bir etkide bulunmaktadır. Bu nedenle bir gelir dağılımı politikası izlenirken, servet unsurlarının da kavranması ve politikaların buna göre oluşturulması gerekir. Çünkü toplumdaki çeşitli sosyo-ekonomik grupların farklı tüketim alışkanlıkları incelendiğinde, gelir dağılımdaki bir değişikliğin aynı zamanda büyüme hızı ile istihdam seviyesindeki dengeye ve bununla da toplam servet artışlarının seviyesine etkide bulunduğu görülmektedir. Dolayısıyla gelir dağılımının aldığı şekil servet dağılımına etki etmekte ve buradan da iktidarın dağılımına ve kişilerin tüketimi ile tasarruflarına yansımaktadır.

Esasında servet birikiminin ana nedeni olarak gelirlerdeki birikimler gösterilmektedir. Eğer eşit olmayan servet dağılımının nedenleri araştırılırsa, o zaman ilk önce gelir dağılımı sorununa eğilmek gerekecektir. Çünkü gelir dağılımı,  servet dağılımının esasını teşkil etmektedir. Zira bir ekonomide ilave servet yalnızca tasarruflar vasıtasıyla elde edilen gelirden oluşmaktadır.

Her iktisadi birim için (birey, aile, işletme, organizasyonlar ve devlet) servetin oluşumu, söz konusu birimlerde elde edilen faktör gelirlerinin, aynı dönemde harcanmayan kısmına bağlı bulunmaktadır. Bu çerçevede, gelirler tasarrufların, tasarruflar da servetin temelini oluşturmaktadır. Tasarruflara bağlı olan servet daima bir fedakarlık sonucunda oluşmaktadır. Bu fedakarlık, elde edilen faktör gelirlerinin tüketime harcanmaması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Böylece yapılan fedakarlık tasarrufa, bu ise yeni servete dönüşmektedir. Dolayısıyla, servet oluşumunun temel kaynağı olan tasarrufların gelir düzeyine bağlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Bireyler için, bu şekilde ortaya çıkan servet oluşumu, işletmeler için dağıtılmayan karlar aracılığıyla gerçekleştirilir. Devlet için ise temel gelir kaynağı olan vergilerin harcanmayan bölümü tasarrufları, bu ise servetin kaynağını oluşturur.

Özet olarak, servetin doğuşu, önce belirli ellerdeki servetin diğer gruplara transferiyle ortaya çıkmaktadır. Özellikle miras yolu ile temin edilen servet, gelirin insanlar arasında eşit olmayan şekilde dağılımına sebep olur. Fakat bir taraftan mirasyedilerin tutumu, diğer taraftan devletin mirasla bırakılan servetten aldığı vergiler bu çeşit servetlerin azalmasına sebep olmaktadır[5]. İkinci olarak, devlet eliyle kişilere gelir aktarılmasıyla, üçüncü olarak da işletmede doğan ve işletmede kalan servet, yani dağıtılmayan karlar yoluyla, nihayet gelirin tüketilmeyip tasarruf edilmesiyle gerçekleşmektedir. İlk iki yol servetin yeniden dağılımı ile ilgilidir ve makro anlamda toplam servet üzerinde etkisi bulunmamaktadır. Üçüncü yolla ilgili görüşler tartışmalıdır. Dördüncü yol, gelirin tüketilmeyip tasarruf edilmesiyle ilgilidir. Ekonomide toplam servetin büyümesi yalnız bu yolla gerçekleşebilir. Böyle bir ekonomide belirli bir dönemde yaratılan net servet artışı bu devredeki gelirin kullanılışı, yani tasarruf ve tüketim tercihleri ile yakından ilgilidir.

Bireylerin üretilen mal ve hizmetlerden satın alabilecekleri miktarı, gelirleri belirler. Gelirin büyük bir bölümü piyasa sistemi içinde elde edilirken, bunlara, sosyo-politik nedenlerle genellikle kamu otoritelerinin bazı sosyal grup ya da sınıflara aktardıkları kısmı da eklemek gerekir. Gelir, tüketimi, tüketim de üretim ve bölüşümü belirlemektedir. Bunun yanında, tüketim hem üretim hem de bölüşüme bağlı; bölüşüm de hem tüketim ve hem de üretime bağlıdır.

Bilindiği gibi, tüketiciler, gelir sahibi halktır. Gelir ise, faktöre sahip olmak ve onu üretimde kullanmakla elde edilir. Üretim süreci sonrasında üretim faktörlerine sahip kişilerin gelirleri ortaya çıkmaktadır. Bir kişinin, birden fazla üretim faktörüne sahip olması durumunda, toplam geliri bu farklı üretim faktörü gelirlerinin toplamından oluşacaktır. Herkes eşit miktarda üretim faktörüne ve eşit yeteneğe sahip olmadığı için gelir bölüşümü de farklı olacaktır. Bu nedenle, kişisel yetenek, gereksinimler ve özel mülkiyet gelir bölüşümünün adil olması ya da olmamasında önemli rol oynayan öğelerdir.

Bölüşüme konu olan oluşum, üretim sonucu olduğuna göre, bölüşüm hacmi ve yapısını belirleyen de bu üretim kapasitesidir; üretilenden fazlasının bölüşülmesi düşünülemez. Bu açıdan, üretim oluşumunun teknik ve ekonomik, dağılım oluşumunun ise sosyal ve ekonomik bir olay olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Diğer taraftan, gelir ve servet dağılımının iç içe girmesi söz konusudur. Nitekim, başlangıçta, gelir ve servet miktarını belirlerken, daha sonra, servet geliri belirlemektedir.

Genel bir değerlendirme yapılacak olursa, gelir düzeyi bölüşüm ilişkilerine bağlı olarak belirlenirken; gelir, tasarrufları ve tasarruflar da serveti oluşturmaktadır. Bölüşüm ilişkileri sadece gelirin yaratılması sürecinde değil, aynı zamanda servet dağılımı ve bunun kaynağı olan tasarrufların belirlenmesine ilişkin olarak da ortaya çıkabilmektedir. Nitekim, tasarruflara verilen reel faizin negatif veya pozitif olması bir bölüşüm ilişkisi yaratmaktadır. Yine, devletin servete ilişkin olarak uyguladığı politikalar da bu bölüşüm ilişkilerini etkilemekte veya belirleyebilmektedir. Bu nedenle, bir ekonomide bölüşüm ilişkileri ve bu ilişkileri etkileyen politikaların değerlendirilmesinde yukarıda ifade edilen sürecin tümünün değerlendirilmesi, gerçekçi sonuçlara ulaşmak bakımından önem taşımaktadır.

 

3. GELİR VE SERVET DAĞILIMINI ETKİLEYEN FAKTÖRLER

3.1. Gelir Dağılımını Etkileyen Faktörler

Gelir dağılımı kavramı kimi zaman yeteri kadar açıklanamadığı için farklı kişilere farklı şeyler ifade edebilmektedir. Benzeri şekilde gelir dağılımı ölçütleri de statik özellikleri nedeniyle sorunun boyutunun belirlenmesinde yetersiz kalmaktadır[6].

 Gelir dağılımı politikası denildiğinde geniş anlamda tüm politik, hukuki ve iktisadi önlemler anlaşılmalıdır. Dağılım politikası yolu ile bilinçli olarak tek tek bireylere ve gruplara milli gelirin ve milli servetin dağıtılmasına çalışılmaktadır. Bu dağılımın bilinçli bir şekilde yönetilmesi ve gelirin çerçevesinin çizilmesi artık ‘bırakınız yapsınlar (laisser faire)’ düşüncesi içinde olmamaktadır.[7]

Özellikle devletin tüm istihdam ve konjonktür politikaları ile ilgili önlemlerinin, gelir dağılımı üzerinde çok önemli bir etkisi bulunmaktadır. Devlet para ve maliye politikaları uygulayarak gelir dağılımına etkide bulunur. Serbest piyasa ekonomisinde devletin müdahalesi sınırlı olduğu için ancak gereken hallerde ekonomik hayata girmektedir. Ancak yine de bu müdahalelerin topluma yansıma etkileri çok önemlidir. Bunların başında özellikle servetin yaygınlaştırılması ve asgari gelirin temini gelmektedir. Bu noktada dağılım politikasına yön verenleri başında işçi ve işveren örgütleri gelmektedir. Bu iki örgüt dağılım politikasının esas yükünü çekmekte ve toplu sözleşmeler aracılığı ile ekonomideki gelir ve servet dağılımının çerçevesine de etki etmektedirler. Sendikalar takip ettikleri ücret politikaları ile gelir dağılımına etki ederek, milli gelir içindeki ücretler payını işçiler lehine arttırmak için gayret sarfetmektedirler. Ancak ücret politikası yardımı ile dağılımın işçiler lehine değiştirilebileceği hususu da tartışmalıdır.

Esasen gelir dağılımını etkileyen en önemli makroekonomik değişken, ekonomik büyümedir. Ekonomik büyüme, yatırımları ve dolayısıyla istihdam hacmini arttırmaktadır. Gelir dağılımı adaletinin sağlandığı şartlarda ekonomik büyüme, düşük gelire sahip toplum kesimlerinin gelir düzeyini olumlu yönde etkilemektedir. Ancak ekonomik büyüme ve gelişme, sadece sermaye sahipleri ile bağlantılı hale getirildiğinde, gelir dağılımı adaletsizliğinin düşük gelirliler aleyhine gelişeceği bir gerçektir. Ekonomik gelişme ve gelir dağılımı arasındaki ilişkiyi ilk inceleyenlerden biri A. Lewis'dir. Lewis gelir dağılımı problemini, kalkınma sürecinin bir gereği olarak kabul etmiştir.

Büyük bir sermaye birikimi çabası isteyen kalkış aşamasından sonra ücretlilerin durumu göreli istikrar kazanmaktadır. Bir diğer ifadeyle, büyüme koşullarının kendi kendini beslemesi ekonomilerde bölüşüm olgusuna uzun dönemde istikrar kazandırmaktadır. Ekonomik büyüme ile gelir dağılımı arasındaki ilişkinin karşılıklı olduğunu savunan görüşler de mevcuttur. Bu görüşlere göre, gelir dağılımı ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi bağlantılı hale getiren temel faktör, politik istikrarsızlıktır. Gelir dağılımı adaletsizliği, politik istikrarsızlık sonucu gelişen bir ekonomik olgudur. Gelir dağılımı adaletsizliği, sosyal huzursuzlukların kaynağını oluşturarak toplum kesimlerinin fakirleşmesine neden olmaktadır. Toplum kesimlerinin giderek fakirleşmesi ise mal ve hizmetlere olan talebi azaltarak, yatırım seviyesini olumsuz yönde etkilemektedir[8].

Makroekonomi politikalarının özellikle bütçe yönetiminin, gelir dağılımı üzerine doğrudan ve dolaylı etkileri vardır. Fiyat istikrarı ve sürdürülebilir bir büyüme politikası gelir dağılımını olumlu yönde etkilemektedir. Fiyat istikrarının sağlanması, düşük gelirlilerin satın alma gücünü yüksek gelir gruplarına göre daha fazla arttırmaktadır. Bu durum, gelir dağılımı eşitsizliğini azaltan önemli bir gelişmedir.

Ekonomilerde varolan yapısal faktörler nedeniyle serbest piyasa ekonomisi sürecinde tam değil, sınırlı rekabet söz konusu olabilmektedir. Bu durumlarda piyasada monopol veya monopole yakın firmalar fiyatı belirlemektedirler. Bu nedenle ekonominin monopolleşme derecesi, gelir dağılımını etkileyen önemli bir faktör olmaktadır.

Makroekonomik istikrarın sağlanması, ekonomik büyümeyi olumlu yönde etkilediğinden kamu gelirleri ve dolayısıyla sosyal harcamalar artmaktadır. Sosyal harcamaların artışı, gelir dağılımının düşük gelirliler lehine gelişmesini sağlayan önemli bir faktördür. Kamu bütçesinin fazla vermesi, uzun dönemde gelir dağılımını olumlu yönde  etkileyen diğer önemli bir faktördür. Kamu bütçesinin fazla vermesi, kamu harcamalarına ve yatırımlara ayrılabilecek kaynakların artmasına neden olmaktadır. Bu nedenle kısa dönemde mali disiplinin sağlanması, orta ve uzun vadede kullanılabilir kamu gelirlerinin artmasına neden olduğundan, hükümetlerin  gelir eşitliğini sağlama güçleri artmaktadır.

Özellikle gelişmekte olan ülkelerde enflasyonun hanehalklarının satın alma güçleri üzerinde önemli etkileri vardır. Yüksek oranlı enflasyon, paranın satın alma gücünü düşürmektedir. Enflasyon oranının düşmesi ise kaynakların yeniden dağılımına neden olarak düşük gelirlilerin satın alma gücünü arttırmaktadır. Düşük enflasyon oranı, alt gelir grupları açısından kamu transferlerinin reel değerini arttırmaktadır.

Gelir dağılımı ekonomik büyüme, bütçe fazlalığı ve enflasyon gibi makro ekonomik değişkenlerin dışında, teknolojik gelişmeler ve göç sürecinden de etkilenmektedir. Teknolojik gelişmeler, üretimde eğitimli emeğin payını arttırmaktadır. Emeğin eğitim düzeyi, çalışanlar arasındaki ücret farkını belirleyen temel faktörlerdendir. Eğitimli emeğe olan talep, emek arzının üzerinde artış gösterdiğinde, eğitimli emek ile eğitimsizler arasındaki ücret farkı açılmaktadır.

ABD'de 1839-1973 yıllarını kapsayan ve gelir eşitsizliğinin nedenlerinin araştırıldığı bir çalışmada, elde edilen sonuçlar üç temel başlık altında  toplanmıştır: 1.Nüfus artışı, 2. Teknolojik gelişme düzeyi, 3. İşgücünün niteliksel gelişimi. Buna göre, teknolojik gelişme, nitelikli işgücüne olan talebi arttırmaktadır. Ancak nitelikli işgücünün gelişimini olumsuz etkileyen en önemli faktör ise, nüfus artış oranı olarak belirlenmiştir. Çalışmada nüfusun artış oranı ile işgücünün niteliksel gelişimi arasında, negatif bir korelasyon bulunmuştur. İnceleme dönemleri boyunca, nüfusun artış hızı, işgücünün niteliksel gelişiminin üzerinde gerçekleşmiş olduğundan nitelikli ve niteliksiz işgücü arasındaki ücret farkı giderek açılmıştır.

Gelir dağılımını etkileyen veya onu belirleyen temel faktörleri esasen şu şekilde sıralamak mümkündür; servetin dağılımı, işgücü niteliğinin dağılımı ve faktör fiyatlarının dağılımıdır. Bu dağılımlar arasındaki dengesizlikler gelir dağılımını etkilemekte ve onu eşit (adil) olmaktan uzaklaştırmaktadır. Sosyo-ekonomik grupları önemli ölçüde etkileyen gelir dağılımını, adil olmaktan uzaklaştıran başka faktörler de bulunmaktadır. Bunlarda bazıları, yüksek enflasyon, para arzı artışları, yüksek faizler, yüksek devalüasyon, bütçe açıkları, nüfus artışı, iç borçlanma, tekelleşme, haksız koruma ve teşvikler, gelişme hızı büyüklüğü, etkin olmayan vergi sistemi, özelleştirme vb. sayılabilir.

Yukarıda sayılan faktörler dışında, daha da önemli olan ve ihmal edilen bir diğer faktör de demokrasidir. Gelir dağılımı ile demokrasi arasında aynı yönde ve güçlü bir ilişki olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Diğer bir deyişle, gelir dağılımı eşitsizlikten uzaklaştığında (adil duruma geldiğinde) demokrasinin varlığı göze çarpmakta veya demokrasi yerleştiği ülkelerde gelir dağılımının eşitsizlikten uzaklaştığı görülmektedir.

 

3.2. Servet Dağılımını Etkileyen Faktörler

Servet dağılımına etki eden başlıca faktörlerin başında politik, toplumsal, ekonomik ve hukuki şartlar gelmektedir. Bu faktörler arasında özellikle politik unsur servet dağılımı konusunda ön planda bulunmaktadır. Burada ekonomik sistemin ve hukukun yerinin ve öneminin belirlenmesi öncelik arz etmektedir. Çünkü servetin yaygınlaştırılması politikası ile ilgili tartışmaların bir yanı, sistemin ekonomik ve hukuksal yapısını değiştirmeye kadar uzanmaktadır. Dolayısıyla, servet dağılımı sorununda politik kararlar önemli bir yer tutmaktadır.

Servet dağılımının düzeltilmesi ve servetin geniş kitlelere yayılmasında izlenilebilecek yollar başlıca 2 grupta toplanabilir: 1) mevcut servetin yeniden dağıtılması; 2) ekonomik büyüme ile artan servetin daha dengeli bir biçimde dağılımıdır[9].

Servet dağılımı konusu kapitalist ülkelerde ve serbest piyasa ekonomisinin bulunduğu ekonomilerde söz konusu olmaktadır. Çünkü, servetin tamamının devletleştirildiği bir ekonomide zaten servetin dağılımı gibi bir kavram söz konusu olmamaktadır. Bu nedenle, servetin yaygınlaştırılması ile ilgili kavramlar kapitalist batı toplumlarındaki serbest piyasa ekonomilerinde geçerlidir.

Servetin eşit dağılmaması sistemin esasında kaynaklanmaktadır. Servetin yaygınlaştırılması politikasının önce düşünce sahasında gelişmesi ve giderek düzenle ilgili değişikliklere geçebilmesi, herşeyden önce haklar ve servet edinmelerle ilgili hukuki esaslarla da değişiklikleri zorunlu kılmıştır. Zira, bugün yürürlükteki servet ve miras hukuku, servet dağılımındaki adaletsizlilerin de önemli bir nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla servet hukuku çok tartışmalı bir konu olmakla beraber bu konuda genel görüş özel mülkiyet (servet edinme) müessesesinin sınırlandırılması yönündedir. Bu şekilde toplumda servet dağılımının büyük ölçüde eşitliğe ve adalete yöneleceği belirtilmektedir. Kişisel mülkiyetin bu şekilde sınırlandırılması yaklaşımı, ana kapitalleri yaygınlaştırılmış olan anonim ortaklıkların artması sonucunu doğurmuştur. Bu gelişme, müşterek servetin de piyasa mekanizması içerisinde organize edilebileceğini göstermiştir.

Servet dağılımına etki eden faktörlerin en önemlilerinden biri de eğitim sistemidir. Eğitim sistemi servet dağılımına etkide bulunarak bu dağılıma istikrar sağlamaktadır. Eğitim konusunda fırsat eşitliğinin bulunması durumunda gelir ve servet dağılımı bundan etkilenecektir. Ancak yine de üst düzey eğitimin gelir ve servet düzeyi yüksek ailelerin çocukları tarafından alınabiliyor olması gözden kaçırılmaması gereken bir husustur.

Servet dağılımına etki eden faktörler genellikle gelir dağılımı üzerinden dolaylı olarak servet dağılımına yansımaktadır. Bunlar da özellikle piyasadaki yapısal faktörlerle ilgili olup; bunlar bir yandan emek piyasası, diğer taraftan da tüketim piyasası olarak ortaya çıkmaktadır. Emek piyasasında işgücü arzı ne kadar sınırlı ise, denk servet dağılımı için de şartlar o derece elverişli olmaktadır. Öte yandan tüketim piyasasında kartel yasakları, gümrük tarifelerinin indirilmesi ve ithalatın serbestleştirilmesi gibi rekabeti oluşturan ve böylece fiyatları düşüren önlemler kişiler açısından servet edinme imkanını arttırmaktadır. Monopolleşme ise bunun tam tersi etkiler yaratarak servetin yaygınlaşmasını olumsuz etkilemekte ve servetin belirli gruplarda  toplanmasına yol açmaktadır.

Servet dağılımı açısında bir diğer önemli unsur da vergi politikasıdır. Çeşitli oranlardaki dolaylı ve dolaysız vergiler, vergi politikalarındaki önlemler, gelirin kullanılmasında ve böylece servetin dağılımında önemli bir etkiye sahiptir. Bu dolaylı etkinin yanı sıra, veraset ve intikal vergisi ve motorlu taşıtlar vergisi gibi direkt servet üzerinde etki yaratan vergiler de bulunmaktadır.

Servet dağılımını etkileyen en önemli faktör esasen tasarruflardır. Elde edilen gelirin harcanmayan kısmından oluşan tasarruflar servetin kaynağını teşkil eder. Bu noktada tasarruflara ilişkin 2 kavram otaya çıkmaktadır. Bunlar; tasarruf gücü ve tasarruf iradesidir. Tasarruf gücü gelirin seviyesine bağlı olmaktadır ve gelir arttıkça tasarruf gücü de artış göstermektedir. Tasarruf iradesi ise büyük ölçüde tecrübeler, alışkanlıklar ve beklentiler tarafından belirlenmektedir. Bu alışkanlıklar eğitim ve reklamlar aracılığıyla özellikle tüketim alışkanlıkları açısından değişiklik gösterebilir. Özellikle tüketimi arttırıcı reklamlar, prestij harcamaları, veresiye satış sisteminin yaygınlaşması ve kredi kartı gibi uygulamalar halkın tasarruf alışkanlıklarını olumsuz yönde etkilemekte ve servet dağılımı açısından alt ve orta gelir gruplarının aleyhine bir durum yaratmaktadır.

Servet dağılımında en etkin faktör olarak belirtilen tasarruflar, kişilerin ve ailelerin elinde oluşabileceği gibi, büyük ölçüde devlet ve işletmelerin de elinde ortaya çıkmaktadır.

Konuyu Konfüçyus’un bir cümlesiyle bitirirsek[10]; “Servet merkezileştiğinde insanlar dağılır, servet dağıtıldığında insanlar bir araya gelir.”

4. SERVET BİRİKİMİ

Servet birikimi, ekonomik süreç içerisinde, gelirin oluşumu ve kullanılması safhalarında ortaya çıkmaktadır. Çünkü servet birikiminin gerçek nedenleri bunlarla ilgili bulunmaktadır. Gelirin oluşumu safhasında fonksiyonel gelir dağılımı ile ilgili olarak birincil ve ikincil dağılım ortaya çıkmaktadır[11]. Bu noktada, brüt gelirin elde edilişi safhası birincil gelir dağılımını, brüt gelirin vergilendirilmesiyle ulaşılan net gelir ise ikincil gelir dağılımını gösterir.

Gelirin kullanılması ise; bir yandan tüketim mallarının alınabilmesi için net gelirin harcanmasını, bir yandan da harcanmayan kısım olan tasarrufların oluşumunu yani servetin teşkilini kapsamaktadır.

Servet birikiminin ana nedenleri yukarıda da bahsetmiş olduğumuz üzere gelirin oluşumu ve gelirin kullanılması noktasında ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla servet oluşumunun araştırılması ve servet dağılımına etki edilmesi öncelikle gelir dağılımı teorisine dayanmaktadır. Bu nedenle gelir dağılımı teorisi ile ilgili olarak fonksiyonel ve kişisel gelir dağılımının incelenmesi önem arz etmektedir.

 

4.1. Fonksiyonel ve Kişisel Gelir Dağılımı

Kişisel gelir dağılımı teorisi açısından, hanehalklarının bütçelerinin gelirlerinin fonksiyonları dolayısı ile bir çok kaynaktan meydana gelmesi, yeterince teorik analiz yapılamamasına sebep olmaktadır. Bu nedenle, kişisel gelir dağılımını istatistiki olarak saptayabilmek imkansız görülmektedir. Kişisel gelir dağılımı ile ilgili olarak bu sınırlamalardan dolayı fonksiyonel gelir dağılımı teorileri ile yetinmek zorunda kalınmaktadır ve mümkün olduğunca kişisel gelir dağılımına yaklaşılmaya çalışılmaktadır.

Fonksiyonel gelir dağılımında bilindiği üzere, kişilerin veya kurumların ekonomideki faaliyetlerine göre; ücret, faiz, rant ve kar gibi gelirler söz konusu olacaktadır. Burada emeğin geliri olan ücret dışındaki faiz, rant ve kar gelirleri üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkına dayanmaktadır.

Fonksiyonel gelir dağılımının kullanılmasının esas amacı yukarıda da değinildiği üzere kişisel gelir dağılımına ulaşmaktır. Ancak üretim faktörleri ile ilgili klasik ayrımın yapısında meydana çıkan değişiklikler fonksiyonel gelir dağılımının da karmaşık bir hal almasına neden olmuştur. Çünkü, özellikle servetin yaygınlaştırılması politikası sonucunda artık işçiler sadece ücret gelirinin sahibi olarak değil, aynı zamanda diğer faktör gelirlerinin de maliki olarak anılabilmektedirler. Aynı durum işverenle ve diğer gelir fonksiyonlarının sahipleri için de geçerlidir.

İktisadi süreç içerisinde fonksiyonel gelir dağılımı ile ilk önce ortaya çıkan gelir, brüt gelirdir. Yani birincil dağılım fonksiyonel gelirle ilgilidir. İkincil dağılım ise, gelirin doğuşu ile kullanılışı arasında gelirin yeniden dağılımı ile ilgili hususları kapsamaktadır. Bu safhada brüt gelirin vergiden arındırılması suretiyle net gelire ulaşılmakta ve kişisel gelir dağılımına daha fazla yaklaşılmaktadır. Bu nedenle ikincil dağıtım, devletin araya girerek sosyal ve ahlaki nedenlerle birincil dağılımı düzeltmesi anlamına gelmektedir. Bu noktada işletme, dış ticaret vs. gibi faktörlerin de etkisi bulunsa da özellikle devlet ve sosyal güvenlik sistemi önemli rol oynamaktadır.

Gelirin yeniden dağılımı kavramı; devletin gelirleri daha adil bir düzeye sokma çabaları olarak da adlandırılır. Gelirlerin dengeli hale getirilebilmesi hususunda devletin elinde  iki olanak vardır. Birincisi, toplanan vergiler kanalıyla geliri yeniden dağıtabilir. Yani kişi ve kurumları gelirlerine göre farklı vergilere ve farklı oranlara tabi tutabilir. İkincisi, vergiyle elde edilen gelirleri halk sınıfları arasındaki dengeleri gözeterek harcama yolunu seçebilir.

 

5. ADİL SERVET DAĞILIMI SORUNU VE ÖLÇÜSÜ

5.1. Adil Servet Dağılımı Sorunu

Günümüz batı toplumlarında gelir ve servet dağılımlarının adil olmadığı konusu genel kabul görmüş bir husustur. Bu durum istatistiki rakamlar tarafından da doğrulanmaktadır[12]. Aşağıda çeşitli ülkelerin 1994 yılına ilişkin servet tahminleri görülmektedir ve servetin ne kadar az adil dağıldığına ilişkin somut bir gösterge teşkil etmektedir.

 

Seçilmiş Ülkelerin Satınalma Gücü Paritesi Döviz Kurlarına Göre Servet Tahminleri, İskonto Oranı 4%[13]

 ( Kaynak : www.worldbank.com )

Dünyadaki Çeşitli Bölgelerin Servet Dağılımı Tahminlerine Satınalma Gücü Paritesi Açısından Bakış, İskonto Oranı 4% [14]


( Kaynak : www.worldbank.com )

 

            Yukarıdaki grafiklerde ülkeler ve bölgeler bazında incelediğimiz servet dağılımının adaletsizliği herhangi bir ülke içindeki dağılım açısından da aynı seyri (adaletsizliği) göstermektedir. Servet ve gelir dağılımının son derece adaletsiz olması bu sorunun çözüm yolları ve uygulanması konusunu gündeme getirmektedir. Bu sebeple ekonomiye müdahale edilmesi kaçınılmaz hale gelmektedir. Ancak, daha iyi bir dağılımının anlamının ve kapsamının belirlenmesi, adil bir servet dağılımına yönelmenin gereği gibi yaklaşımların ortaya konabilmesi için bir ölçüye ihtiyaç duyulmaktadır.

 

            5.2. Adil Servet Dağılımı Ölçüsü

            Servetin istatistiksel olarak nasıl adaletsiz ve eşit olmayan bir şekilde dağıldığı göz önünde bulundurulduğunda, adil bir servet dağılım ölçüsü bulabilmenin ne kadar zor olduğu belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Servet dağılımının adaletsiz olması sadece ekonomik bir sorun olmayıp, politik, sosyal ve ahlaki bir karar niteliğinde toplumdaki seviye ve dengeye göre şekil almaktadır. Yani toplumdaki servet dağılımının adil olup olmadığı politik, ahlaki ve  iktisadi gücü ellerinde bulunduran yöneticilerin tutum ve davranışları sonucunda oluşan bir tercih olmaktadır[15]. Bu nedenle sendikalar toplumdaki gelir ve servet dağılımının adil olmadığı ve bu durumun işçiler lehine değiştirilmesi gerektiği konusu üzerinde önemle durmaktadırlar.

            Servet dağılımı ile ilgili kesin bir ölçüt tespit etme zorluğu dolayısıyla, saptanan eşitsizlikler ve adaletsizlikler giderilmeye çalışılmaktadır. Böylece her dönem tespiti yapılan aksayan hususlar düzeltilmekte ancak bu sırada yeni aksaklıklar ve huzursuzluklar meydana çıkmaktadır. Bu ölçünün tespit edilememesi dolayısıyla  sürekli olarak her dönemde yeni saptamalar, yeni aksaklıklar ve yeni denemeler sürüp gitmektedir. Ancak, toplumda eşitsizliğin, haksızlığın ve adaletsizliğin özellikle işçi kesimi ile ilgili olduğu bir gerçektir.

            Ekonomik açıdan adil bir servet dağılım ölçüsünün bulunamaması, konunun sosyo-politik açıdan ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Bu durum da dağılım politikası amaçları ile bunların geçekleştirilmesi süreçleri ile ilgili bulunmaktadır. Dağılım politikası amaçları içerisinde özellikle dağılım adaleti açısından faaliyet ve ihtiyaca göre dağılım üzerindeki çalışmalar günümüze kadar gelmektedir[16].

 İhtiyaç ilkesinin bugünkü gelir ve servet dağılımında önemli bir rolü vardır. Asgari ücretlerin, emeklilik aylıklarının, memur maaşlarının ve her çeşit yardımların saptanmasında ihtiyaç ilkesinden hareket edilmektedir. Bu bakımda ihtiyaç ilkesi gelir dağılımı açısından bir ölçüdür ancak bu ihtiyaçların ölçülebilmesi ile ilgili de sorunlar ortaya çıkmaktadır. Sürekli ilerleyen teknoloji, reklamlar ve tüketim alışkanlıklarının değişmesi gibi unsurlar ihtiyacın ölçüsünün de tespit edilmesi bakımında güçlükler doğurmaktadır.

Faaliyete göre bir dağılım yapılması görüşü adaleti sağlayıcı bir yaklaşım olarak gözükse de, tek tek bireylerin ekonomiye katkısı hesaplanamayacağından bunun da bir netice doğurmayacağı açıktır. Özellikle hizmet sektöründe çalışan kişiler açısından bu faaliyetlerin objektif olarak ölçülmesi mümkün değildir. Ayrıca, faaliyete göre dağılım sadece çalışanlar açısından ele alınmaktadır. Oysa çocuklar, sakatlar ve emekliler gibi çalışmayanlar açısından da dağılımdaki adil ölçü hesaba katılmak zorundadır. Dolayısıyla bu durumda da adaletli dağılımla ilgili bir ölçü bulmak pek mümkün olmamaktadır.

Adil servet dağılımı ile ilgili yukarıda söylediklerimizin tamamı ele alındığında amaçların saptanmasına, alanın ve içeriğin tam olarak ortaya konmasına ilişkin gerekli ve zorunlu ölçütler yerine, varolan adaletsizlik ve sorunlara ilişkin önlemler kendini göstermektedir.

 

6. SERVET POLİTİKASI KAVRAMI VE AMAÇLARI

            Servet ve gelir dağılımı üzerindeki modern bilimsel tartışmaların kökü çok eskilere dayanmaktadır. Avrupa kıtasının sanayileşmeye başlamasında bu yana sermaye ile emek arasındaki ilişki, basit deyimiyle sosyal sorun diye adlandırılan bir anlaşmazlığın konusunu oluşturmuştur[17]. Servet politikası ile ilgili çalışmalar ise Batı Avrupa’da özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir yoğunluk kazanmıştır.

            Kişisel servetin tek yanlı dağılımı ve bunun sonucunda ortaya çıkan sosyal faklılıklar ve çelişkilerle kişisel mülkiyet müessesesi ve bunu üstüne kurulan iktisadi ve sosyal düzen her devirde ekonomistler ve sosyal bilimciler tarafından eleştirilmiştir. Bazı iktisatçılar kişisel mülkiyetin olmadığı devlet modelleri önermişlerdir. Bu yolla eşitliğin sağlanacağı ve adil bir düzenin kurulacağı görüşü bulunmaktaydı. Ancak düşünürleri tarafından uygulanıp uygulanamayacağı pek dikkate alınmayan bu görüşler tamamen teori olarak kalmıştır.  Sonraki dönemlerde sanayileşme ve arkasından gelen sınıf farklılıklarıyla kapitalist gelişmenin hızlanması ve burada özellikle üretim araçlarındaki mülkiyetin tek yönlü dağılımı, kişisel mülkiyete karşı eleştirileri arttırmıştır. Bunun sonucunda da kişisel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı sosyalist bir iktisadi ve sosyal sistem kurulmuştur (sosyalist devletler).

            Diğer taraftan kişisel mülkiyet müessesesi de devamlı taraftar bulmuştur. Ancak, bu sistem tarihi gelişim içerisinde sosyal reformlar sonucu kişisel mülkiyetin özüne dokunmamakla birlikte, önemli sınırlamalara uğramıştır ve servetler değişik mülkiyet rejimlerine tabi tutulmuştur.

             Servet politikasıyla ilgilenenlerin büyük bir çoğunluğu, kişisel mülkiyet müessesesini servetin yaygınlaştırılmasıyla ilgili planlarında vazgeçilmez bir unsur olarak görmektedirler. Özellikle üretim araçlarındaki kişisel mülkiyeti doğal hukukun düzenleyici unsuru ve özgür bir ekonomik ve sosyal sistemin esası olarak göstermektedirler. Bu durum, aynı zamanda sosyalistlerin kollektivist iktisadi rejimlerine karşı bir alternatif olarak geliştirilmiştir.

            Günümüzde servetle ilgili tartışmaların çoğu sürekli büyümeden hareketle yapılmaktadır. Büyüyen ekonomilerdeki bu dinamik görünüş servetin yaygınlaştırılması planlarında servetsizleri, servet sahiplerinden herhangi bir aktarma yapılmaksızın servet sahibi kılmaktadır. Oysa endüstri öncesi devirlerde bir tarafın servet sahibi olabilmesi diğer tarafın servetinin azalmasını zorunlu kılıyordu. Buna karşılık, büyüyen endüstride serveti yeniden dağıtmak mümkündür. Bu da yalnızca yeniden dağıtıma tabi tutulan ekonomik artışın büyüklüğüne ve bundan faydalanacak olanların sayısına bağlıdır. Bu noktada servetin yaygınlaştırılması politikası ile amacın ne kadar süre sonra gerçekleştireceği sorusu ortaya çıkmaktadır. Servetin yeniden dağılımı konusunda işçilerle işverenler arasında farklı görüşler bulunmaktadır. Ancak yine de her iki grubun da servetin yaygınlaştırılması konusunda genel bir eğilim içerisinde oldukları söylenebilir.

            Servetin ikincil dağılımı ile ilgili üç görüş bulunmaktadır. Bunlardan ilki liberal görüştür. Bu görüşte olanlar halk kapitalizmi sloganı altında servetin geniş kitlelere yayılmasını öngörmektedirler. Buradaki amaç, tasarrufu teşvik ve kişisel çalışma araçlarını kullanarak devletin de çabasıyla yeni bir orta sınıfın yaratılmasıdır. İkinci grubu ise dini görüşten hareket edenler oluşturmaktadır. Bunlara göre, servet özgürlüğün değişilmez bir parçasıdır ve servetin yaygınlaştırılması sosyal adalet açısından büyük önem taşımaktadır. Üçüncü grubu oluşturanlar sosyal demokratlar ve demokratik sosyalistlerdir. Bunlara göre de, emek ile sermaye aynı haklara sahiptir ve servet dağılımı eşit ve adil olmalıdır. İşçiler kapitalin otomatik büyümesine katılmalı ve işletme karından pay alıp yönetime iştirak etmelidir. Bu düşünceye sahip olanlar, girişimci servetindeki gelişmeye işaret ederek, zenginlerin sürekli olarak daha zengin olduklarını belirtmektedirler.

            Servet politikası, ekonomik ve sosyal politikaların bir amacı olarak görülmektedir. Bütün halk gruplarına ve özellikle de işçilere servetin geniş bir şekilde yayılması yönünde servet dağılımına aktif bir şekilde tesir edilmesi, ekonomi ve toplum politikalarının amacı olmuştur[18]. Zira, eşit olmayan servet dağılımı mülkiyet müessesesinden kaynaklanmaktadır.

            Servet politikası kavramı, genellikle dağılım politikası kavramı ile çok yakın ilişkilidir. Bu sebeple, servet politikasından, servetin dağılımına etki etme politikası anlaşılır. Burada, servet politikası amacı daha ziyade kişisel servet dağılımına yönelmektedir. Ancak, bunun yanı sıra fonksiyonel gelir dağılımı da gelirin kaynağı olarak ön plana çıkabilir ve bu yolla emek faktöründen elde edilen gelire kapital gelirin de akması söz konusu olabilir. Esasen kişisel ve fonksiyonel amaç benzerdir ve birbirini tamamlamaktadırlar.

            Uygulamada gerek mevcut servetin, gerekse de yeni oluşturulan servetin dağılımı problemi ile karşılaşılmaktadır. Servetin yaygınlaştırılması politikaları ile de genellikle yeni oluşturulan servetlerin dağılımı esas alınmaktadır. Demokratik ülkelerde ekonomide yeni oluşan servetlerin yaygınlaştırılması genel ekonomik büyüme ile de yakından ilgilidir.

             Serveti yayma politikaları başka temel amaçlar üzerinde olumsuz yan etkiler doğuruyorsa, yani bir amaçlar çatışması söz konusuysa, hedeflerde önemine göre bir sıralama yapılması zorunlu olacaktır. Dolayısıyla, servet politikaları uygulanırken öncelikle bu politikaların yan etkilerinin de araştırılması gerekir[19].

            Servet dağılımı politikası ile servet politikası birbiriyle eş anlamlı bir özellik taşırlar. Uygulamada ücret ve gelirler politikası ile servet politikasının önemi büyük ölçüde artmış bulunmaktadır.  Bu nedenle bugüne kadar uygulanan ücret ve gelirler politikasının yanı sıra son yıllarda servetin yaygınlaştırılması politikası da ön plana çıkmıştır. Böylece servet politikasının bir diğer amacı da, gelir dağılımını etkileyerek bağımlı çalışanların gelirlerinin yükseltilmesi ve gelir farklılıklarının azaltılması olmaktadır. Esasında, servet politikası ile ilgili tartışmalar genellikle; servetin geniş kitlelere yayılması politikası ile büyük servetlerin sınırlandırılması politikası üzerinde yoğunlaşmaktadır. Dağılım veya servet politikası amacı olarak da özellikle prodüktif (üretken) servetin geniş kitlelere yayılması toplum politikası açısından önemle ele alınmaktadır.  Servetin yaygınlaştırılması politikası ile halkın büyük bir bölümünün prodüktif servetlere ve onu büyümesine katılması öngörülmektedir. Ancak, küçük ve orta gelir grubundakiler için bu oldukça zordur. Bu grupların öncelikle tasarruf ederek bir nakdi servet oluşturmaları ve daha sonra prodüktif servetlere yönelmeleri gerekmektedir.

            Servetin yaygınlaştırılması politikası, yalnız iktisat politikasının değil aynı zamanda devlet politikasının ve toplumsal politikanın da bir amacıdır. Bu politikaların uygulanması ile servetin yaygınlaştırılması ve servet dağılımındaki adaletin  sağlanması esas alınmaktadır.

            Servet politikasının uygulanması açısından son yıllarda kişisel servetten ziyade kollektif servetlere yönelinmektedir. Bu durumda çıkar çatışmaları sonucu sistemin istikrarı ve düzenin değiştirilmesi sorunu ortaya çıkmaktadır. Ancak yine de günümüzde kişisel ve kollektif servetin bir karışımı görülmektedir. Özellikle batı toplumlarında kişisel veya kollektif servet şekillerinden yalnız birinin seçimi, diğerinin sistem dışı kalması anlamını taşımamaktadır. Bugün, pek çok batı ülkesinde karma ekonomi hakimdir. Ancak, hala üretim araçları üzerindeki kişisel mülkiyetin lehinde veya aleyhindeki tartışmalar devam etmektedir.  Günümüzde özellikle sendikalarca benimsenen sosyal fon görüşü kollektif servetin yeni bir şeklini oluşturmaktadır. Burada sözü edilen kollektif servet yaklaşımı Marksist sistemdeki devlet mülkiyeti anlayışından farklıdır ve kollektif servet deyimi ile ortak mülkiyet veya tüzel mülkiyet kastedilmektedir.

            Servet politikasının amaçlarında biri de iktidarın kontrol edilebilmesiyle ilgilidir[20]. Burada sözü edilen iktidar büyük organizasyonları kapsamaktadır ve bu iktidarlar anonim şirket gibi menfaat grupları veya devlet olabilmektedir. Esasında, servetin iktidar fonksiyonunda asıl sorun, servetin kişi veya devletle olan ilgisinden ziyade, serveti elinde tutan iktidarın kontrol edilebilir olmasındadır.

            Sosyal güvenlikteki artışlar ve işe başlama ile ilgili adaletin sağlanması yönünde katedilen mesafeler özellikle sendikalarca sistemin istikrarı yönünden yeterli sayılmamaktadır. Sistemin istikrarı, dağılım adaletinin gerçekleşmesi ve servete dayanan adaletin gerçekleştirilmesi ile mümkündür. Bu da ancak servet politikası araçları ile gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla, sistemin istikrarına yönelik bir servet politikası, servet dağılımı adaletine uygun olmalı ve servete dayanan ekonomik bir iktidar problemini çözebilmelidir.

             Bütün bunların ışığında servet politikasının amaçlarını özetle şu şekilde sınıflayarak sıralayabiliriz[21];

 

            A – Politik Amaçlar

1-    Vatandaşlık bilincinin arttırılması

2-    Demokrasinin güçlendirilmesi

3-    Komünizm ve kollektivizmden korunma

4-    Kapitalizmde biriken iktisadi ve siyasal güçten korunma (iktidarın sınırlandırılması)

5-    Sistemin istikrarı

 

B – Toplumsal ve Sosyal Politik Amaçlar

1-    Sosyal gruplar arasındaki gerginliklerin azaltılması

2-    Toplumsal ve ekonomik düzenin korunması ve düzeltilmesi

3-    Kişi ve grup bağımlılığının azalması

4-    Küçük ve orta işletmelerin korunması

5-    Sosyal güvenlik sisteminin kurulması ve korunması

6-    Sendikal dayanışmanın arttırılması

7-    Sosyal adaletin gerçekleştirilmesi

8-    İşçilerin yönetime katılmada eşit hakka sahip olması

9-    Kişilerin, gruplar halinde ve bazı kuruluşlar içinde birleşmelerinin teşviki

 

C – Ekonomik

1-    İktisadi büyümenin gerçekleştirilmesi

2-    İktisadi düzenlemenin sağlıklı bir yapıya kavuşturulması

3-    Artan servetin bir kısmının çalışanlara aktarılması

4-    Sermaye birikiminin sağlanabilmesi

5-    Servetin geniş tabanlara yayılarak iktisadi adaletin sağlanması

6-    Küçük tasarrufların birleştirilerek yeni iktisadi organizasyonların kurulması

7-    Artan bir refah seviyesine yönelme olanağı

8-    Tüketim servetinin belirli bir tipinin teşvik edilmesi (özellikle konut)

 

D – Bireysel Düzeyde Amaçlar

1-    Kişisel ahlakın geliştirilmesi

2-    Kişisel özgürlüklerde artış sağlanması

3-    Kişiliğin geliştirilmesi olanağının artması

4-    Eğitim ve kişi onurunun korunması[22]

5-    Başlama ve şans eşitliğinin temini

6-    Sosyal prestijin arttırılması

7-    Sosyal güvenliğin artmasıyla kişisel güvencede artış sağlanması

8-    Kişinin ekonomik gücünün arttırılması (gelirinin artması)

9-    İktidara sahip olma



[1] DİLİK, Servet : Gelir ve Servet Politikası, Sakarya Ünv. Basımevi, Sayı: 41, s. 1

[2] AKSU, Ömer A. : Gelir ve Servet Dağılımı, İst. Ünv. Yayınları , Ünv. Yayın No: 3698, İstanbul 1993, s. 58

[3] AKSU, Ömer A. : a.g.e. , s. 63

[4] AKSU, Ömer A. : a.g.e. , s. 66

[5] HATİBOĞLU, Zeyyat : İktisada Giriş, Beta Basım Yayım A.Ş., İstanbul, 1994, s.193

[6] Gelir Dağılımı ve Politikaları Özel İhtisas Komisyonu Raporu , T.C.D.P.T. Müsteşarlığı , Aralık 1994, s. 2

[7] AKSU, Ömer A. : a.g.e. , s. 70

[8] AKLAN, Necla Adanur : Uludağ Ünv. İ.İ.B.F. İktisat Bölümü, www.google.com

[9] DİLİK, Sait: a.g.e. , s. vııı

[10] PARASIZ, İlker : İktisada Giriş - Prensipler ve Politika, Ezgi Kitabevi Yayınları, 3. Baskı, s. 158

[11] Birincil dağılım; belirli bir dönem boyunca piyasa sürecinin meydana getirdiği gelir dağılımı.

   İkincil dağılım; devletin piyasa mekanizmasına çeşitli araçlarla yaptığı müdahaleler sonucunda oluşan gelir dağılımı.

[12] AKSU, Ömer A.: a.g.e. , s. 90

[13] www.worldbank.com

[15] AKSU, Ömer A.: a.g.e. , s. 94

[16] AKSU, Ömer A.: a.g.e. , s. 96

[17] DİLİK, Sait: a.g.e. , s. 17

[18] AKSU, Ömer A.: a.g.e. , s. 129

[19] DİLİK, Sait: a.g.e. , s. 123

[20] AKSU, Ömer A.: a.g.e. , s. 138

[21] AKSU, Ömer A.: a.g.e. , s.140-141

[22] DİLİK, Sait : a.g.e., s. 129

 

 

GELİR DAĞILIMI

 

RANA ATABAY BAYTAR

 

I. BÖLÜM

 

MİLLİ GELİR İLE İLGİLİ MAKRO EKONOMİK KAVRAMLAR

 

İktisat teorisinin amacı, ekonomik karar birimlerinin kararları ile davranışlarını incelemektir. Bu davranışlar, aynı zamanda, ekonomik sistemi de oluşturmaktadır. O halde, iktisat teorisinin amacı, bir ekonominin yani ekonomik sistemin nasıl çalıştığını incelemektir.

İktisat teorisinin iki ana alt disiplininden biri olan makro iktisat; ekonominin bütünüyle ilgilenen ekonomi branşıdır. Makro iktisat, enflasyon, büyüme, ticaret ve GSMH gibi ekonomik konularla ilgilenir.[1]

I)       MİLLİ GELİR

Herhangi bir ülkenin veya uluslar arası ekonomik sistemin nasıl çalıştığını anlamak için yani ulusal veya uluslar arası ekonomik faaliyetlerin makro analizi için öncelikle temel akım değişkenlerin ve bunlar arasındaki ilişkilerin tespiti gereklidir. Ekonomik faaliyetin sonuçta, gelir yaratma ya da elde etme ve gelirlerin kullanımı şeklinde somutlaştığı görülmektedir. Dolayısıyla ekonomik sistemin işleyişi ve performansını inceleyebilmek için sistem içinde yaratılan gelir ve harcamaların incelenmesi gerekmektedir.[2]

A. Gelir Akımının Oluşması ve Dolaşımı

Aşağıda, devletin ve uluslar arası ticaretin olmadığı basit bir ekonominin gelir akım dolaşım şemasından bahsedilmiştir. Bahsedilen kapalı ekonomide; hükümetin devlet adına harcamaları ve topladığı gelirleri yani vergileri ayrıca ithalatı ve ihracatı da dışlamış olacağız. Böyle basit bir ekonomide, geriye, hem faktör piyasalarında hem de mal piyasalarında işlem yapan firmalar ve hanehalkı kalır.

Hanehalkı, firmaların ürettikleri mal ve hizmetleri tüketmektedirler. Firmalar, bu mal ve hizmetleri üretmek için, sermaye, işgücü ve toprak gibi üretim faktörlerinin kullanım hakkını satın almaktadır (faktör piyasası). Faktör piyasalarında, firmalar tarafından, satın alınan  üretim faktörlerine karşılık ödeme yapılır. Bunlar, üretim faktörlerinin fiyatı  olan, ücret, kâr, rant ve faizdir. Hanehalkları, elde ettikleri bu gelir ile firmaların satın aldıkları üretim faktörleri ile ürettikleri mal ve hizmetleri mal piyasasında satın alırlar. Firmalar, sattıkları mal ve hizmetlerden elde ettikleri geliri, satın alacakları üretim faktörleri için kullanırlar. Sonuçta, firmalarla hanehalkı arasında bir yandan reel bir akım, bir yandan da buna karşılık gelen parasal bir akım dolaşmaktadır. Sistem içinde dolaşan reel akım unsurlarını üretim faktörleri oluştururken parasal akım gelir ve harcamalardan oluşur.[3]

II)     MİLLİ GELİR VE GELİR TANIMLARI VE HESAPLARI

Gelir; bir kişiye, bir topluluğa belli zamanlarda, belli yerlerden gelen para olarak değerlendirildiği gibi  üretim ve hizmet süreçleri sonucu elde edilen parasal ya da nesnel getiri olarak da değerlendirilmektedir.[4] Milli gelir ise, bir ülkede belli bir dönemde üretilen mal ve hizmetlerin üretimine katılan üretim faktörlerinin üretime katılmaları karşılığında aldıkları payların parasal değeridir.[5] Diğer bir tanımlamayla milli gelir, bir ülkede belli bir dönemde mal ve hizmet üretiminden doğan üretim faktörleri gelirlerinin toplam parasal değerini, diğer bir deyişle, milli ekonominin bir yıl içinde yarattığı toplam net hasılayı ifade eder. Milli gelir ekonomi bütününde para akımını değil, reel olarak mal ve hizmet akımını belirtir, ama bu akım sadece fiyatlarla ifade edilebilir.[6]

Milli gelir hesapları 2 taraflıdır: üretim tarafı ve gelir tarafı. Üretim tarafında, mallar ve satışlar hesaplanırken gelir tarafında satışlardan elde edilen hasılatın bölüşümü hesaplanmaktadır.[7]

Üretim tarafında iki büyük ölçüm vardır: GSMH ve GSYİH.

A.     GSMH: Bir ekonomide belirli bir yıl içinde üretilen tüm nihai mal ve hizmetlerin toplam değeridir. GSMH ait olduğu dönem içerisinde ekonomide yeniden yaratılan mal ve hizmet akımlarını ifade eder.[8] GSMH, ekonominin toplam gelirini ölçen bir büyüklüktür. GSMH’nın yıllık bazda artışları ise ülke ekonomisinin büyümesini gösterir. GSMH, bir ülkenin toplam üretimidir. Yani toplam üretim GSMH’ya eşittir.

GSMH’nın değeri iki yolla açıklanabilmektedir. İlk olarak, hasılanın elde edildiği ve ölçüldüğü dönemde geçerli olan fiyatlar kullanılabilir ve böylece cari fiyatlarla GSMH değerine ulaşılmış olur. İkinci olarak, belli bir temel ya da baz yılın fiyatları kullanılarak (sabit fiyatlarla)  hesaplama olanağı vardır. Cari fiyatlarla hesaplanan GSMH’ya nominal GSMH, sabit fiyatlarla hesaplanan GSMH’ya ise reel GSMH denilmektedir.

B.      GSYİH: Günümüzde ülkeler arasında giderek yoğunlaşan ticarete paralel olarak sermaye ve işgücü akımları artış göstermektedir. Bazı şirketler diğer ülkelerde yeni yatırımlar yapmakta, ihaleler almakta veya müteahhitlik hizmetlerinde bulunmaktadır. Bazı durumlarda ülke vatandaşları çeşitli alanlarda hizmet vermek üzere diğer ülkelere işçi olarak ya da yeteneklerini sergilemek amacıyla çıkış yaparlar.bu ülkelerde elde ettikleri kazançlarını kendi ülkelerine transfer ederler. Transfer edilen bu gelirler, ülkeler arasındaki milli gelir rakamlarının karşılaştırılmasında ölçü olarak alınan GSMH rakamlarında sağlıklı sonuç almayı önler. Bu nedenle özellikle ülkeler arası karşılaştırmalarda GSMH yerine söz konusu ülkelerin sınırları içerisinde üretilen mal ve hizmetlerin parasal değerini ifade eden GSYİH kavramı göz önüne alınmaktadır.[9]

O halde GSYİH; bir ülkenin sınırları içinde bir yıl süresince, ister yerli ister yabancı olsun tüm üretim faktörleri tarafından yapılan üretimi ifade eder. GSMH ise, yurtiçinde veya yurtdışında olsun, ulusal kaynaklar tarafından gerçekleştirilen üretimi göstermektedir. Yani GSYİH’da üretimin yeri, GSMH’da ise kaynakların yerli ve yabancı oluşu esas alınmaktadır.

Bir ülkenin GSMH’sından o ülkenin GSYİH’sına ulaşmak için yurtdışından elde edilen faktör gelirleri o ülkenin GSMH’sına eklenir ve yabancı faktörlerin yurtdışına transfer ettikleri faktör gelirleri de bundan çıkartılır; diğer bir deyişle GSMH’ya net yurtdışı faktör gelirleri eklenir.[10]

C.     NET (SAFİ) MİLLİ HASILA: Safi Milli Hasılaya, GSMH'dan üretim sırasında kullanılan sabit sermaye unsurlarında o yıl içinde meydana gelen aşınma ve eskime payları yani amortismanlar çıkarıldıktan sonra ulaşılır.[11]

D.     MİLLİ GELİR (Faktör Fiyatlarıyla Safi Milli Hasıla): Gayri safi milli hasıla ve safi milli hasıla piyasa fiyatlarıyla ölçülen büyüklüklerdir.Ama piyasa fiyatları faktör ödemesi olmayan dolaylı vergileri de içerir. Safi milli hasıladan sektörlerin o yıl içinde ödedikleri dolaylı vergilerin düşülmesi, devletin görev zararı karşılığı olarak üreticilere verdiği sübvansiyonların eklenmesiyle milli gelir değerine diğer bir tanımlamayla faktör fiyatlarıyla net milli hasılaya varılmaktadır.[12]

E.      KİŞİSEL GELİR: Milli gelir üretim faktörleri tarafından kazanılan geliri ölçerken, hanehalkı tarafından edinilen (kişisel) geliri göstermemektedir. Milli gelirin kazanılmış fakat gösterilmeyen bölümü kârları, vergileri, dağıtılmamış firma kârlarını ve sosyal güvenlik paylarını içermektedir. Öte yandan, hanehalkının edindiği gelirin bir kısmı henüz kazanılmamış ve bir kısmı hiç kazanılmayacaktır. Bu gelir, kamu ve özel transfer ödemeleri tarafından karşılanmaktadır. Transfer ödemeleri; sosyal güvenlik, refah, işsizlik ve hizmet karlarını içermektedir. Bunun yanısıra, tüketiciler tarafından ödenen faiz ile hükümet borçları üzerinden ödenen faiz ödemeleri de kişisel gelirin içine dahildir.[13]

Dolayısıyla kişisel gelir, vergilerden önce kişilerin eline geçen harcanabilir gelirdir. Başka bir tanıma göre kişisel gelir üretim faktörü sahiplerinin bir dönem içinde fiilen elde ettikleri gelirlerin toplamıdır.

Kişisel gelire milli gelirden kurumlar vergisi, dağıtılmamış firma kârları, sosyal güvenlik paylarının çıkarılması ve elde edilen değere transfer ödemeleri, devlet borçları üzerinden ödenen faizler ve tüketicilerin ödediği faizlerin eklenmesi ile ulaşılır.

Kişisel gelir, transfer ya da faiz ödemelerinin arttığı dönemlerde milli geliri aşabilir. [14]

F.      KULLANILABİLİR (HARCANABİLİR) GELİR: Harcanabilir gelir, bireylerin serbestçe kullanabilecekleri gelirdir. Kişisel gelirden dolaysız vergilerin çıkarılmasıyla elde edilen harcanabilir gelir en küçük milli gelir büyüklüğüdür. Bu tanıma göre harcanabilir gelir, bütün kişisel harcamaların ve tasarrufların toplamı olarak da belirtilebilir. [15]

    GSYİH

    Dış alemden gelen net faktör gelirleri

+_________________________________

      GSMH (Piyasa Fiyatları ile)

      Amortismanlar

- _________________________________

      SMH (Piyasa Fiyatları İle)

-    Dolaylı vergiler

            +   Sübvansiyonlar

_________________________________

   MİLLİ GELİR (Faktör Fiyatları İle SMH)

-          Kurumlar vergisi

-          Dağıtılmamış firma kârları

-          Sosyal güvenlik payları

+    Transfer harcamaları

+    Devlet borçlanma faizleri

   __________________________________

                  KİŞİSEL GELİR

-          Dolaysız vergiler

   __________________________________

                  HARCANABİLİR (KULLANILABİLİR) GELİR

 

Bu ölçütlerden; Gayri Safi Milli Hasıla ekonominin toplam üretim kuvvetini, net milli hasıla net ekonomik başarıyı, milli gelir ise ülke sakinlerinin ortalama gelir ve satın alma gücünün seviyesini açıklar. Bundan ötürü milli gelir ekonomik refah ölçüsü olarak kullanılmaktadır.

III)    MİLLİ GELİRİN HESAPLANMASI

Milli gelir üç farklı yoldan hesaplanabilir. Bunlar sırasıyla, üretim yöntemi, gelir yöntemi ve harcama yöntemidir.

A.     Üretim Yöntemi: Bu yöntemde amaç bir ekonomide aynı mal ve hizmetleri üreten birimlerden meydana gelen faaliyet kollarındaki nihai mal ve hizmet üretim değerlerinin ölçülmesidir. Bir faaliyet kolunda üretilen mal ve hizmetlerin piyasa fiyatlarıyla değerlendirilmesiyle bu faaliyet kolunun gayri safi üretim değerine ulaşılır. Bu üretim değeri üretimde bulunabilmek için kullanılan ara mallarını da kapsar. Üretim yolu ile Gayri Safi Milli Hasıla ise toplam gayri safi üretim değerinden bu ara mallarının değerinin çıkarılması ile elde edilir.

B.      Gelir Yöntemi: Bir ekonomide belirli bir dönemde üretilen mal ve hizmetlerin üretiminde görev yapan üretim faktörlerinin üretimden aldıkları payları toplayarak milli geliri hesaplamak mümkündür. Burada önemli olan, tüm üretim faktörlerinin üretime katılmış ve pay almış olmalarıdır ve gelirlerini beyan etmiş olma zorunluluklarıdır. Ama buradaki sakınca; vergi kaçağının fazla olduğu ülkelerde beyan edilen gelirlerin düşük olmasıdır. Bu durum hesaplamada güçlükler doğurmaktadır.

C.     Harcama Yöntemi: Harcamalar yönteminde milli ekonomide belli bir süre içinde tüketime ve yatırıma yapılan harcamalar toplamı olarak Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya ulaşılır. Bu toplamda tamamlanmış mal ve hizmetler ele alınır. Harcama yapılarak elde edilen mal ve hizmetlerin bir kısmı yıl içerisinde ara mal olarak başka mal ve hizmetlerin üretiminde kullanılır. Bir kısmı ise doğrudan tüketime yatırıma ya da stok veya ihracata gider. Bunlar nihai kullanım olarak adlandırılır.Yıl içerisinde başka bir sınai işlem görmeyerek nihai alıcılar tarafından satın alınan mallar nihai kullanımın kapsamını oluşturur. Bir ekonomide satılan bütün nihai mal ve hizmetlerin toplam değeri nihai kullanım değerine bu ise gayri safi katma değerlerin toplamına eşittir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2. BÖLÜM

GELİR DAĞILIMI VE GELİR DAĞILIMI ADALETSİZLİĞİ

I)       GİRİŞ

Gelir dağılımındaki adaletsizlik ve yoksulluk günümüzde dünyanın karşılaştığı en ciddi sorunlardandır. Dünyada 1980’lerle başlayan değişim sürecinde gelir dağılımı sorunu sıradan bir ekonomi sorunu olmaktan çıkmış politik ve sosyal bir sorun olarak algılanmaya başlamıştır. Gelir dağılımı sorunu genelde yoksulluk sorununa indirgenmeye başlanmıştır. Bu çerçevede “gelir yoksulluğu”, “sosyal imkan yoksulluğu” ve “insani yoksulluk” gibi yeni kavramlar inşa edilmiştir. Diğer taraftan, gelirin kişisel, fonksiyonel, faktörel ve bölgesel dağılımını gösteren çalışmalar eskiden olduğu gibi gelir eşitsizliğinin değişimini izlemekte kullanılmaya devam etmektedir.[16]

Gelir bölüşümünün adaletsiz olduğu bir ülkede toplumsal huzursuzluğun olması kaçınılmazdır. Varolan eşitsizlikleri azaltma ve gelir düzeyi düşük kesimlerin gelirlerini ekonomik gelişmeye paralel olarak arttırmak bu bakımdan önemlidir.

Gelir dağılımı bir ülkedeki tüketim, tasarruf hacmini tüketimin bileşimini etkilemekte ve bu nedenle gelir dağılımının veya gelir dağılımındaki bozulmanın derecesinin ve nereden kaynaklandığının bilinmesi gerekmektedir. Etkin bir gelir dağılımı politikasının uygulanması da bu şekilde mümkündür. Bölüşüm sorunu yalnızca varolanı paylaşmak değildir, ülkede toplam kaynakların dengeli dağılması sonucunda piyasa genişlemesi sağlanacak ve ekonomide üretim potansiyeli artacaktır.[17]

II)     GELİR DAĞILIMININ TEMEL EKONOMİK AMAÇLAR İÇİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ

Gelir dağılımını kavramsal çerçeve içerisinde ele alırsak, gelir dağılımı ekonomik bir kavram olarak ulusal gelirin dağılımı anlamına gelir. Ekonomik açıdan, coğrafi gelir dağılımı, sektörel gelir dağılımı, fonksiyonel gelir dağılımı, kişisel gelir dağılımı gibi bölümlemelere gidilebilir.

 Ekonomik süreç içerisinde fonksiyonel gelir dağılımı ile ilk olarak ortaya çıkan gelir brüt gelirdir. Ekonomi teorisi brüt gelirle ilgilenir, buna faktör gelirlerinin dağılımı, birincil dağılım adı da verilmektedir. İkincil dağıtım ise, gelirin doğuşu ile kullanışı arasında geçen yeniden dağılımı ile ilgili konuları kapsamaktadır. Bu nedenle ikincil dağıtım devletin araya girerek sosyal ve etik nedenlerle birincil dağılımı düzenlemesi anlamına gelir. Böylece devletin müdahalesi sonucu ortaya çıkan gelir dağılımı ikincil gelir dağılımı olarak adlandırılır ve birincil dağılıma göre daha eşitçi olduğu kabul edilir. Bir anlamda da devletin gelirleri daha eşitlikçi bir düzeye sokma çabalarını gelirin yeniden dağılımı olarak ele alabiliriz.[18] Bu amacı gerçekleştirmek için devletin elinde gelir dağılımının fonksiyonunu ve büyüklüğünü etkileyebilecek çok sayıda araç bulunmaktadır. Mali olmayan politika araçları arasında istihdam, ücret ve fiyat kontrolleri yer alırken vergi politikası, kamu giderleri politikası ve kamu borçları politikası mali politika araçlarını oluşturmaktadır. Bu araçlar kadar etkili olmasa da para politikası da gelir dağılımı ve yoksulluk üzerinde etkide bulunabilir.[19] Gelirlerin daha eşit duruma getirilebilmesi için temel maliye politikası araçlarından biri olan vergiler, kişi ve kurumların gelirlerine göre farklı uygulanabilir. Bunun yanı sıra kamu harcamalarından değişik kesimlerin farklı oranlarda faydalanması yoluyla da oransal bir dengeye ulaşılmaya çalışılabilinir.[20]  

III)    GELİR DAĞILIMINI ETKİLEYEN FAKTÖRLER

Gelir dağılımını etkileyen veya onu belirleyen bazı temel faktörler bulunmaktadır. Bunlar sırasıyla servetin dağılımı, işgücü niteliğinin dağılımı ve faktör fiyatlarının dağılımıdır. Bu dağılımlar arasındaki dengesizlikler gelir dağılımını etkilemekte ve onu eşit (adil) olmaktan uzaklaştırmaktadır. Sosyo-ekonomik grupları önemli ölçüde etkileyen gelir dağılımını, adil olmaktan uzaklaştıran başka faktörler de bulunmaktadır. Bunların bazıları, yüksek enflasyon, para arzı artışları, yüksek faizler, yüksek devalüasyon, bütçe açıkları, nüfus artışı, iç borçlanma, tekelleşme, haksız koruma ve teşvikler, gelişme hızı büyüklüğü, etkin olmayan vergi sistemi, özelleştirme vb. sayılabilir. Bu faktörler dışında, daha da önemli olan ve ihmal edilen bir diğer faktör de demokrasidir.

Gelir dağılımı ile demokrasi arasında aynı yönde ve güçlü bir ilişki olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Diğer bir deyişle, gelir dağılımı eşitsizlikten uzaklaştığında (adil duruma geldiğinde) demokrasinin varlığı göze çarpmakta veya demokrasi yerleştiği ülkelerde gelir dağılımının eşitsizlikten uzaklaştığı görülmektedir.[21]

Gelir dağılımını etkileyen en önemli makroekonomik değişken, ekonomik büyümedir. Ekonomik büyüme, yatırımları ve dolayısıyla istihdam hacmini arttırmaktadır. Gelir dağılımı adaletinin sağlandığı şartlarda ekonomik büyüme, düşük gelire sahip toplum kesimlerinin gelir düzeyini olumlu yönde etkilemektedir. Ancak ekonomik büyüme ve gelişme, sadece sermaye sahipleri ile bağlantılı hale getirildiğinde, gelir dağılımı adaletsizliğinin düşük gelirliler aleyhine gelişeceği bir gerçektir.

Makro ekonomi politikalarının özellikle bütçe yönetiminin, gelir dağılımı üzerine doğrudan ve dolaylı etkileri vardır. Fiyat istikrarı ve sürdürülebilir bir büyüme politikası gelir dağılımını olumlu yönde etkilemektedir. Fiyat istikrarının sağlanması, düşük gelirlilerin satın alma gücünü yüksek gelir gruplarına göre daha fazla arttırmaktadır. Bu durum, gelir dağılımı eşitsizliğini azaltan önemli bir gelişmedir.

Makroekonomik istikrarın sağlanması, ekonomik büyümeyi olumlu yönde etkilediğinden kamu gelirleri ve dolayısıyla sosyal harcamalar artmaktadır. Sosyal harcamaların artışı, gelir dağılımının düşük gelirliler lehine gelişmesini sağlayan önemli bir faktördür. Kamu bütçesinin fazla vermesi, uzun dönemde gelir dağılımını olumlu yönde etkileyen diğer önemli bir faktördür. Kamu bütçesinin fazla vermesi, kamu harcamalarına ve yatırımlara ayrılabilecek kaynakların artmasına neden olmaktadır. Bu nedenle kısa dönemde mali disiplinin sağlanması, orta ve uzun vadede kullanılabilir kamu gelirlerinin artmasına neden olduğundan, hükümetlerin gelir eşitliğini sağlama güçleri artmaktadır.

Özellikle gelişmekte olan ülkelerde enflasyonun hanehalklarının satın alma güçleri üzerinde önemli etkileri vardır. Yüksek oranlı enflasyon, paranın satın alma gücünü düşürmektedir. Enflasyon oranının düşmesi ise kaynakların yeniden dağılımına neden olarak düşük gelirlilerin satın alma gücünü arttırmaktadır. Düşük enflasyon oranı, alt gelir grupları açısından kamu transferlerinin reel değerini arttırmaktadır.

Gelir dağılımı ekonomik büyüme, bütçe fazlalığı ve enflasyon gibi makro ekonomik değişkenlerin dışında, teknolojik gelişmeler ve göç sürecinden de etkilenmektedir. Teknolojik gelişmeler, üretimde eğitimli emeğin payını arttırmaktadır. Emeğin eğitim düzeyi, çalışanlar arasındaki ücret farkını belirleyen temel faktörlerdendir. Eğitimli emeğe olan talep, emek arzının üzerinde artış gösterdiğinde, eğitimli emek ile eğitimsizler arasındaki ücret farkı açılmaktadır.[22]

IV)    ÜLKE ÖRNEKLERİ İLE GELİR DAĞILIMI ADALETSİZLİĞİ

Bu yüzyılın başında dünya hasılası %3' ü aşan oranlarda artışlar göstermiştir. Ancak hasılanın uluslararası alanda dağılımı eşit olmamıştır. Gelir dağılımı adaletsizliğinin en fazla olduğu ülkeler, Latin Amerika, Aşağı-Sahra Afrika ülkeleri ile Rusya'dan ayrılıp bağımsızlığını ilân eden dönüşüm süreci içinde olan ülkelerdir. 1990'lı yıllarda bu ülkelerdeki gelir eşitsizlikleri artış göstermiştir. Gelir eşitsizliğini ölçmede kullanılan analiz araçları, Lorenz Eğrisi ve Gini Katsayısıdır.[23]

Lorenz Eğrisi, gelir dağılımındaki eşitsizliği, yatay ekseninde nüfusun kümülatif oranlarıyla, dikey ekseninde de bu nüfusun elde ettiği gelirin kümülatif oranlarıyla gösteren diyagramdır. Lorenz Eğrisi, yüzde olarak ülkedeki toplam gelirin ne kadarını kaç kişinin aldığını, diğer bir deyişle; gelirin paylaşım şeklini göstermektedir. Lorenz Eğrisi, eğer gelirin dağılımında bir eşitlik söz konusu ise herkesin gelirden eşit ölçüde pay aldığını ifade etmek için “tam eşitlik doğrusu” adını alır. Lorenz Eğrisinin tam eşitlik doğrusundan uzaklaşmaya başlayarak daha çukur hale gelmesi, gelir paylaşımında eşitsizlik olduğu anlamına gelmektedir.[24]

Gelir eşitsizliğini tek bir değerde özetleyen Gini Katsayısı, kişisel gelir dağılımını ölçmede en çok kullanılan ölçülerden biridir. Gini Katsayısı “0” ile “1” arasında değişen bir katsayı olma özelliğine sahiptir. Bir toplumda herkes eşit gelir elde ediyorsa Gini Katsayısı “0” değerini almakta, toplumdaki gelirler yalnız bir kişi tarafından alınmışsa Gini Katsayısı “1”e eşit olmaktadır. Gini Katsayısının büyüklüğü gelir düzeyinin büyüklüğüne değil, farklı gelir düzeyleri arasında kalan kişilerin sayısına bağlıdır. Gini oranının artması eşitsizliğin arttığını, azalması ise eşitsizliğin azaldığını gösterir.[25]

Dünya ölçeğinde gelir dağılımı değişim göstermektedir. Gelir eşitsizliğinin en fazla olduğu bölge, Latin Amerika ve Aşağı-Sahra Afrika'dır. Söz konusu bölgelerde Gini katsayısı yaklaşık olarak 0.50 civarındadır. Son yıllarda dönüşüm sürecindeki ülkelerde de gelir eşitsizliği artmıştır. 1980'li yıllarda bu ülkelerde Gini katsayısı 0.25 iken 2000 yılında yapılan araştırmada 0.40'ı aştığı görülmüştür.. Çin ve Hindistan gibi dünyada nüfusu kalabalık kalabalık ülkelere ait gelir dağılımı verileri incelendiğinde, Çin'in Gini katsayısı 0.43, Hindistan'ın ise 0.38'dir. Çin'de en üst gelir diliminde yer alan nüfusun %10'u toplam gelirin %34.9'unu, Hindistan'da ise %33.5'ini almaktadır. DİE tarafından yapılan gelir dağılımı anket sonuçlarına göre, 2000 yılı itibariyle Türkiye'de Gini Katsayısı 0.40'tır.[26]

Ülkeler arasındaki eşitsizlik 1980’lerde ve 1990’larda artış göstermiştir. Bu dönem boyunca; gelişmiş ülkeler arasında eşitsizlik 15 ülkede arttı ve sadece 1 ülkede azaldı; geçiş ülkelerinde eşitsizlik her ülkede keskin bir şekilde arttı; Latin Amerika’da 13 ülkenin 8’inde eşitsizlik arttı ve Asya’da 10 ülkenin 7’sinde eşitsizlik artmıştır. Sadece verileri tam olarak belli olamayan Afrika’da eşitsizliği artan ve azalan ülke sayısı birbirine eşittir. Bu hareketlerden anlaşılan şudur ki; büyüme oranları gelir dağılımını etkilememektedir: geçtiğimiz yıllarda yaşanan eşitsizlikteki artışlar, yüksek ve düşük büyüme oranına sahip ülkelerin eşitliğini etkilemiştir.[27]

 

Tablo 1: 1980-1990 Arası Gelir Dağılımındaki Değişiklikler

 

Eşitsizliği artan ülke sayısı

Eşitsizliği azalan ülke sayısı

Gelir dağılımında hiçbir değişiklik olmayan ülke sayısı

OECD

15

1

2

Doğu Avrupa ve CIS

11

0

0

Latin Amerika

8

3

2

Asya

7

3

0

Afrika

3

3

1

Kaynak: Stewart, Francis, “High-Level Round Table and Development: Directions For The Twenty-First Century”, Income Distribution And Development, Bangkok, 12 February 2000, UNCTAD.

 

V)     DÜNYA GELİR DAĞILIMI

Bu başlık altında, dünyanın değişik coğrafi yerlerindeki değişik ülkelerde-gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler- görülen eşitsizliği inceleyeceğiz. Aşağıdaki Tablo 2, çeşitli ülkeler ve bölgeler arasında 1999 yılında gerçekleşen SGP ile ölçülmüş GSMH oranları yer almaktadır. İlk kayda değer gözlem, ileri sanayileşmiş ülkeler (ABD, Japonya, Batı Avrupa) ile dünyanın geri kalanı arasındaki büyük eşitsizliktir.  Dünya nüfusunun sadece %12.81’ine sahip olmalarına karşın dünya gelirinin %49.55’inr sahipler. Böylece, global gelirin yaklaşık yarısı, global nüfusun en zengin 1/8’ine gitmektedir.

Aşağı-Sahra Afrika, Amerika’nın 30,600$ olan KBG ile karşılaştırıldığında 1,400$ ile en düşük KBG’e sahip ülkedir.[28]

 

 

 

 

 

 

 

 

Tablo 2: 1999’da Dünya Gelir Dağılımı

Ülke

Nüfus (mio)

Dünya Nüfusu (%)

SGP ile GSMH         (myr $)

Dünya GSMH     (%)

SGP ile KBG

ABD

273

4.57

8,350.1

21.52

30.6

Japonya

127

2.13

3,042.9

7.84

24.0

Batı Avrupa

365

6.11

7,834.2

20.19

21.5

Düşük ve Orta Gelirli Ülkeler

Doğu Asya ve Pasifik

1.837

30.74

6,423.8

16.55

3.5

Avrupa ve Merkez Asya

475

7.95

2,654.1

6.84

5.6

Latin Amerika ve Karayipler

509

8.52

3,197.1

8.24

6.3

Orta Doğu ve Kuzey Afrika

291

4.87

1,337.5

3.45

4.6

Güney Asya 

1.329

22.24

2,695.0

6.94

2.0

Aşağı - Sahra Afrika

642

10.74

929.3

2.39

1.4

 

Düşük ve Orta Gelirli Ülkeler

5.084

85.09

17,323.9

44.64

3.4

Yüksek Gelirli Ülkeler

891

14.91

21,763.4

56.68

24.4

Dünya

5.975

100.00

38,804.9

100.00

6.5

Kaynak: World Bank, World Development Report 2001.

 

Dünya ve ülkelerde gelir dağılımı farklılıklarının oldukça büyük olması, üretim süreçlerinin yapısına bağlı bulunuyor. Genel bir eğilim olarak fakir ülkelerde üretim sürecine katılan üretim faktörlerinin, (özellikle emeğin kalitesi ve teknolojik seviye) gelişmiş ülkelere göre durumu daha kötü. Bu da üretilecek mal ve hizmetlerin miktarını bileşimini ve kalitesini etkilediğinden gelir dağılımının da farklılaşmasının temel nedeni oluyor. Ülkeler arasında yapılan mukayeselerde eğitim ve öğretim faklılıklarının bireylerin üretim sürecinden aldıkları payı doğrudan etkilediği görülüyor. Bu nedenle birçok ülkede kamunun en önemli fonksiyonlarından birinin eğitim imkanlarını ve kalitesini arttırmak olduğu ifade ediliyor.[29]

A.     Kişi Başına Düşen Gelir Düzeyleri Bakımından Gelir Adaletsizliği

Tablo 3’te Dünya Bankası’nın kişi başına milli gelir düzeyleri yönünden yaptığı ülke sınıflaması gösterilmektedir. Bu tablodan anlaşıldığı üzere 1999 yılında üst gelirli ülkelerde kişi başına düşen milli gelir ortalaması 25.730 dolardır. Düşük gelirli ülkelerde ise kişi başına düşen GSMH sadece 410 dolardır. Türkiye ise 2.900 dolarla orta-üst gelirli ülkeler kategorisinde yer almaktadır. Satın alma gücü paritesi yönünden ise gelir gruplarına göre durum şu şekildedir: Üst gelirli ülkelerde kişi başına düşen GSMH ortalaması 24.430, düşük gelirli ülkelerde kişi başına düşen GSMH ortalaması 790, Türkiye’de ise 6.126 dolardır.

Bu verilerden çok açık bir şekilde anlaşılacağı üzere ekonomik refah düzeyi yönünden zengin ve yoksul ülkeler arasında büyük bir uçurum bulunmaktadır.

Tablo 3: Kişi Başına Düşen Milli Gelir Düzeyleri Bakımından Ülke Grupları (1999- Dolar)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynak: World Bank, World Development Indicatorsi 2000/2001, s.275.

 

 

Tablo 4’te daha spesifik olarak en yoksul ve en zengin 10 ülkede kişi başına düşen GSMH rakamları yer almaktadır. Kişi başına düşen GSMH’nın (satın alma gücü paritesi yönünden) en düşük olduğu ülkelerin başlıcalar şunlardır: Nijer, Mali, Yemen, Zambia, Angola, Etyopya, Malawi, Burundi, Tanzanya, Sierra Leone. Bu ülkelerin tamamında kişi başına düşen GSMH 1000 doların altındadır. Dünyanın en zengin 10 ülkesi ise Tablo 5’te gösterilmiştir. Bu ülkelerde ise kişi başına düşen GSMH 23.000 dolar ile 30.000 dolar arasındadır.

Tablo 4: Kişi Başına Düşen Milli Gelir Düzeyleri Bakımından Dünyanın En Yoksul 10 Ülkesi

(Kişi Başına Düşen GSMH- Satın Alma Gücü Paritesi)

 

 

 

 

 

 

 

 

Tablo 5: Kişi Başına Düşen Milli Gelir Düzeyleri Bakımından Dünyanın En Zengin 10 Ülkesi

(Kişi Başına Düşen GSMH- Satın Alma Gücü Paritesi)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynak: World Bank, World Development Report, 2000/2001, s. 274-275.

 

Tablo 6’da dünyada kişisel gelir dağılımı yönünden göreceli olarak eşitsizliğin en kötü ve yine göreceli olarak en iyi olduğu 10 ülke gösterilmiştir. En son yapılan gelir dağılımı araştırmaları çerçevesinde dünyada gelir dağılımında eşitsizliğin en kötü olduğu ülkelerin başlıcaları şunlardır: Guatemala, Paraguay, Brezilya, Sierra Leona, Güney Afrika, Merkezi Afrika Cumhuriyeti, Kolombiya vs. Bu ülkelerde nüfusun en alt yüzde 20’lik kısmının milli gelirden aldığı pay ile nüfusun en üst yüzde 20’lik kısmının milli gelirden aldığı pay arasında ciddi bir uçurum bulunmaktadır. Örneğin, Guatemala’da en yoksul yüzde 20’lik kesimin milli gelirden aldığı pay yüzde 2.1 iken, en zengin yüzde 20’lik kesimin milli gelirden aldığı pay yüzde 63’tür.

Dünyada zengin ile yoksul arasındaki gelir eşitsizliğinin göreceli olarak daha iyi olduğu başlıca 10 ülke ise şunlardır: Slovak cumhuriyeti, Japonya, Avusturya, Finlandiya, Çek Cumhuriyeti, Beyaz Rusya, Norveç, Mısır, İsveç, Belçika ve Lao. Bu ülkelerde en yoksul ile en zengin arasında milli gelirden aldıkları pay oranı yönünden fark giderek kapanmaktadır. Örneğin, Japonya’da en yoksul yüzde 20’lik kesimin milli gelirden aldığı pay yüzde 10.6 iken, en zengin yüzde 20’lik nüfusun milli gelirden aldığı pay yüzde 35.7’dir. Bu oranlar tabloda yer alan diğer ülkelerde de benzer durumdadır.[30]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tablo 6: Dünyadaki Gelir Dağılımındaki Eşitsizliğin Göreceli Olarak En Kötü ve En İyi Olduğu 10 Ülkenin Karşılaştırılması

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynak: Aktan, Coşkun Can, Yoksullukla Mücadele Stratejileri, Hak-İş Konfederasyonu Yay., Ankara, 2002, http://www.canaktan.org/ekonomi/yoksulluk/ikinci-bol/dunyada-gelir-dagilimi.pdf, Erişim Tarihi: 14.12.2003.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3. BÖLÜM

KAYITDIŞI EKONOMİ VE TÜRKİYE

 

 

I)       KAYITDIŞI EKONOMİ

Günümüz ekonomilerinin önemli sorunlarından birisi olan kayıtdışı ekonomi, nedenleri, sonuçları ve işleyişi bakımından karmaşık bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle, kayıtdışı ekonominin kayıt altına alınması hem gelişmekte olan ülkeler için hem de gelişmesini tamamlamış ülkeler için çözümlenmesi gereken ciddi bir sorun olmaktadır.[31]         

Kayıtdışı ekonomi, etki oluşum ve sonuçları itibariyle bir iktisadi bir anlam ve değeri olduğu halde kayıtlarda yer almayan ve bu nedenle de çeşitli sonuçları bulunan faaliyetleri ifade etmekte ve ekonominin denetim izlenme ve yönlendirilmesinde ciddi bir belirsizlikler seti oluşturmaktadır.[32] Kısaca, kayıtdışı ekonomi, kamu otoritelerinin denetimi dışında kalan her türlü ekonomik işlemdir.[33]

Kayıtdışı ekonomi hayatın bir gerçeği olmayı sürdürürken ne yazık ki yükseliş trendi içerisinde olduğu yönünde önemli göstergeler de bulunmaktadır. Birçok toplum bu tür faaliyetleri kısıtlamak için eğitim ve cezalandırma gibi önlemlere başvururken problemin asıl kaynağı olan vergi ve sosyal güvenlik reformunu yapmaktan uzak bulunmaktadırlar. Kayıtdışı ekonomik faaliyetin gizliliği bu konuda sağlıklı veri bulmayı zorlaştırmaktadır. Ancak kayıtdışı ekonomik faaliyet alanında sağlıklı verilerin sağlanması etkili ekonomi politikalarının oluşturulmasında hayati bir öneme sahiptir.

Kayıtdışı ekonominin büyümesini çeşitli faktörler etkilemektedir. Bunlardan en önemlisi vergi yükünün artışı, sosyal güvenlik katkı oranlarının artışı, kayıtlı ekonomideki yasal düzenleme ve sınırlamaların artışı, işsizlik ile kamu kurumlarına karşı sadakatin azalması olarak sayılabilir.

Tüm ülkelerde kayıtdışı ekonominin yükselişinin en önemli sebebi vergi yükü ve sosyal güvenlik yükümlülüğü gösterilmektedir. Ekonomideki net ücret ile brüt ücret ve vergi öncesi net gelir arasında fark büyüdükçe kayıtdışı ekonomi büyümektedir.[34]

Kayıtdışı Ekonomi, dünyanın küreselleşme sürecine girmesiyle birlikte kontrolünün daha da güçleştiği bir ivme kazanmaya başlamıştır. Boyutu konusunda farklı rakamlar ve yöntemler ortaya konmaktadır. Uluslararası ölçümlere göre ise kayıtdışı ekonominin büyük boyutlarda olduğu ülkelerde durum şu şekildedir:[35]

Tablo 7: Kayıtdışı Ekonominin GSYİH’ya Oranı (%)

 

Ülkeler

%

Ülkeler

%

Ülkeler

%

Nijerya

76

Yunanistan

27

Fransa

15

Tayland

70

Macaristan

26

Almanya

14

Mısır

68

İtalya

24

Avustralya

13

Filipinler

50

İspanya

22

Hollanda

12

Meksika

49

Belçika

21

İngiltere

11

Türkiye

45

Arjantin

20

Hong Kong

11

Rusya

40

İsveç

19

Avusturya

10

Malezya

39

Danimarka

19

ABD

9

G.Kore

38

Kanada

15

Japonya

8

Brezilya

29

Çek Cum.

15

İsviçre

8

Kaynak: Engin, Yusuf, “Haksız Rekabet ve Sosyal Politikalara Etkisi Açısından Kayıtdışı Ekonomi”, Öz İplik-İş Sendikası Basın Duyurusu, 2000, http://www.oziplikis.org.tr/duyurukayitdisi.htm, Erişim Tarihi: 02/01/2004.

 

II)     TÜRKİYE’DE KAYITDIŞI EKONOMİ

A.     Kayıtdışı Ekonomiye Yol Açan Faktörler

Türkiye’de hızla artan nüfus, göç ve kentleşme, kayıtdışı ekonominin gelişmesi için uygun bir ortam yaratmıştır.

Kayıtdışı çalışmanın kapsamı ve boyutunu etkileyen diğer faktörler arasında, vergi ve sosyal katkı düzeyleri, bürokratik engeller, düzenleyici ve idari yükler, işgücü piyasasına ilişkin mevzuatın uygun olmaması, sanayinin yapısı ve KOBİ’lerin ağırlığı, düşük rekabet gücü, kültürel açıdan kabul görme sayılabilir.

Küçük işletmelerin yaygınlığı, izlemeyi ve denetlemeyi zorlaştırdığı için bu, işletmelerin kayıtdışında kolaylıkla faaliyet göstermesine imkan vermektedir.

Vergi yükü, kayıp ve kaçağı kayıtdışı ekonominin önemli bir unsurudur. Türk vergi sisteminin içerdiği istisna ve muafiyetlerin fazlalığı, yarattığı bürokrasi, vergi idaresinin yeterince etkinliğe kavuşmamış olması ve vergi denetiminin sınırlı kalması kayıtdışı ekonominin oluşumunda etkili olmaktadır.

İstihdama yönelik yasal yükümlülüklerin toplam işgücü maliyeti içinde önemli bir paya sahip olması kayıtdışı istihdamı artırmaktadır. Türkiye’de toplam işgücü maliyeti içinde işverenlerin ücret dışı (overhead) maliyetleri %18 ile OECD ortalamasına (%19) çok yakındır. AB ortalaması %25’tir. Yeni sanayileşen dört Asya ülkesinde (Kore, Hong-Kong, Singapur, Tayvan) ve Meksika’da bu oran %12’dir. Türkiye’de ücret dışı yükler gelişmiş ülkelere yakın düzeylerdedir. Ancak gelişmekte olan ve rekabet ettiğimiz ülkelerle kıyaslandığında Türkiye’de ücret dışı yüklerin yüksek olduğu görülmektedir.[36]

B.      Kayıtdışı Ekonominin Etkileri-Sonuçları

Kayıtdışılık, hukuki düzenlemeleri anlamsız kılması nedeniyle kurallı ekonomiyi dışlamaktadır. Vergi yükü kayıtlı işletmeler ve çalışanlar üzerinde toplandığı için, haksız rekabet oluşmaktadır. Çalışanlar açısından ise sosyal güvenlik ve iş hukukundan doğan haklardan yoksunluk ve böylelikle sosyal politika etkisizliği ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, kamunun vergi, sosyal güvenlik primi gibi gelirlerinde kayıplara yol açmaktadır.

Kayıtdışı çalışma, sosyal güvenlik kurumlarının açıklarını artırmaktadır. SSK’nın en önemli sorunlarından biri, kayıtdışı çalışma nedeniyle, gelirlerin harcamalara yetmemesidir.

Kayıtdışı ekonomi, işçi ve işveren sendikacılığının güç kaybetmesine, toplu iş sözleşmelerine tabi kesimin daralmasına ve sendikal sistemden kaçışa neden olmaktadır.

Vergi ve sosyal güvenlik primi gibi mali yükümlülüklerin yerine getirilmemesi nedeniyle kamu açıkları ve kamu kesimi borçlanma gereği artmakta, makro ekonomik dengesizlikler büyümekte, rant ekonomisi şartları oluşmaktadır.

İşletmeler açısından, uzun vadede ihracat potansiyeli azalmakta, marka yaratan büyük işletmecilik zayıflamaktadır.

Yabancı kaçak işçi istihdamındaki artış, işçilerin sosyal güvenlik konusundaki pazarlık gücünün azalmasına ve kayıtdışı istihdamın artmasına neden olmaktadır.

Sonuç olarak kayıtdışı ekonomi; toplumda ahlaki değerlerin bozulması, devlet otoritesinin zayıflaması ve devlete olan güven kaybı, tüketici haklarının korunmaması, çevre kirliliği ve çarpık kentleşme gibi pek çok soruna da dolaylı olarak yol açmaktadır.[37]

C.     Rakamlarla Kayıtdışı Ekonomi

Kayıtdışı ekonomi, bütün ülkelerde yaşanan ve dünyada 80’li yıllardan itibaren artış gösteren bir sorun olmasının yanı sıra Türkiye’de kayıtdışı ekonomi çok gelişmiştir ve DPT’de yapılan bir araştırmaya göre 1985 yılında %38 düzeyinde bulunan kayıtdışı ekonomi, kayıtlı ekonominin % 66’sı büyüklüğüne ulaşmıştır.

Söz konusu araştırmaya göre 2001 yılı kayıtlı GSMH büyüklüğü 179.5 katrilyon TL iken, kayıtdışı GSMH 118.9 katrilyon TL'dir.


Buna göre ulusal ekonomimizin % 40'ı kayıtdışındadır. Yani ekonomide yaratılan her 100 milyon TL’nin 40 milyon TL’si kayıtdışıdır.

 

Kaynak:Türkiye’de Kayıtdışı İstihdam ve Çözüm Yolları”, Kayıtdışı İstihdam, Seminer-Panel, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu, Yayın No: 233, Mayıs 2003.

 

Kayıtlı ekonominin resmi GSHM’ya oranı Türkiye’de % 66 iken, gelişmiş ülkeler ortalaması % 15, gelişmekte olan ülkeler ortalaması ise  % 30’dur.

Tablo 8: Kayıtdışı Ekonominin Resmi GSMH'ya Oranı (%)

Gelişmiş Ülkeler Ortalaması

15

Gelişmekte Olan Ülkeler Ortalaması

30

Türkiye

66

 

Kayıtdışı ekonomi, belirli ölçüler içinde ekonomileri şoklara karşı koruyan bir faktör olarak kabul edilmekle birlikte, Türkiye’de kontrolden çıkarak kalkınmayı engelleyen boyutlara ulaşmıştır.[38]

 

 

 

 

 



[1] O’Sullivan, A. Ve Sheffrin, S.M., Economics- Principles and Tools, 2nd. Ed., Prentice Hall, 2001, s.418.

[2] Oktay, Ertan, Makro İktisat Teorisi ve Politikası, Maltepe Üniversitesi İİBF Yay. No:02, İstanbul 2002, s.11.

[3] O’Sullivan, A. Ve Sheffrin, S.M ve Oktay, Ertan birleştirilerek yazılmıştır.

[4] 8. BYKP, ÖİK Raporu, Gelir Dağılımının İyileştirilmesi ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT Yayınları, Yayın No: 2599, Ankara, 2001, s. 3.

[5] Büyük Ekonomi Ansiklopedisi, Sabah Yayınları, s. 422.

[6]Milli Hesaplar İle İlgili Değişkenlerin Tanımı”, http://www.die.gov.tr/sozluk/milhest.htm, Erişim Tarihi: 10.12.2003.

[7] Froyen, Richard T., Macroeconomies Theories & Policies, 5th Ed. Prentice Hall, USA, 1996, s.18.

[8] Seyidoğlu, Halil, Uluslararsı İktisat-Teori Politika ve Uygulama, 14. Bs., Güzem Yay., İstanbul, 2001, s. 430.

[9] Dinler, Zeynel, İktisada Giriş, Ekin Kitabevi Yay., 5. Bs., Bursa, 2000, s.294.

[10] Seyidoğlu, s. 430.

[11]Milli Hesaplar İle İlgili Değişkenlerin Tanımı”, http://www.die.gov.tr/sozluk/milhest.htm, Erişim Tarihi: 10.12.2003.

[12]Milli Hesaplar İle İlgili Değişkenlerin Tanımı”, http://www.die.gov.tr/sozluk/milhest.htm, Erişim Tarihi: 10.12.2003.

[13] Waud, Roger, Economics, Harper & Row Publ., 4th Ed., USA, 1989, s. 122.

[14]Milli Hesaplar İle İlgili Değişkenlerin Tanımı”, http://www.die.gov.tr/sozluk/milhest.htm, Erişim Tarihi: 10.12.2003.

[15]Milli Hesaplar İle İlgili Değişkenlerin Tanımı”, http://www.die.gov.tr/sozluk/milhest.htm, Erişim Tarihi: 10.12.2003.

[16] 8. BYKP, Gelir Dağılımının İyileştirilmesi ve Yoksullukla Mücadele ÖİK Raporu, DPT, Yayın No: 2599, Ankara, 2001, s. II.

[17]  8. BYKP, Gelir Dağılımının İyileştirilmesi ve Yoksullukla Mücadele ÖİK Raporu, DPT, Yayın No: 2599, Ankara, 2001, s. 2.

[18] Güneş, İsmail, “Gelir Dağılımı”, http://idari.cu.edu.tr/igunes/kamu/gelir.htm, Erişim Tarihi:12.12.2003.

[19] Aktan, Coşkun Can ve İstiklal Yaşar Vural, Yoksullukla Mücadele Stratejileri, Hak-İş Konfederasyonu Yay. Ankara, 2002, http://www.canaktan.org/ekonomi/yoksulluk/birinci-bol/aktan-vural-makro-ekonomi.pdf, Erişim Tarihi: 16.10.2003.

[20] Güneş, İsmail, “Gelir Dağılımı”, http://idari.cu.edu.tr/igunes/kamu/gelir.htm, Erişim Tarihi:12.12.2003.

 

[21] Işığıçok, Erkan, “Türkiye’de Gelir Dağılımı ve 1987-1994 Gelir Dağılımı Araştırmalarının Karşılaştırmalı Bir Analizi”, http://idari.cu.edu.tr/igunes/makale/gelir.doc, Erişim Tarihi: 12.12.2003.

[22] Aklan Adanur, Nejla, “Dünyada ve Türkiye’de Gelir Dağılımı ve Gelir Dağılımını Etkileyen Faktörler”, http://iktisat.uludag.edu.tr/dergi/11/05-nejla/05-nejla.htm, Erişim Tarihi:13.12.2003.

[23] Aklan Adanur, Nejla, Erişim Tarihi:13.12.2003.

[24] [24]  8. BYKP, Gelir Dağılımının İyileştirilmesi ve Yoksullukla Mücadele ÖİK Raporu, DPT, Yayın No: 2599, Ankara, 2001, s. 7.

[25] [25]  8. BYKP, Gelir Dağılımının İyileştirilmesi ve Yoksullukla Mücadele ÖİK Raporu, DPT, Yayın No: 2599, Ankara, 2001, s. 7.

[26] UNDP, Human Development Report 2003, http://www.undp.org/hdr2003/indicator/pdf/hdr03_indicators.pdf, Erişim Tarihi: 16.12.2003, s. 282-285.

[27] Stewart, Francis, “High-Level Round Table and Development: Directions For The Twenty-First Century”, Income Distribution And Development, Bangkok, 12 February 2000, UNCTAD.

[28] Thorbecke, Eric ve Chutatong Charumilind, “Economic Inequality and Its Socioeconomic Impact”, Cornell University, USA, World Development, Vol.30, No.9, sept 2002, s. 1478.

[29] Activeline, “Gelir Dağılımında Neden Sonuç Sarmalı”, http://www.activefinans.com/activeline/sayi22/gelirdagilimi.html, Erişim Tarihi: 16.10.2003.

[30] Aktan, Coşkun Can, Yoksullukla Mücadele Stratejileri, Hak-İş Konfederasyonu Yay., Ankara, 2002, http://www.canaktan.org/ekonomi/yoksulluk/ikinci-bol/dunyada-gelir-dagilimi.pdf, Erişim Tarihi: 14.12.2003.

[31] VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı, Kayıtdışı Ekonomi Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT Yayınları, Yayın No: DPT:2603, Ankara 2001, s.1, http://ekutup.dpt.gov.tr/ekonomi/kayitdis/oik614.pdf, Erişim Tarihi: 01.01.2004.

[32] Gümüş, Turgut, “Dışsallık ve Kayıtdışı Ekonomi Kavramına İlişkin bir Değerlendirme”, Gazi Üniversitesi İİBF Dergisi, Cilt:2, Sayı:3, Ankara, s. 63-70, http://www.econturk.org/Turkiyeekonomisi/ye8.htm, Erişim Tarihi: 01.01.2004.

[33] VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı, Kayıtdışı Ekonomi Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT Yayınları, Yayın No: DPT:2603, Ankara 2001, s.1, http://ekutup.dpt.gov.tr/ekonomi/kayitdis/oik614.pdf, Erişim Tarihi: 01.01.2004.

[34] “Kayıtdışı ekonomi Hacmi Artıyor mu?”, http://www.activefinans.com/activeline/sayi3/kayitdisi_ekonomi.html, Erişim Tarihi: 01.01.2004.

[35] Engin, Yusuf, “Haksız Rekabet ve Sosyal Politikalaar Etkisi Açısından Kayıtdışı Ekonomi”, Öz İplik-İş Sendikası Basın Duyurusu, 2000, http://www.oziplikis.org.tr/duyurukayitdisi.htm, Erişim Tarihi: 02/01/2004.

[36] Kenar, Necdet, “ Kayıtdışı Sektörü Büyüten Faktörler, Ekonomiye ve Çalışma Hayatına Etkileri ve Çözüm Önerileri”, Kayıtdışı Ekonomi ve İstihdam, Büyüyen Kayıtdışı Sektör Semineri-Panel, Türkiye İşveren sendikaları Konfedarasyonu, Yayın No: 225, Haziran 2002.

[37] Kenar, Necdet, “ Kayıtdışı Sektörü Büyüten Faktörler, Ekonomiye ve Çalışma Hayatına Etkileri ve Çözüm Önerileri”, Kayıtdışı Ekonomi ve İstihdam, Büyüyen Kayıtdışı Sektör Semineri-Panel, Türkiye İşveren sendikaları Konfedarasyonu, Yayın No: 225, Haziran 2002.

[38]Türkiye’de Kayıtdışı İstihdam ve Çözüm Yolları”, Kayıtdışı İstihdam, Seminer-Panel, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu, Yayın No: 233, Mayıs 2003.

 

 

GELİR DAĞILIMI[1]: Temel Kavramlar, Başlıca Gd’nın Türleri, Gd’a Yönelik Teorik Yaklaşımlar Ve Gd’ Nın Ölçülmesi

 

Bu bölümde gelir dağılımı (income distribution) ve gelir eşitsizliği (income inequality) konusunda temel kavramlar ortaya konulmakta ve kısaca gelir dağılımına yönelik başlıca yaklaşımlar incelenmektedir. Daha sonra da gelir dağılımının ölçülmesinde geliştirilmiş başlıca yöntemler ve kısaca gelir dağılımını belirleyen faktörler ele alınmaktadır.

Gelir dağılımı, bir ülkede belirli bir süre içinde üretilen ulusal hasıla veya gelirin bireyler, gruplar veya üretim öğeleri arasında dağılımı olarak tanımlanabilir. Gelir dağılımının balıca türleri; fonksiyonel, kişisel, bölgesel ve sektörel gelir dağılımıdır. Bu dört farklı gelir dağılımının her birini birincil ve ikincil gelir dağılımı[2] ayrımı yaparak da incelemek mümkündür.

1.       BAŞLICA GD TÜRLERİ:

1.1.    Fonksiyonel gelir dağılımı

Ulusal gelirin üretilmesine katkıda bulunan çeşitli üretim faktörlerinin milli gelirden aldıkları payı, yani milli gelirin ücret, faiz, rant ve kar arasındaki dağılımını ifade eden bir kavramdır. milli gelirin farklı sosyal sınıflar arasında nasıl dağıldığı konusunda bilgi edinmeyi mümkün kılan bu dağılım türünde ulusal gelir üretime katılan üretim faktörleri sayısı kadar parçalara ayrılır. İkili ayrıma göre ulusal gelirin emek ve mülk gelirlerinin toplamından oluştuğu varsayılırken Klasik iktisatçılar üretim faktörlerini üç gruba ayırırlar ve üç gelir grubunun varlığını savunurlar. Buna göre toprak sahipleri rant gelirine, sermaye kar gelirine ve emek ücret gelirine hak kazanırlar. Çeşitli sosyal tabakaların milli gelirden aldıkları paylar konusunda fonksiyonel gelir dağılımı ancak kaba hatlarıyla bir bilgi sağlayabilir.

 

1.2.    Kişisel gelir dağılımı

Milli gelirin kişiler ve / veya hane halkı arasındaki dağılımını gösterir. Kişisel gelir dağılımında önemli olan elde edilen gelirin kaynağı ve bileşimi değil, miktarıdır. En yüksek ve en düşük gelir grupları arasındaki farklar ve bu farklara yol açan mekanizmalar incelenir. Bu dağılımda ülke nüfusu genelde beş eşit gruba ayrılır. Nüfusun % 20’sini temsil eden her bir gruba düşen milli gelir hesaplanarak hane halkının yüzde dağılımı ile gelirin yüzde dağılımı karşılaştırılır. Hane halkının toplumun hangi kesimlerini temsil ettiği belli olmadığından sermaye sahipleri, işçiler gibi toplumu oluşturan farklı sınıflar arasında tarafsız bir dağılımı öngörür.

 

Yukarıda açıklanan bu iki gelir dağılımı türü haricinde başlangıçta da belirtildiği gibi başlıca iki tür gelir dağılımı kavramı daha vardır. Kısaca bunları da izah edersek: Bölgesel gelir dağılımı, bir ülkenin farklı bölgelerinde yaşayan kişilerin ulusal gelirden ne oranda pay aldıklarını gösterir. Bu gelir dağılımı bir ülkenin gelişmiş ve az gelişmiş bölgeleri arasındaki farklılıkları tespit etmeye yarar. Sektörlere göre gelir dağılımı ise çeşitli üretim sektörlerinin sosyal hasıladan aldıkları payları gösterir. Başka bir ifadeyle, tarım, sanayi ve hizmet sektörlerinin ulusal gelirden aldıkları payları, bunların uzun vadedeki seyirlerini, ulusal gelir dağılımındaki değişikliklerin hangi sektörlerin lehine ya da aleyhine geliştiğini ortaya koyar.

 

2.      GELİR DAĞILIMINA YÖNELİK BAŞLICA YAKLAŞIMLAR VE BÖLÜŞÜM ADALETİ

 

2.1.            Ricardo’nun Gelir Dağılımı Teorisi

 

Ricardo’nun gelir dağılımı teorisinde ekonomi endüstri ve tarım olmak üzere kabaca iki kesime ayrılır[3]. Ekonominin genel gelişimi açısından önemli olan kesim tarım kesimidir. Teori, üç ana varsayıma dayanır.[4] Bu varsayımlardan ilkine göre, tarım arazisi sınırsız olmadığından ve tarım arazisi aynı kaliteye sahip olmadığından, tarım azalan verimler yasasına tabidir. İkinci varsayım Malthus Yasası[5]. Üçüncü ve son varsayım ise, iktisadi gelişmede anahtar role sahip olan sermaye birikimi için kar son derece önemli bir unsurdur.

Ricardo Kuramında ekonominin çıktısı kiralar, ücretler ve karlar olmak üzere üç ana pay arasında bölüşülür[6]. Kira arazi üzerinden elde edilen bir getiridir ve azalan verim ilkesi nedeniyle ortaya çıkar. Ücretler ise emeğin getirisidir. Emeğin doğal fiyatı (ücreti) piyasa ücretinin uzun dönemde yöneleceği ücretler düzeyidir. Bu ise çalışan kesimleri asgari bir yaşam düzeyinde korumaya ancak yeten bir ücret düzeyidir. Asgari geçim düzeyi, çalışanların fiziki, kültürel ve toplumsal gereksinmelerini karşılayacak bir asgari standardı ortaya koyar. Emeğin doğal fiyatı, piyasadaki fiili ücret düzeyi olup arz ve talep tarafından belirlenir. Emek talebi kar oranına ve dolayısıyla sermaye birikim düzeyine bağlıdır. Sermaye birikim düzeyi yüksek ise emeğe olan talep artar ve bu durum emeğin piyasa fiyatının emeğin doğal fiyatının üzerine çıkmasına yol açar. Gelir toplamındaki üçüncü pay olan kar, gelir toplamından ücret ödemeleri ve kiraların çıkarılmasından sonra geriye kalan miktardır. Karlar, iktisadi gelişmenin esas kaynağını oluşturan net yatırımı ya da sermaye birikimi oranını belirlediklerinden ve sermaye birikimini olanaklı kılan tasarrufun kaynağı olduklarından son derece önemli bir etmendirler.

Ricardo’nun gelir dağılımı kuramı iki ayrı ilkenin işleyişine dayandırılabilir. Birincisi, milli hasılanın kira, ücretler ve karlar arasındaki bölüşümünü açıklamakta kullanılan “ marjinal ilkesi” ve ikincisi, milli hasıladan kiranın çıkarılmasından sonraki bakiyenin ücretler ve karlar arasında bölüşümünü açıklamakta devreye konulan “artık (surplus) ilkesi”[7].

Bu iki ilkenin işleyiş biçimi, ekonominin tarımsal kesiminde rol oynayan güçleri simgeleyen, bir şekille gösterilebilir[8]. Şekilde, tarımsal çıktı ya da temel geçim araçları dikey eksende, tarımda çalışan işçi sayısını simgelemek üzere emek yatay eksende gösterilmiştir. AP eğrisi ortalama emek hasılasını ve MP eğrisi marjinal emek hasılasını simgelemektedir. burada her iki eğri de azalan verimler yasası gereği aşağı doğru eğimlidirler ve marjinal hasılanın ücret ve karların toplamına eşit olduğu varsayılmıştır. Zira uzun dönemde ücretler düzeyi marjinal emek verimliliğince değil, emeğin doğal fiyatı tarafından belirlenmektedir. Bu nedenle OÜ mesafesi doğal (asgari geçim) düzeyine eşittir ve tarımsal çıktı cinsinden mevcut işgücünü asgari bir geçim standardında eksiksiz muhafaza etmeye ancak yetecek bir düzeydedir. Böylece, marjinal hasılanın ücret ve karlar toplamına ve istihdam düzeyinin 0N’ye eşit olduğu zaman ÜK birim çıktı başına karı simgeler. Emeğin ortalama ve marjinal verimi arasındaki fark olan kira ise KR mesafesine eşittir. Net yatırım emek talebini artırmaya yarayan çıktı düzeyini yükselttiğinden fiili istihdam düzeyi (0N) sermaye birikimi oranı tarafından belirlenir.


Şekil- 1: Ricardo’nun Gelir Dağılımı Teorisi

Kaynak:Peterson (1976), s.454 ve Akalın, (1981), s.241.

 

Tarımsal kesimde çıktı arttıkça yüksek düzeyde karlar ortaya çıkar ve karların artması da sermaye birikimini artırır. Çıktı artışı emeğe olan talebi artıracağından piyasa ücreti doğal ücretin üzerine çıkar. Bu durum ise nüfusu artırır ve artan nüfus tarımsal ürünlere olan talebi artırarak tarımsal çıktı artışını tetikler. Tarımsal arazi sınırsız olmadığı için daha fazla emek kullanılarak tarımsal çıktıyı artırma çabaları azalan verimler yasası nedeniyle sonuçsuz kalır ve neticede üretim maliyeti, tarımsal ürünlerin fiyatı ve kiralar (KR mesafesi boyunca) artar. Tarımsal çıktının artması, emekçilerin işgücünü asgari geçim standardında muhafaza edebilmeleri için, cari parasal ücretlerin de artırılması anlamına gelecektir. Gerçek çıktı cinsinden doğal ücret (OÜ mesafesi) değişmeyecek, ancak ücretlerin aldığı toplam çıktı payı artmak zorunda kalacaktır. Başka bir ifadeyle toplam çıktıdaki ücret payını temsil eden dikdörtgeninin alanında büyüme söz konusu olacaktır. Başlangıçta ON istihdam düzeyinde ONTÜ alanı düzeyinde iken istihdamın OM mesafesinin simgelediği üst sınıra ulaşmasıyla bu alan uzayacaktır. Bu süreçte kar, ON istihdam düzeyinde ÜK mesafesinde iken MP’nin doğal emek fiyatına eşit olacak bir düzeye düştüğü noktada en sonunda ortadan tamamen kalkıncaya değin sürekli olarak azalacaktır.

Sabit bir teknoloji ve sabit bir gerçek doğal ücretin söz konusu olduğu varsayımı altında, Ricardo gelir dağılımı kuramı, çıktı ve istihdam düzeyinin artması ile birlikte çıktıdaki göreli ücretler payının artacağını öngörür. Bu durumda karın göreli payı gittikçe azalır ve en sonunda sıfıra düşer. Sonuçta ekonomideki tüm sermaye birikimi, nüfus artışı ve teknik gelişme durur.  Azalan verim ilkesinin yol açtığı bu durgunluğu teknik gelişme geçici olarak durdursa da ortadan kaldıramaz.

2.2.        Marx’ın Gelir Dağılımı Teorisi

Marx’ın gelir dağılımı kuramı da genel hatları itibarıyla Ricardo’nun artık ilkesinin uyarlanmasına dayanır. Ancak iki kuram arasında bazı farklar bulunmaktadır[9]

Marx’ın öngördüğü yapı bir mal ya da hizmetin değerinin onu üretmek için gerekli olan emek miktarı tarafından belirlendiğini belirten “değerin emek kuramı”na dayanır[10]. Buna göre emeğin arz fiyatı, işgücünü eksiksiz olarak muhafaza edecek asgari geçim düzeyini oluşturan mal ve hizmetleri üretmek için gerekli olan işgücü miktarınca belirlenir. Emeğin bir doğal fiyatı, işgücünün hayatta kalmasını ve kendisini yeniden üretmesini sağlamaya yeterli bir gerçek ücretler düzeyi bulunmaktadır. Bu asgari geçim düzeyini karşılayan gerçek ücret değerini asgari yaşam standardına giren malları üretmek için gerekli işgücü miktarı belirler.

Marx’a göre artık değerin varoluş nedeni belli bir devrede emeğin işgücünü eksiksiz korumaya yetecek asgari gerçek ücretten veya emeğin arz fiyatı ile ölçülen kendi maliyetinden daha fazla iktisadi değer yaratmasıdır. Toplam çıktı değeri ile emeğin arz fiyatı arasındaki fark emek dışı kaynakların sahipleri olan kapitalistlerin el koyduğu artık değeri simgeler. Kapitalistler fiziksel üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmaları sayesinde işçi sınıfının ortaya koyduğu artık değere sahip çıkarak gelir dağılımını kendi lehlerine çevirirler. Karın kaynağı artık değerdir. Kapitalistlerce el konulabilecek artık değer miktarı, karın toplam gelirdeki göreli payını da belirler.  Bir nihai mal veya hizmetin değeri üç bileşenden meydana gelir. Bunlar, hammaddeleri ve sermaye tüketimini (sabit sermaye) simgeleyen ( c), üretim sürecine giren işgücünün değerini (değişken sermaye, ücret fonu) simgeleyen ( v) ve artık değeri ya da karı (net kar+faiz+rant) simgeleyen ( s)’dir. Buna göre bir mal ya da hizmetin değeri ( c+ v+ s)’ye eşittir. Tüm ekonomi için gayri safi hasılanın değeri ise C+V+S olarak tanımlanabilir.  Kar payının ücret payına oranı ( S/V) sömürü oranının ölçüsü olmanın ötesinde çıktı toplamındaki ücret ve ücret-dışı (kar) gelirlerinin göreli payındaki değişikliklerin de göstergesidir. Bu oranda bir yükseliş, sömürü oranındaki bir artışı, yani gelir toplamında ücretlere göre karların payında bir artışı simgeler. Başka bir ifadeyle, gelir dağılımında kar elde eden kesimler lehine bir iyileşmenin meydana geldiğini temsil eder.

Marx’a göre komünizmin ilk aşaması olan sosyalizmde kişiler bireysel çabalarına ve topluma yaptıkları katkıya göre, nihai aşama olan komünizmde ise ihtiyaçlarına göre ödüllendirileceklerdir. Ancak bu şemaların her ikisinde de önerilen bu ilkeler mutlak eşitliği öngörmez. Değerin emek kuramına göre yaratılan değer miktarı işçilerin kalifiye olup olmadıklarına ve emeklerinin karmaşık olup olmadığına bağlıdır. Karmaşık işlerde çalışan bir işgücü basit bir işte çalışana göre daha fazla değer üretir. Bu nedenle sosyalist gelir dağılımı teorisi yüksek kalifiye işgücünün düşük kalifiye olanına kıyasla daha fazla ücret alması gereğini onaylar. Kişisel çabalar, eğitim ve tecrübe sonucunda emeğin daha fazla kalifiye hale gelmesi halinde ortaya çıkacak gelir farklılıkları da meşru olacaktır. Öte yandan, kişiler arasında doğuştan gelen fiziki (daha güçlü olma veya daha fazla çalışabilme) veya entelektüel farklılıklar da gelir dağılımında eşitsizliğe yol açabilir. Bu nedenle, sosyalist eşitlik, kişilerin sahip oldukları gelirlerin eşit olmasını değil; gelir elde etme fırsat ve koşullarında eşit olmayı içerir.

Komünizm aşamasında “yeteneklerine göre herkesin katkıda bulunması, ihtiyaçlarına göre herkese katkı sağlanması” ilkesi de gelirde mutlak eşitliği öngörmez. Kişiler fiziki ve entelektüel düzeyde farklı oldukları sürece farklı ihtiyaçlara sahip olacaklar ve bu nedenle gelir dağılımında eşitsizlik komünizm aşamasında da devam edecektir. İki tür komünizmden bahsedilebilir: kaba komünizm ve gerçek komünizm.  Daha iptidai bir nitelikte olan ve daha önce baskı altında bulunan ve imtiyaza sahip olmayan kesimin güçlü ve zengin olan kesime karşı tepkide bulunacağı kaba komünizm döneminde yalnızca ücretlerde eşitlik talebinde bulunulacaktır. Zira bu dönemde gösterilecek tepkiler kıskançlık ve çekememezliğin bir ifadesidir ve herkesin ayrı ayrı sahip olmadığı her şeyin tahrip edilmesini amaçlar. Marx, güç kullanarak yetenek ve becerilerin ortadan kaldırılmasını ve insanların şahsiyetlerinin reddini gerektiren bu tip bir komünizm anlayışını reddeder. Marx, özel mülkiyetin reddedilmesinin ötesinde daha önceki dönemlerde edinilen servet farklılıklarını ortadan kaldırmayı amaçlayan gerçek komünizmi önerir. Marx’ın öngördüğü gerçek komünizm ise, dağıtıcı adaleti gerektirir.

K. Marx kapitalist sistemde ortaya çıkan gelir dağılımı eşitsizliği ve adaletsizliğini eleştirse de sosyalist ve komünist aşamalarda da gelirlerin eşit bir düzeye getirilmesini ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin tamamen ortadan kaldırılmasını öngörmez. Toplumu meydana gelen sınıflar, etnik gruplar sonucunda oluşan veya siyasi ve sosyal güç ve yetkilerin kullanılması neticesinde ortaya çıkan eşitsizlikler ile piyasa ekonomisinin faaliyette bulunması sonucu ortaya çıkan eşitsizlikler ortadan kaldırılmalıdır. Bununla birlikte, doğal farklılıklara (fiziki veya entelektüel farklılıklar) dayanan eşitsizlikler ile beceri ve bilgi edinimi ile kişisel tercihlerden (daha fazla çalışma ya da boşta kalma tercihleri gibi) eşitsizlikler engellenemez ve meşru görülebilir. Ancak, bireysel özgürlüğü kısıtlayan ve bireylerin potansiyellerini geliştirmelerini engelleyen gelir dağılımındaki eşitsizlikler ortadan kaldırılmalıdır.

2.3.        Kaldor’un Gelir Dağılımı Teorisi

Kaldor’un gelir dağılımı teorisi, yatırımın gelire olan oranındaki değişikliklerin kar ve ücretlerin gelir toplamındaki göreli paylarında ne gibi değişiklikler ortaya koyacağını göstermeye çalışır[11].  Toplum maaş ve ücret erbabı ile müteşebbisler ve mülk sahipleri olmak üzere iki ana kategoriye ayrılırsa milli gelir (MG), ücret (Ü) ve karlardan (K) oluşur (MG = Ü + K). Gelir dengesinin yatırım (Y) ve tasarruf (T) eşitliğine (Y = T) bağlı olduğu varsayımı altında ekonomideki toplam tasarruf (T) ücret gelirlerinden yapılan tasarruf (Tü) ve kar gelirlerinden yapılan tasarruf (Tk) toplamına (T = Tü + Tk) eşit olur.

Ekonomide tam istihdam koşullarının hüküm sürdüğü ve ücretli ve ücret-dışı gelir gruplarının her ikisi için de tasarruf eğilimlerinin sabit olduğu varsayımları dikkate alındığında toplam gelirdeki kar payı, yatırımın gelire oranının bir işlevidir. Başka bir ifadeyle yatırım/çıktı oranındaki (Y/MG) bir artış gelirdeki kar payında (K/MG) bir yükselişe yol açar. Tam istihdam koşullarında, yatırım harcamalarındaki gerçek bir artışın hem yatırımın çıktıya oranında hem de tasarruf-çıktı oranında bir artışa yol açması gereklidir.  Tasarruf-çıktı oranında bir yükselme olmazsa, fiyatlar genel düzeyinde bir artış meydana gelir. Başka bir ifadeyle, Kaldor’un gelir dağılımı teorisi, daha yüksek bir reel yatırım düzeyinde tam istihdam dengesinin sürekliliğinin sağlanması açısından gerekli olan daha yüksek bir tasarruf-çıktı oranını gerçekleştirmek için gelir dağılımında bir kaymanın gerekli olduğunu ortaya koyar.

2.4.        Sidney Weintraub’un Gelir Dağılımı Teorisi[12]

Sidney Weintraub’un gelir dağılımı teorisi, gelirin fonksiyonel dağılımını, modern gelir ve istihdam teorilerinde önemli bir kavram olan toplam arz fonksiyonu ile çözümlemeye çalışır[13]. Weintraub, sabit fiyatlar yerine cari fiyatlar cinsinden oluşturulan bir toplam arz fonksiyonunun gelir ve istihdam teorisiyle toplam gelir dağılımı arasındaki ilişkiyi kuracağını ileri sürer[14]. Bu şekilde oluşturulan toplam arz eğrisi, istihdam (ve çıktı) düzeyi değiştikçe fonksiyonel gelir dağılımının nasıl değiştiğini göstermekte kullanılır. Toplam arz eğrisi sabit yerine cari fiyatlarla ölçülen parasal hasılayı istihdam düzeyine bağlar. Buna göre, toplam arz fonksiyonu (TA), toplam ücretin (TÜ) parasal ücret haddi (PÜ) ve istihdam düzeyinden (İ) oluştuğu varsayımı altında, toplam ücret (TÜ), kiralar, faiz ve sözleşmeli maaşlar gibi sabit ya da sözleşmeli gelirler veya ödemeler (SG) ile bakiye ya da kar (K) toplamından (TA = TÜ + SG +K) meydana gelir.

Ekonominin toplam arz eğrisini meydana getiren üç tür gelir arasındaki ilişki bir şekille gösterilebilir. Şekilde, toplam arz fonksiyonu (TA) eğrisi, parasal ücretlerin sabit olduğu varsayımı altında toplam ücretleri (TÜ) doğrusu ve sabit ya da sözleşmeye bağlı ödemeleri (SG) doğrusu simgelemektedir. Buna göre kar ya da bakiye, toplam arz eğrisi ile sabit ya da sözleşmeye bağlı ödemeler doğrusu arasındaki farka (K = TA-SG) eşittir. N1 istihdam düzeyine kadar hasıla faktör maliyetleri altında kalmakta, yani ekonomi bu istihdam düzeyine ulaşıncaya değin karlar negatif olmaktadır. Bu durum, firmaların zararına çalışmaları anlamına geleceğinden ekonomi uzun süre N1 istihdam düzeyinin altında kalamaz.

 

Şekil-2: Weintraub’un Toplam Arz işlevinin Kurulması


Kaynak: Peterson ,1976, s.471.

 

Weintraub’a göre toplam arz esnekliği (TAE) istihdamdaki bir yüzde değişikliğin   ( ∆İ / İ ) hasıladaki bir yüzde değişikliğe ( ∆TA / TA ) oranıdır.  Artan verimlilik koşulları altında (TAE) birden büyük bir değere sahip olurken azalan verimlilik koşulları altında (TAE) değeri birden büyük olacaktır. Ek emeğe azalan verim ilkesinin hakim olduğu ve parasal ücretin sabit olduğu varsayımları altında (TA) eğrisi yukarı sola doğru bir eğime sahip olacaktır.  Bu durumda birim çıktı başına emek maliyeti artar. İstihdamın (ve çıktının) artması halinde, mutlak parasal durum değişmeyeceğinden fiyatlar sabit kalsa bile, icar ya da sabit gelir grubunun durumu kötüleşecektir. Sabit parasal ücret ve azalan verim varsayımları geçerli olduğu sürece bu kesimin durumunda bir iyileşme olmaz zira istihdam arttıkça fiyatlar genel seviyesinde bir düşüş meydana gelmez. Şekle göre çıktı düzeyi arttıkça toplam hasıladaki ücretlerin payı azalır. (TAE)’ nin birden büyük olması halinde verimin veya marjinal hasılanın artması anlamına geleceğinden toplam gelir içindeki ücret payı artacaktır zira ücretler sabitken marjinal hasılanın artması durumunda fiyatlar düzeyi düşer (TÜ ile TA arasındaki açık azalır). (TAE)’ nin birden küçük olması halinde ise tam tersi bir durum meydana gelecek ve emeğin toplam gelir içindeki payında bir azalma meydana gelecektir. İstihdam ve çıktının artmasına paralel bir şekilde karların toplam gelirdeki göreli payları da artacaktır. Çünkü çıktı arttıkça irat sahibi sınıfın gelirindeki göreli düşüşten girişimci gruplar ve kar geliri elde edenler yararlanacak ve paylarını artıracaklardır. Sonuçta azalan verimler ilkesi ve parasal ücretlerin sabit olduğu varsayımları geçerli ise gelir ve çıktı düzeyindeki bir artış büyük bir ihtimalle ücretlilerin (sabit gelirlilerin) aleyhine, kar geliri elde edenlerin lehlerine gelir dağılımını değiştirecektir[15].

2.5.    Bölüşüm Adaleti Teorileri

Bölüşüm adaleti (distributive justice) teorileri gelir dağılımının nedenlerini değil adil bir gelir dağılımının nasıl olması gerektiğini incelerler. Başka bir ifadeyle, gelir dağılımında adaletin araştırıldığı bu teoriler büyük ölçüde normatif değer yargılarını içeren teorilerdir. Adalet kavramı ile kastedilen değerin ne olduğu konusunda ise fikir birliği bulunmamaktadır[16]. Bu çalışmanın kapsamı açısından bölüşüm adaleti ayrı bir araştırma konusudur. Ancak çalışmanın son bölümünde yoksullukla mücadele konusu incelenirken bölüşüm adaleti konusunun genel hatları itibariyle bilinmesinde yarar olduğu düşünülmektedir. Genel olarak bölüşüm adalet teorileri; Mutlak Eşitlik Teorisi[17], Farklılık Teorisi[18], Kaynak Yönlü Teoriler[19], Refah Yönlü Teoriler[20], Liyakat Yönlü Teoriler[21] ve Libertarian Teoriler[22] olarak karşımıza çıkmaktadır.

3.       GD ADALET(SİZ)LİK ÖLÇÜTLERİ VE MODELLER

Gelir dağılımı adaletsizlik ölçütleri kabaca iki kategori altında değerlendirilebilir[23]. Objektif ölçütler, gelirlerin birbirlerinden ya da ortalama gelirden farklarının istatistiksel ölçümlerini kullanarak eşitsizlik derecesini tespit etmeye çabalarken normatif ölçütler gelir dağılımı oranlarına ilave olarak sosyal refah anlayışı doğrultusunda fayda fonksiyonunu da dikkate almaktadırlar. Ayrıca, gelir dağılımı statik ölçütler kullanılarak grafiksel olarak gösterilebilir.

Adaletsizlik ölçütlerinin belirli koşulları yerine getirmesi beklenir. Bu koşullar şunlardır: Pigou-Dalton transfer İlkesi; yoksul bir kişiden zengin bir kişiye yapılan bir gelir transferi eşitsizlikte bir artışa yol açmamalıdır ya da en azından bir azalma meydana getirmemelidir ve zenginden yoksula yapılan bir gelir transferi eşitsizlikte bir azalmaya yol açmamalıdır. Gelir ölçeğinden bağımsız olma ilkesi; eşitsizlik ölçütü aynı tarzdaki oransal değişikliklerden etkilenmemelidir: herkesin gelirinde aynı oranda bir değişiklik varsa eşitsizlik değişmemelidir[24]. Nüfus ilkesi; eşitsizlik ölçütleri nüfus artışına karşısında değişmemelidir (iki benzer dağılımın birleştirilmesi eşitsizliği değiştirmemelidir). Simetri ilkesi; Eşitsizlik ölçütleri bireylerin gelirlerinin dışındaki özelliklere karşı duyarsız olmalıdır. Ayrıştırma ilkesi; Dağılımı oluşturan alt-gruplardaki eşitsizliklerdeki değişiklikler dağılımın geneline de aynı yönde yansımalıdır.YaniAlt-gruplarda eşitsizlik artıyorsa eşitsizlik genelde de artmalıdır.

3.1.        Objektif Ölçütler

Objektif gelir eşitsizliği ölçütlerine; aralık (the range), göreli ortalama mutlak sapma, varyans ve değişme katsayısı, logaritmik standart sapma, logaritmik sapmaların ortalaması, Gini Katsayısı, Kuznets Katsayısı ve Genel Entropi Ölçütleri ve Theil Endeksi örnek olarak gösterilebilir[25]. Ölçütlerin açıklanmasında kullanılan bazı notasyonlar, farklı bir şekilde belirtilmemiş ise:

Yi = i. nci hanenin geliri,

µ = Gelirlerin aritmetik ortalaması,

n = Hane sayısını nitelemektedir.

3.1.1.        Aralık

Aralık, en yüksek ve en düşük gelir düzeyleri arasındaki farkın ortalama gelire oranıdır. Aralık A ile gösterilirse: Max(Yi): Maks. hane geliri, Min(Yi): Min. hane geliri.

 

A  = [ Max (Yi)  -  Min (Yi) ]  / 

 

Eğer tüm gelirler eşit dağılmışsa bu takdirde A=0, tüm geliri bir kişi almışsa A= n değerini alır. A genellikle 0 ve n arasında bir değer alır ve iki uç nokta arasındaki dağılım hakkında bilgi vermez.


3.1.2.        Göreli Ortalama Mutlak Sapma

 

Dağılımdaki bütün gelir düzeyleri ortalama gelir ile karşılaştırılır ve tüm farkların mutlak değerlerinin toplamı toplam gelire oranlanırsa göreli ortalama mutlak sapma (G) elde edilir:

       Eğer dağılımda tam eşitlik varsa G=0, tüm geliri bir kişi almışsa G= 2(n-1)/n değerini alır. Aralık ölçütünden farklı olarak, göreli ortalama sapma tüm dağılımı kavrar. Ancak bu ölçüt, ortalama gelire göre aynı bölgede yer alan iki kişi açısından daha az gelir sahibi olandan daha fazla gelir sahibi olana yapılan gelir transferine karşı duyarlı değildir.

3.1.3.        Varyans ve Değişme Katsayısı


Mutlak farkların değerlerinin basit toplamını almak yerine bu farkların kareleri alınıp toplanırsa ortalamadan uzaklaşan farklara vurgu yapılmış olur. Bu sonuç transfer ilkesinin karşılanmasını sağlar. Değişmenin ortak istatistiki ölçüsü olan varyans bu koşulu yerine getirir:

 

Gelir transferlerinin eşitsizlik üzerindeki etkisini hesaba katan bu ölçüt ortalama gelir düzeyinden etkilenir ve ortalamaları çok farklı olan iki dağılımı karşılaştırmada kullanılamaz. Bu tip yetersizlikleri bünyesinde barındırmayan ölçütlerden biri olan değişme katsayısı göreli değişme üzerinde durur. Bu katsayı varyansın karekökü olarak tanımlanan standart sapmanın ortalama gelir düzeyine bölünmesi ile elde edilir. Buna göre, S standart sapmayı göstermek üzere değişme katsayısı: D= S / µ

Değişim katsayısının değeri sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımı daha adil bir hale gelir. Bu katsayı (D) her düzeydeki gelirler arasındaki gelir transferlerine karşı duyarlı olma özelliğine sahiptir ve varyanstan farklı olarak ortalama gelir düzeyinden de bağımsızdır. Ancak, gelir farkları büyük olduğunda transfer etkisini ölçmekte yetersiz kalmaktadır.

3.1.4.        Logaritmik Standart Sapma


Gelir düzeylerinin logaritması alınarak hesaplanan bir ölçüttür. Logaritmik standart sapma;

 

log µ =Hane gelirlerinin log. ortalaması, log Yi = i. nci hane gelirinin log.

Logaritmik olmasının gereği düşük gelir gruplarına daha fazla ağırlık veren bir ölçüttür. yüksek gelirlilerden düşük gelirlilere gelir transferinin olması durumunda logaritmik standart sapma (L) değerinde düşme meydana gelir.  Ölçütün ölçme birimlerinden bağımsız olma özelliğine sahip olması uluslararası ve dönemsel karşılaştırmalarda kullanılmasına olanak tanımaktadır.

3.1.5.        Gini Katsayısı


Gini Katsayısı bir Lorenz Eğrisi ölçütüdür ve 0 ila 1 arasında değer alır.  Katsayının 1’e yaklaşması eşitsizliğin artığını, 0’a yaklaştıkça azaldığını gösterir. Gelir dağılımındaki eşitsizliği ölçmede en çok kullanılan bu katsayı yukarıda değinilen ölçütlerin sahip oldukları farkların ortalama etrafında temerküzünden sakınabilmekte ve her düzeydeki zenginden yoksullara yapılan transferlere karşı duyarlı olabilmektedir.

Yi = i. nci hanenin geliri,

Yj = j. nci hanenin geliri,

f (Yi) = i. nci hanenin gelir çokluğu,

f (Yj) = j. nci hanenin gelir çokluğu.

Gelir grupları arasındaki gelir transferleri Gini Katsayısını etkiler. Objektif bir istatistiki bir ölçüt olmasına rağmen üst ve alt gelir düzeyindeki yığılmaları dikkate almaz. Bu nedenle yığılmanın alt gelir gruplarında yoğun olduğu Gelişmekte Olan Ülkeler ile yığılmanın orta kesimlerde daha yoğun olduğu Gelişmiş Ülkelerin Gini katsayılarının karşılaştırılması halinde sonuçlar dikkatle yorumlanmalıdır.

3.1.6.        Kuznets Katsayısı

Kuznets Katsayısı, Gini Katsayısı gibi sektörlere göre sınıflandırılmış bir Lorenz Eğrisi ölçütüdür. Katsayı 0 ila 1 arasında bir değer alır ve sadece iki sektörlü bir ekonomi için uygulanabilir. Sektörel ortalama ülke ortalamasına eşitse Katsayı sıfıra eşit olur. Toplam üretimin tek bir sektör tarafından yapılması ve bu sektörün istihdamdaki payı son derece önemsiz ise Katsayının değeri 1 olur.

K  = Yi  I (Xi / Yi )- 1 I

Xi = i. nci sektörün üretimdeki payı,

Yi = i. nci sektörün istihdamdaki payı.

Kuznets Katsayısı, sektörel işgücü ve üretim arasındaki farkların mutlak değerlerinin her bir sektörün işgücündeki payı ile ağırlandırılarak toplanması, sektörel ortalama ürünler arasındaki eşitsizliğin bir ölçüsü olarak kullanılır[26]. Örneğin, sanayi sektörü toplam üretimin % 60’ını üretir ve toplam işgücünün % 50’sini istihdam ederse, aradaki fark (% 10) sanayi sektöründe işçi başına ürünün, toplam işgücündeki sanayi payı ile ağırlıklandırılmış olarak, ülke ortalaması oranı farkına eşittir. Örnekte Kuznets Katsayısı şudur:

K =0.50* I 0.60  / 0.50 –1 I = 0.60

Katsayı, kişisel veya hane halkı gelirlerinin tespitinde güçlük çekilen ülkelerde gelirin fonksiyonel dağılımını belirlemek açısından uygun bir ölçüttür.

3.1.7.        Genel Entropi Ölçütleri ve Theil Endeksi


Bilgi teorisindeki entropi kavramından geliştirilen ve yukarıda değinilen koşulların tümünü karşılayan gelir eşitsizliği ölçütlerinin tümü Genel Entropi Ölçütleri olarak adlandırılmaktadır. Bu eşitsizlik ölçütünün genel formülü şudur:

n = örneklemdeki kişi (hane halkı) sayısı,

Yi = i. nci kişinin geliri,

GE’nin değeri 0 ila ∞. arasında değişir. Sıfır eşit dağılıma karşılık gelirken yüksek değerler eşitsizliğin arttığını gösterir. α parametresi gelir dağılımındaki farklı noktalarda yer alan gelirler arasındaki uzaklığı ortaya koyan bir ağırlıktır ve herhangi bir reel sayının değerini alabilir. Düşük α değerlerinde GE değişikliklere karşı daha duyarlıdır. en fazla 0, 1 ve 2 parametreleri kullanılır. α = 1 ise, dağılım boyunca eşit ağırlık söz konusudur. α değerinin artması ağırlığın üst gelir grupları yönünde artması anlamına gelir. GE, 0 ve 1 parametrelerine sahipse Theil Endeksi’ne eşittir.


Theil Endeksi, tüm koşulları karşılayan bir endekstir. Kişiler arasında yapılan gelir transferlerine karşı endeks duyarlıdır. Örneğin zengin bir kişiden fakir bir kişiye yapılan transfer bu iki kişinin gelirleri arasındaki orana bağlı olarak Endeksi küçültür.

3.2.    Normatif Ölçütler

Normatif ölçütler, Dalton Ölçütü ve Atkinson Endeksi olmak üzere iki grup altında incelenebilir.

3.2.1.     Dalton ölçütü

Dalton ölçütü ekonomik refahı da içeren bir ölçüttür. Gelirin marjinal faydasının gelir arttıkça düştüğü varsayımından hareketle toplam faydanın fiili düzeyleri ile gelirin eşit dağılması durumunda elde edilecek toplam fayda düzeyinin karşılaştırılmasına dayanır. Herkes için aynı tip fayda fonksiyonu söz konusu olduğu için toplam refahın maksimizasyonu gelirin eşit bir şekilde bölüşülmesi halinde mümkün olacaktır. Ölçüt, fiili sosyal refahın, maksimum sosyal refaha oranını eşitlik ölçüsü olarak almaktadır.


U (yi) =i. nci kişinin (hane halkının) fayda fonksiyonu.

Dalton ölçütü, fayda fonksiyonunun pozitif ve doğrusal transformasyonu durumunda sabit kalamamaktadır.

3.2.2.        Atkinson Endeksi

Toplumsal refah fonksiyonundan türetilmiş bir diğer ölçüt Atkinson endeksidir. Toplumsal refah fonksiyonu, her bir bireyin refah fonksiyonunun toplamından oluşan toplanabilir, simetrik ve içbükey bir fonksiyondur. Bu varsayım kişisel faydanın karşılaştırılabilir olduğunu varsayar. Atkinson endeksi aşağıdaki gibi hesaplanır:


 

ε = Eşitsizlik parametresi, 0 < ε < ∞

 

ε’ nin değeri ne kadar artarsa toplum eşitsizliğe o ölçüde duyarlı hale gelir ya da başka bir ifadeyle toplum o ölçüde eşitsizdir. Endeksin 0.26 değerini alması, toplam gelir 100 birim iken, gelirler eşit dağılmış olsaydı bu 100 birimlik gelirin 74 birimiyle mevcut toplumsal refaha ulaşılabileceğini ve dolayısıyla gelirlerin eşit dağılmaması nedeniyle 26 birimlik refah kaybının söz konusu olduğunu gösterir.

3.3.    Statik Eşitsizlik ölçütü: Lorenz Eğrisi

Gelir dağılımı çalışmalarında yaygın olarak kullanılan Lorenz eğrisi gelir dağılımındaki eşitsizliğin grafiksel olarak gösterilme yollarından biridir. Eğrinin yatay ekseninde kişi veya hane halkları nüfusunun birikimli yüzde payları, dikey eksende ise bu kişi veya hane halklarının elde ettikleri gelirin birikimli yüzde payları yer alır. Bu tip bir Lorenz eğrisi çizimi aşağıda yer almaktadır. 

Şekil-3’de (OB) doğrusu üzerinde yer alan her noktada nüfus yüzdesi ile bu nüfusa karşılık gelen gelir yüzdesi birbirine eşittir. Milli gelirin bütün kişilere eşit bir şekilde dağıtıldığı,yani kişi veya hane halklarının nüfus içindeki yüzde paylarının gelirden aldıkları yüzde paylara eşit olduğu bu noktalardan oluşan ve her bir eksenle 45°’lik açı yapan OB doğrusu “mutlak eşitlik eğrisi” olarak adlandırılır. OAB eğrisi ise milli gelirin en yüksek düzeyde eşitsiz bir şekilde dağıldığını ifade eder. OB arasında bu iki eğri arasında yer alan diğer tüm eğriler Lorenz eğrisi olarak isimlendirilir ve milli gelirin dağılımı bakımından söz konusu olabilecek diğer gelir bölüşüm olasılıklarını gösterirler. Bu eğriler mutlak eşitlik eğrisine yaklaştıkça milli gelirin dağılımındaki eşitsizlik azalırken bu eğriden OAB eğrisine doğru uzaklaştıkça eşitsizlik artar.

Şekil-3: Lorenz Eğrisi


          % Aile geliri

 

% Aile

 

Gelir dağılımında eşitsizliğin olması durumunda, en alt gelir grubu örneğin nüfusun en az gelire sahip % 10’u toplam gelirin % 10’undan daha azını alırken nüfusun en yüksek gelirli % 10’u toplam gelirin % 10’dan daha fazlasını alacaktır. Bu nedenle fiili gelir bölüşümünü gösteren Lorenz eğrisi daima mutlak eşitlik eğrisinin altında yer alır.

Lorenz eğrisinden aynı ülke içinde farklı zamanlardaki gelir dağılımlarındaki eşitsizliği ya da farklı ülkelerin gelir dağılımlarındaki eşitsizliği karşılaştırmak için yararlanılabilir. İki farklı gelir dağılımı karşılaştırıldığında birinci dağılımın Lorenz eğrisi, dağılımın her noktasında diğer dağılımın Lorenz eğrisine göre OB doğrusuna daha yakın ise ilk dağılım daha az eşitsiz bir dağılım gösterir.  Lorenz eğrisi Gini Katsayısının hesaplanmasında da kullanılabilir. Buna göre Gini katsayısı, OB doğrusu ile Lorenz eğrisi arasında kalan koyu renkli alanın (X) OAB üçgeni içinde kalan alana oranlanması ile ölçülür (G=X/(X+Y).

 

MG ve YOKSULLUK: ÜLKE ÖRNEKLERİ: İSTATİSTİK ve ANALİZ.

2.1.    Dünyada Gelir Dağılımında Adaletsizlik

Dünyada gelir dağılımındaki adaletsizliğin hangi boyutlarda olduğunu araştırmak son derece önem taşımaktadır. Dünya Bankası istatistiklerinden yararlanarak oluşturulan tablolar yardımıyla gelir dağılımında adaletsizliğin hangi boyutlarda olduğu karşılaştırmalı olarak incelenecektir. Ayrıca yoksulluk ve yoksullukla mücadele kavramlarının nedenli önemli ve insani bir konu olduğunu vurgulama açısından İnsani Gelişme Raporunun İnsani Gelişme İndekslerinden de yararlanılmıştır.

Dünya Bankası’nın nüfusu 30 binin üstünde olan 208 ülkelerde kişi başına milli gelir (KBMG) düzeyleri yönünden yaptığı ülke sınıflaması Tablo-1’ de olduğu gibidir:

Tablo-1: KBMG Düzeylerine göre Ülke Grupları:

ÜLKE GRUPLARI

KİŞİ BAŞINA DÜŞEN GSMH ($)

Düşük Gelirli

735  ve altı

Orta- Alt Gelirli

736  - 2 935

Orta -Üst Gelirli

2 936 - 9 075

Yüksek Gelirli

9 076 ve üstü

Kaynak: World Bank, Word Development Indicators database, World Bank list of Economis, july,2003.

Dünya Bankasının Ağustos 2003 tarihinde hazırladığı rapor ve istatistiklerinden yararlanılarak yukarıda hazırlanan tablodan da anlaşıldığı üzere: Kişi başına düşen milli gelir düzeylerine göre yüksek gelirli ülkeler grubuna; 9076 $ ve bunun üzerindeki ülkeler, orta-üst gelirli ülkeler grubuna; 2936 $ ile 9075 $ arasındaki ülkeler, orta-düşük gelirli ülkeler grubuna 736 $ ile 2935 $ arasındaki ülkeler ve düşük gelirli ülkeler grubuna da 735 $ ve altı ülkeler girmektedir.

Yukarıda izah edilen ve 2002 verileri ile oluşturulan ülke gruplandırmasına göre düşük gelirli ülkelerde kişi başına düşen GSMH sadece 430 $’dır. Türkiye ise orta-düşük gelirli ülkeler kategorisinde yeralmakta olup kişi başı milli geliri 2500 $’dır. Üst gelir grubuna dahil olan ülkelerin ise KBMG 26310 $’ dır. Toplu olarak KBMG düzeylerine göre ülke grupları ortalaması Şekil-4’ deki gibidir.

 

Şekil: 4: Ülke Gruplarının KBMG ( Dolar )

          Kaynak: World Bank Word Development Indicators database, World Bank list of Economis,   july, ,2003.

 

Satın alma gücü paritesi yönünden ise gelir gruplarına göre durum şu şekildedir: Üst gelirli ülkelerde kişi başına düşen GSMH ortalaması 27590 $, düşük gelirli ülkelerde kişi başına düşen GSMH ortalaması 2040 $’ dır. Türkiye’de ise 6.120 $’dır. Toplu olarak KBMG (Satın alma gücü paritesine göre) düzeylerine göre ülke grupları ortalaması Şekil-5 deki gibidir.

 

Şekil:5 : Ülke Gruplarının KBMG (SGP , Dolar)

Kaynak: World Bank Word Development Indicators database, World Bank list of Economis,   july, ,2003.

Şekil-4 ve Şekil-5’ den açıkça anlaşılacağı gibi ekonomik refah düzeyi yönünden zengin ve yoksul ülkeler arasında büyük bir uçurum bulunmaktadır. Şekil-6’ de ise ülke gruplarına göre KBMG  SGP göre hesaplanan KBMG ile karşılaştırmalı  olarak gösterilmiştir. Görüldüğü gibi SGP ile hesaplanan KBMG düşük gelirli ülkelerin gelirlerini, KBMG ile hesaplamasına göre yaklaşık 5 kat artımışsa da SGP ile hesaplanan yüksek gelirli ülkeler göre fark gene de yüksek gelirli ülkelerin 14 de biri (1/14) kadar olup bu fark küçümsenmeyecek orandadır. 

 

Şekil-6: Ülke Gruplarının Göre KBMG Dolar (Atlas Method-SGP karşılaştırması)

Kaynak: World Bank Word Development Indicators database, World Bank list of Economis, GNI per capital 2002- Atlas Method and PPP,  july, ,2003.

 

Şekil-7 ve Şekil-8’ de ise daha spesifik olarak en yoksul ve en zengin 20 ülkede kişi başına düşen GSMH rakamları aradaki uçurumu daha net görebilmek için verilmiştir.

Şekil-7: En Yoksul 20 Ülke ( SGP ile KBMH , Dolar )

Kaynak: WB, Word Development Indicators database, World Bank list of Economis,   july, ,2003.

 

Şekil-8: En Zengin 20 Ülke ( SGP ile KBMH , Dolar )

Kaynak: World Bank Word Development Indicators database, World Bank list of Economis,   july, ,2003.

 

Tablo-2’de ise dünyada kişisel gelir dağılımı yönünden göreceli olarak eşitsizliğin en kötü ve yine göreceli olarak en iyi olduğu on ülke ile Dünyada zengin ile yoksul arasındaki gelir eşitsizliğinin göreceli olarak daha iyi olduğu başlıca on ülke gösterilmiştir.

Dünyada gelir dağılımında eşitsizliğin en kötü olduğu ülkelerde nüfusun en alt yüzde 20’lik kısmının milli gelirden aldığı pay ile nüfusun en üst yüzde 20’lik kısmının milli gelirden aldığı pay arasında ciddi bir uçurum bulunmaktadır.  Örneğin, Guatemala’da en yoksul yüzde 20’lik kesimin milli gelirden aldığı pay yüzde 2.1 iken, en zengin yüzde 20’lik kesimin milli gelirden aldığı pay yüzde 63 dür. Dünyada zengin ile yoksul arasındaki gelir eşitsizliğinin göreceli olarak daha iyi olduğu ülkelerde en yoksul ile en zengin arasında milli gelirden aldıkları pay oranı yönünden fark giderek kapanmaktadır. Örneğin, Japonya’da en yoksul yüzde 20’lik kesimin milli gelirden aldığı pay yüzde 10.6 iken, en zengin yüzde 20’lik nüfusun milli gelirden aldığı pay yüzde 35.7 dir. Bu oranlar tabloda yeralan diğer ülkelerde de benzer durumdadır.

Tablo-2: GD Adaletsizliğinin En Kötü ve en İyi Olduğu10 ülke karşılaştırması


       

Kaynak: World Bank, Development Report,s:282-284,2000-2001

Şekil-9’ da nüfusunun %49’ dan fazlası günde 1$’ ın altında yaşamak zorunda olan 13 ülke ile bu kesimin ülke nüfuslarına oranı ve ülke nüfusları gösterilmiştir. Sadece bu kesimin bile dünya nüfusunun %5,6’ nı oluşturması daha vahim tabloyu görmek için yeterlidir. İlaveten nüfusunun %50’ den fazlasının günde 2 $’ ın altında yaşamak zorunda olan ülke sayısı da 175 ülke arasında hiç küçümsenmeyecek sayıda, 40 kadar olduğu tespit edilmiştir.

Şekil-9: Yoksulluk Göstergesi (Veriler İnsani Gelişme Raporu WB-İstatistikleri CD-

ROM, 2003-2001 verileri ve WB Development Rapor, 2003-2002 verilerinden

yararlanılarak hazırlanmıştır.)

 


%

Milyon

 

Tablo-3’ de ise Şekil-9’ daki ülkeler için İnsani Gelişme Raporundan (WB, 2003. Word Development Indicator CD-ROM, Washington.DC.) yararlanılarak elde edilen İnsani Gelişme  ve GSMH endeksleri verilmiştir. Şekil-9 (Yoksulluk göstergesi şekli) ile bu endekslerin bir bütünlük sergilediği görülmektedir. Karşılaştırma açısından endekslerin ülke gruplarına göre ortalama değerleri tablo sonunda verilmiştir. Yine aynı tabloda Türkiye’ nin İnsani Gelişme ve GSMH endeksi sırasıyla 0.734 ve 0.68 olarak gösterilmiştir. En yüksek İnsani Gelişme Endeksine 0.944 ile Norveç sahipken Luksenbourg’ da 1.00 ile en yüksek GSMH endeksine sahiptir. Ayrıca Ek-1’ de veri elde edilebilen ülkelerin %10 ve %20 nüfus dilimlerinin milli gelirden aldıkları pay ve gini katsayıları ile kişisel gelir dağılımları verilmiştir.

 

Tablo-3: Karşılaştırmalı İnsani Gelişme ve GSMH Endeksi

(Tablo İnsani Gelişme Raporu, 2003 - Word Development Indicator CD-ROM, Washington.DC. 2003-2001 verilerinden yararlanılarak hazırlanmıştır.)

 

Nufusunu %49’dan Fazlası

Aşırı Yoksul Ülkeler

İnsani Gelişme Endeksi

GSMH Endeksi

Nicaragua

,64

,53

Uganda

,48

,45

Madagascar

,46

,35

Gambia

,46

,50

Nigeria

,46

,36

Zambia

,38

,34

Afrika

,36

,43

Ethiopia

,35

,35

Burundi

,33

,32

Mali

,33

,35

Burkina Faso

,33

,40

Niger

,29

,36

Sierra Leon

,27

,26

ÜLKE GRUPLARI

(Gelirlerine göre)

 

 

Düşük Gelirli

,56

,52

Orta Gelirli

,74

,67

Yüksek Gelirli

,93

,93

 

TÜRKİYE

 

,73

 

,68

 

DÜNYA ORT.

 

,72

 

,72

 

 

 

YOKSULLUK   VE YOKSULLUKLA MÜCADELE STRATEJİLERİ:

Gelir dağılımı, belirli bir yoksulluk sınırı altında kalan kişi ya da hane halkının dağılımından daha ziyade nüfusun tümüne ait dağılımı belirlediği için yoksulluktan daha geniş bir kavramdır. Ancak, gelir dağılımı ve yoksulluk birbirleriyle yakından alakalı kavramlardır. Belirli bir gelir düzeyinde gelir dağılımındaki eşitsizlik ne kadar artarsa yoksulluk içinde yaşayan kişilerin oranı da o ölçüde artar. Bu nedenle gelir dağılımı adaletsizliğinİ belirleyen temel faktörler incelendiğinde aynı zamanda yoksulluğun belirleyicileri de ele alınmış olur.

3.1.    Gelir Dağılımını Belirleyen Faktörler

Doğal ya da insan yapımı afet ve felaketlerin belirli kişi ve gruplar üzerinde geçici bir süre için açlık, kıtlık ve yoksulluğa neden olan etkileri bir yana bırakılırsa gelir dağılımı  ve yoksulluk üzerinde önemli etkilere sahip olan faktörleri dört ana başlık altında toplamak mümkündür: yapısal faktörler, sosyal norm ve düzenlemeler ile kamu politikaları[27].  Burada yapısal faktörler ile sosyal norm ve düzenlemeler ele alınacak kamu politikaları ise ayrı bir başlık altında incelenecektir.

3.1.1.        Yapısal Faktörler

Gelir dağılımını belirleyen faktörler birincil dağılımı belirleyen faktörler ve ikincil dağılımı belirleyen faktörler olmak üzere iki ana başlık altında da toplanabilir. Burada piyasa sürecinin oluşturduğu gelir dağılımını belirleyen unsurlar üzerinde durulacaktır.

3.1.1.1.     Emek Piyasasında Arz-Talep Dengesi[28]

Tam rekabet koşulları altında kişilerin elde ettikleri kazançlarındaki değişiklikler arz-talep dengesi neticesinde belirlenir. Belirli bir emeğin gerçekleştirdiği hizmete olan talep arza göre daha fazla artarsa o emek grubundakilerin elde ettikleri gelirler artar; aksi halde ise azalır.  İşgücü, kalifiye olan ve olmayan işgücü olarak kabaca iki grup altında toplanabilir. Kalifiye olma, eğitim süreci boyunca elde edilen yetenek ve beceriler, çalışma yaşamı boyunca edinilen tecrübeler ve yapılan işle alakalı özel yetenekler şeklinde değerlendirilebilir. Kalifiye olan ya da olmayan işgücünün aldığı ücret verimlilikleri ile doğrudan alakalıdır. İşgücünün verimliliği ise mevcut üretim teknolojisine ve bu işgücünün arzına bağlıdır.

Kalifiye işgücü arzında meydana gelen bir artış kalifiye işgücü ücretlerini aşağıya doğru çekecek, kalifiye olmayan işgücü arzındaki bir düşüş ise kalifiye olmayan işgücü ücretlerini artıracaktır. Her iki türden işgücünün talepleri arasındaki farklılıklar artarsa kalifiye işgücü ücretlerinde ılımlı bir artış, kalifiye olmayan işgücü ücretlerinde ise bir azalma meydana gelir.  Kalifiye işgücü talepte meydana gelen bu artışlar nedeniyle görece daha fazla gelir elde edeceğinden gelir dağılımı zamanla kalifiye işgücü lehine değişecektir. Kalifiye işgücü talebinin artmasına yol açan temel unsurlar üç ana başlık altında toplanabilir: globalleşme, teknolojik değişim ve sanayi sektörünün görece ağırlığının ortadan kalkması.

3.1.1.2.     Üretim Faktörlerinin Dağılımı

Ulusal gelirin milli hasılanın üretimine katkıda bulunan üretim faktörlerine ödenen gelirlerin toplamı olarak tanımlarsak üretim faktörlerine sahip olmayanların herhangi bir geliri elde etmeleri de söz konusu olamaz. Başka bir ifadeyle, gelir elde etmenin temel koşulu üretim faktörlerine sahip olmak ve bunları fiilen üretimde kullanmaktır. Ulusal gelirin, emek ve servet gelirlerinin toplamından oluştuğunu varsayarsak gelir dağılımını belirleyen asli unsurların şunlar olduğunu görürüz: Emeğin dağılımı, servetin dağılımı ve faktör fiyatları[29].

 

3.1.1.3.     Enflasyon ve İktisadi Krizler

İstikrarsız bir ekonominin göstergesi olan enflasyon gelir dağılımında eşitsizliğe yol açan temel unsurlardan biridir. Sermaye gelirleriyle emek gelirleri arasında emek aleyhine dengesizliğe yol açan en önemli araçlardan biri enflasyondur[30]. Enflasyon, gelir dağılımı üzerinde lineer olmayan bir etkiye sahiptir: yüksek enflasyon gelir dağılımındaki eşitsizliği önemli ölçüde artırır; ancak, enflasyon oranının aşağı çekilmesi gelir dağılımında doğrudan doğruya bir iyileşmeye yol açmaz. Öte yandan, enflasyon gelir dağılımı üzerinde tersine artan oranlı bir vergi ile benzer etkilere sahiptir. Yüksek gelire sahip kesimler enflasyon karşısında genellikle kendilerini iyi koruyacak imkanlara sahiplerken enflasyon sabit gelirli kişiler üzerinde son derece kötü etkilere sahiptir[31].  Yüksek enflasyon, iktisadi krizlerin gelir dağılımı üzerinde olumsuz etkilerin ortaya çıkmasına yol açtığı tek kanal değildir. İktisadi krizler, milli paranın değer yitirmesi, işsiz kalma, iflas etme ve benzeri yollarla gelir dağılımını olumsuz yönde etkilemektedir. Krizlerin ortaya çıkardığı iktisadi ve sosyal şokların olumsuz etkilerini hafifleten veya ortadan kaldıran sosyal güvenlik ağlarının genellikle yetersiz olduğu Gelişmekte Olan Ülkeler’ de iktisadi krizlerin etkisi daha fazla olmaktadır. Bu durumda emekçiler üç seçenekle karşı karşıya kalmaktadırlar: daha düşük bir ücreti kabul etme, enformel sektöre kayma veya işsiz kalma. Her üç halde de gelir dağılımı olumsuz yönde etkilenmektedir. Bu tip krizler sonrası en fazla etkilenen kesimler en marjinal durumda olanlardır: işsizler, yaşlılar ve yoksullar[32].  İktisadi krizleri ortadan kaldırmak için uygulamaya konulan istikrar ve uyum programları da gelir dağılımı üzerinde olumsuz etkilere sahiptir. Zira, bu programlar kişilerin tüketimlerinin azalmasına yol açan daraltıcı para ve maliye politikalarını yürürlüğe koyarlar. Öte yandan, milli paranın değer yitirmesi reel ücretleri baskı altına alır. Çalışan kesimler, bir yandan ücretlerin dondurulması, istihdam olanaklarının kısıtlanması ve ücret dışındaki menfaatlerdeki kesintilerden etkilenirken; diğer yandan, sübvansiyonların kamuya olan yükünün azaltılması ve kamu açıklarının kapatılması amacıyla kamu kesimince üretilen mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki artışla yüz yüze kalırlar. Sonuçta, bu tip uygulamalar gelir dağılımındaki eşitsizliği doğal olarak artırır.

3.1.1.4.     Eğitim Düzeyi

Geçmişte tarım kesiminin ekonomide ağırlıklı bir yere sahip olduğu bir çok Gelişmekte Olan Ülke’ de toprak sahibi olma gelir dağılımının en önemli belirleyicisi konumundaydı. Günümüzde toprak artık önemli bir üretim faktörü değildir ve kentleşmenin, sanayileşmenin ve hizmet üretiminin artması sonucu gelir dağılımındaki eşitsizliğin temel nedeni olma özelliğini önemli ölçüde kaybetmiştir. Öte yandan, ekonomilerin gittikçe artan oranda dışa açılması ve dış ticaret engellerinin önemli ölçüde azaltılması sonucu rekabetin artması ve şirketlerin piyasalarda tekel oluşturma güçlerinin aşınması nedeniyle eşitsizlik unsuru olarak tekelleşme de eski önemini sürdürememektedir.

Günümüzde beşeri sermaye en önemli üretim faktörü konumundadır. Eğitim alanındaki eşitsizlikler gelir dağılımındaki eşitsizliklerin ortaya çıkmasına yol açan unsurların başında gelmektedir. Arazi ve fiziki sermaye gibi üretim faktörlerinde herhangi bir kişinin sahip olabileceği miktar konusunda herhangi bir sınır söz konusu değilken bir kişinin sahip olabileceği bilgi konusunda doğal bir sınır bulunmaktadır. Bu nedenle, toplumun eğitim düzeyi arttıkça gelir dağılımındaki eşitsizlik de o ölçüde azalma eğilimine girecektir.

3.1.2. Sosyal Norm ve Düzenlemeler

Gelir dağılımı ve yoksulluk üzerinde doğrudan ya da dolaylı yollardan etkide bulunan çok sayıda sosyal norm ve düzenleme bulunmaktadır. Ülkeden ülkeye farklılıklar gösteren bu tip norm ve düzenlemelerden gelir dağılımı üzerinde önemli etkilere sahip olanlar şunlardır[33]: Kira sözleşmeleri: Gayrimenkul mülkiyetinin küçük bir azınlık elinde yoğunlaştığı ve kiralar üzerinde kamusal denetimin söz konusu olmadığı ülkelerde gelenekler kira sözleşmelerinde etkili olmaktadır ve özellikle tarım arazilerinin kiralanmasında yaygın olarak uygulanan “yarılık sistemi” tarımsal gelirlerin dağılımını belirlemede önemli bir role sahip olmaktadır. İş sözleşmeleri: Kore ve Japonya gibi Asya ülkelerinde çalışma yaşamındaki gelenekler gereği işçiler yaşam boyu istihdam garantisi ile işe alınmakta ve iktisadi durgunluk dönemlerinde bile işten çıkarılmamaktadır. Bu gelenek zımni ve hükümet dışı bir sosyal güvenlik sistemini yürürlüğe koymakta ve gelir dağılımı üzerinde olumlu etkiler meydana getirmektedir. Evlilikle ilgili kurum ve normlar: Çeyizlerin değerini, eş seçimini, evlilik masraflarını, evlilik yaşını, düğünde verilen hediyeleri belirleyen ve etkileyen gelenekler gelir ve servetin dağılımı üzerinde çok önemli etkilere sahiptir. Zenginin zenginle yoksulun yoksulla evlendiği ülkelerde gelir dağılımının uzun yıllar değişmeden kalma olasılığı vardır. Modernleşme ve globalleşmenin bu gelenekler üzerinde meydana getirdiği değişimler gelir dağılımını olumlu yönde etkileyecek niteliktedir. Miras ile alakalı kural ve gelenekler: Geleneksel toplumlarda beşeri sermayeye kıyasla servet ve servetin miras yoluyla sonraki kuşaklara aktarılma biçimi gelir dağılımındaki eşitsizliğin önemli bir belirleyicisidir.  Bazı toplumlarda mal ve mülkün yanı sıra “sosyal sermaye” de miras olarak sonraki kuşaklara aktarılabilmektedir. Aile adı, bu adın itibar ve şöhreti, aile bağlantıları ve ailenin toplumdaki mevkii sosyal sermayeyi oluşturmaktadır. Sosyal sermaye açısından avantajlı konumda olanlar daha yüksek gelir elde etme olanağına sahip olabilmektedir. 

Mevcut sosyal normlar kamusal karar ve düzenlemeler yoluyla değişebileceği gibi globalleşme ve önemli iktisadi gelişmeler de bu normları değiştirebilir. Modernleşme emeğin mobilitesinin artmasına yol açmaktadır. Bu durum ise evlilikle ilgili kurum ve normları değiştirmektedir. Evlilikte mal ve mülk sahibi olma ve çeyizin değerli olması yerine beşeri sermayenin niteliği belirleyici olmaktadır. Örneğin, iyi eğitimli kişiler yine iyi eğitimli olanlarla evlenmektedirler. Bu eğilim ise gelir dağılımındaki eşitsizliğin azalmasına yol açan yeni normların oluşmasına katkıda bulunmaktadır

3.1.3.   Globalleşme

Globalleşme olarak adlandırılan süreçte ülkeler dünya ekonomisine gittikçe daha fazla entegre olmaktadırlar. Bu entegrasyonda mal ve hizmetlerin yanı sıra teknolojiler, finansal akımlar, doğrudan yabancı sermaye yatırımları, göç eden emek, bilgi ve kültürel akımlar önemli göstergelerdir. Bu süreçle birlikte sosyal ilişkiler, ulusal sınırlar, zaman ve mesafe gibi kısıtlamaların etkisinden uzakta oluşmaktadır.

Globalleşme süreci, ticaretin ve yatırımın önündeki engellerin kaldırılması sürecini de beraberinde getirmektedir. Bu eğilim uluslararası sınırları aşma yeteneğine sahip olan gruplar lehine gelir dağılımını değiştirir. Sermaye sahipleri, yüksek vasıflı işçiler ve kaynaklarını talebin en çok olduğu yerde arzetme imkanına sahip olan kesim bu gelişme sonucunda refahını artırırken vasıfsız veya az vasıflı işçiler ile orta düzeydeki yöneticilere yönelik talep daha esnek bir hale geldiğinden, başka bir ifadeyle, çalışan nüfusun geniş katmanları tarafından sunulan hizmetler milli sınırlar ötesindeki insanlarca kolayca ikame edilebilir bir hale geldiğinden, bu kesim refah kaybı ile karşı karşıya kalmaktadır. İşçilerin ikame edilebilirliğinin artması, bu kesimi ücret dışı maliyetlerin daha büyükçe bir kısmını üstlenmek, ücretler ve çalışma koşulları açısından daha büyük bir güvensizlik ve istikrarsızlık ile karşı karşıya kalmak ve pazarlık güçlerinin azalması sonucunda daha düşük ücretler ve ödenekler almak zorunda bırakmaktadır.

Globalleşme, hükümetlerin sosyal güvenlik sağlamasını gittikçe zorlaştırmaktadır. Ekonomilerin dış ticarete açıklığıyla sosyal güvenlik talebi arasında pozitif bir korelasyon bulunmaktadır. Ancak, yabancı yatırımcıları çekmek için dış ticarete yönelik korumacı uygulamaları gevşetmek ve vergi rekabetine girişmek zorunda kalan hükümetlerin, vergi tabanında meydana gelen erimeye bağlı olarak, vergi toplama yeteneklerinde azalma meydana gelir. bu durum ise hükümetlerin eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerini yerine getirmede güçlüklerle karşılaşmalarına yol açar. Bu süreç, neticede, geniş halk kitlelerinin yoksullaşması ve yoksulluk riski ile karşı karşıya kalmasına ve gelir dağılımının bozulmasına yol açar.  Globalleşme, genel olarak, istihdam olanaklarını artırmaktadır. Ancak düşük vasıflı işçilerin refahını son derece olumsuz bir şekilde etkileyecek gelişmelere de yol açmaktadır. Bu tip gelişmelere yol açacak iki gösterge bulunmaktadır.  Bunlardan birincisi vasıflara göre ücret farklarının genişlemesi; ikinci gösterge ise, emek piyasasının gittikçe daha az istikrarlı ve daha az güvenilir bir hale gelmesidir. Sonuçta, kazançlar ve çalışma saatlerinde daha yüksek kısa dönemli değişkenlikler ve vasıflı işçiler arasındaki eşitsizlikler artmakta ve ortaya çıkan istikrarsızlık düşük vasıflı işçilerin yaşam standartlarının kötüleşmesine yol açmaktadır. Geleneksel sektörlerde işlerini kaybedenlerin büyüyen ve gelişen sektörlerde iş bulabilmeleri mümkün olsa da bu ancak vasıflı işçiler için güçlü bir ihtimaldir. Öte yandan, istihdam coğrafi ve sektörel açıdan yoğunlaşmışsa özellikle vasıfsız işçilerin iş bulabilme imkanı azalır ve bu durum yoksulluk ve eşitsizliği artırabilir.  Globalleşme, dış ticareti ve dolayısıyla iktisadi büyümeyi artırır. İktisadi büyümenin artması ile birlikte iç ve dış piyasalara erişim olanağı artacağından verimlilik ve elde edilen ortalama gelir artar; ancak, gelir elde etme olanaklarının yetersizliği nedeniyle yoksul kesim bu artıştan diğerleri kadar yararlanamaz. Bu nedenle globalleşme, hem yurt içinde hem de ülkelerarasındaki gelir farklılıklarını artırabilir.

Globalleşme, iyi yönetilirse bu süreç sonucunda yaratılan servet ve gelir imkanları milyonlarca yoksulun bu durumdan kurtulmasına imkan sağlayabilir. Kötü yönetilmesi halinde ise marjinalleşme ve güçsüzlük ile yoksulluk ve gelir eşitsizliğini artırabilir.

3.1.4.   Teknolojik ve Organizasyonel Değişim

Teknolojik gelişme ve değişim kalifiye işgücünün verimliliğinde artışlara yol açacağı için bu türden işgücünün lehine sonuçlar doğurur. Yalnızca kalifiye işgücü teknolojik gelişmelerden avantaj elde etme olanağına sahiptir. Yaygın teknolojik değişiklikler kalifiye olmayan işgücünü olumsuz yönde etkileyebilmektedir.

Sanayileşmiş ülkelerde örgütsel anlamda bir devrim söz konusudur. Bu değişimin asıl unsurlarını üretimin, işin, ürün dizaynının, planlamanın ve şirketlerdeki otoritenin örgütlenmesindeki değişiklikler meydana getirmektedir. Örgütsel değişimler de gelir dağılımının yapısı üzerinde etkili olmaktadır. Örgütsel değişime yol açan temel faktörler şunlardır: Fiziki sermayede meydana gelen değişim: Son zamanlarda fiziki sermayede, bu tip sermayeye sahip olanların gelir dağılımını kendi lehlerine çevirmelerine yol açacak, önemli bir değişim söz konusudur. Çok amaçlı makineler, programlanabilir imalat ekipmanları, bilgisayar destekli dizayn ve imalat gibi yenilikler farklılaşmış ürünlerin kitlesel düzeyde ve daha az maliyetle üretilebilmesini sağlamaktadır. Makinelerin çok boyutlu görevleri ifa edebilmeleri ve daha yetenekli bir hale gelmeleri bu makineleri kullananların da daha yetenekli olmasını gerektirmekte ve bu tip yeteneklere sahip olan çalışanlara avantaj sağlamaktadır. Enformasyon teknolojisindeki değişim: Enformasyon teknolojisinde son zamanlarda meydana gelen değişiklikler bilgiyi yöneticilerden işçilere, firmalardan tedarikçilere ve üreticilerden tüketicilere doğru aktarmaktadır.  Günümüzde bir çok yönetici ve işçi dizayn sorunları, üretimdeki darboğazlar, girdilerin tedariki, müşteri talepleri ve diğer bir çok iş açısından daha fazla ve tam zamanında bilgi sahibidir. Üretimde rol alan unsurlar içerisinde üst düzey yöneticilerin dışında kalanların daha fazla ve daha değerli bilgilere sahip olma olanaklarının artması ikinci grubun elde ettiği gelirleri artırmakta ve gelir dağılımını olumlu yönde etkilemektedir. Beşeri sermayedeki değişim: Eğitim ve öğretim sistemlerinin gelişmesi ve genç neslin daha iyi bir eğitim görmeye başlaması kalifiye işgücü arzını tedricen artırmaktadır. İyi eğitim belirli bir alanda uzmanlaşmayı artırmanın yanı sıra belirli ürünlerin üretiminde daha üretken ve beceri sahibi olmayı gerektirdiği için daha iyi eğitim almış kişilerin gelirleri artmaktadır. İşçi ve tüketicilerin tercihlerindeki değişim: İnsanlar beceri düzeyi daha yüksek ve çok yönlü bir beşeri sermayeye sahip olunca çalışma yaşamlarındaki tercihlerinde değişiklikler meydana gelmektedir. Eğitimli işçiler, eski tip tekrara dayanan sıkıntı verici meslekler yerine inisiyatif alabilecekleri, yaratıcılıklarını gösterebilecekleri ve karar alma yetkisine sahip olabilecekleri değişken yapıdaki işleri tercih etmektedirler.  Tüketicilerin ürün çeşitliliğine önem vermeleri ve tüketici tercihlerine dayalı standart ve seri üretim olmayan ürünlerin üretilmesi zorunluluğu bu tercihi güçlendirmekte ve örgütsel yapıyı değişime zorlamaktadır. Çok yönlü beceriye sahip olan ve bu becerilerini uygulamaya koyma imkanına sahip olan çalışanlar daha fazla gelir elde etme olanağına sahip olmaktadırlar.

Örgütsel değişim, çalışma hayatında gerekli olan becerileri yeniden tanımlamaktadır. Yeni yapıda, kalifiye olmak çeşitli görevleri çok boyutlu olarak yapabilmeyi, yeni görevleri çabucak kavramayı, diğer çalışanlarla iletişim kurma yeteneğine sahip olmayı, sorumluluk ve karar verme yeteneğine sahip olmayı ve değişen müşteri ihtiyaçlarına cevap vermede inisiyatif alabilmeyi gerektirmektedir. Özetle söylersek, örgütsel değişim farklı nitelikte bir işgücü talep etmektedir. Bu niteliğe sahip olanların kazançları diğerlerine göre artmaktadır.

3.2.    Kalkınma Teorileri Çerçevesinde Gelir  Dağılımı Ve Yoksulluk

İktisadi büyüme, yoksulluğun ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin azaltılmasında gerekli unsurlardan biridir. Yoksul ülkelerin büyük bir kısmı yoksulluktan kurtulmalarını sağlayacak bir iktisadi büyümeyi sürdürülebilir bir çerçevede gerçekleştirememektedirler. Klasik model, yoksul ülkeleri mevcut durumlarından kurtarmak için sermaye birikiminin artırılarak emek verimliliğinin yükseltilmesi, teknolojik gelişmelerden yararlanarak ekonominin tümünde verimliliğin artırılması ve nüfus artış hızının azaltılması gerektiğini ileri sürer. Ancak, yoksul ülkelerde bu hedeflere ulaşmayı önleyen ciddi engeller bulunmaktadır[34]. Bu tip ülkelerde, gelir düzeyi düşüktür, eğitim ve sağlık hizmetleri yetersizdir, gelir dağılımındaki eşitsizlik yüksektir ve genel olarak yaşam standardı düşüktür; verimlilik düşüktür; nüfus artış oranı ve işsizlik oldukça yüksektir; ülke ekonomisinde tarım kesiminin payı yüksektir; ihracat tarım, petrol, orman ürünleri ve hammaddeler gibi temel ihraç ürünlerine dayalıdır ve nihayet uluslararası ilişkilerde bağımlılık, etki altında kalma ve yüksek bir riske maruz kalma temel özelliktir.

Yoksul ülkelerin kalkınma problemlerinin nedenlerini ortaya koyan ve bu ülkelerin yoksulluktan kurtulmaları konusunda çözüm üreten belli başlı teoriler dört ana başlık altında incelenebilirler: ekonomik büyüme aşamaları modeli, yapısal değişim teorileri, bağımlılık yaklaşımı ve neo-klasik yaklaşım.

3.2..1.       Ekonomik Büyüme Aşamaları Modeli

Bu modele göre iktisadi kalkınma süreci birbirini takip eden bir dizi aşamadan meydana gelir. Model, Gelişmekte Olan Ülkelerin Gelişmiş Ülkelerin daha önce izledikleri lineer iktisadi büyüme çizgisini takip etmeleri gerektiğini varsayar. Ülkelerin gelişmeleri için ekonomileri kalkınma yolunda bir dizi aşamadan geçmek durumundadır. Ülkelerin gelişmelerinde birbirini izleyen beş aşama bulunmaktadır[35]: i.Geleneksel toplum, ii.Kalkışa hazırlık, iii. Kalkış, iv. Gelişen topluma geçiş ve v.Olgunluk.

Birinci aşamada, üretim tekniğinin son derece geri olduğu, işbölümünün sınırlı olduğu, piyasa mekanizmasının tam anlamıyla oluşmadığı, iktisadi egemenliğin büyük toprak sahiplerinin elinde bulunduğu ve ekonomide tarım kesiminin ağırlıklı bir yere sahip olduğu bir yapı söz konusudur. Gelir düzeyi son derece düşük olduğundan halkın büyük bir kesimi tasarruf yapamamaktadır. Tasarrufta bulunan kesimler ise geniş halk yığınlarının yararına olacak alanlarda bu tasarruflarını değerlendirmediklerinden iktisadi yapı varlığını sürdürmektedir.

İkinci aşamada, iktisadi kalkınmanın başlaması için ülkelerin bazı ön koşulları yerine getirmeleri gerekmektedir. Ülkeler, girişim potansiyeli yüksek bir orta sınıf geliştirmek, sosyal sermaye birikimini artırmak, eğitimli bir nüfus meydana getirmek, maddi alt yapıyı geliştirmek ve iktisadi kalkınmanın önünü açacak bir yasal sistemi oluşturmak zorundadırlar.  Üçüncü aşamada, kalkınma süreci süreklilik göstermeye başlar. Bu aşamada yabancı ve yurtiçi tasarrufların harekete geçirilip iktisadi büyümeyi hızlandırmak için üretken yatırım oranının yeterli bir düzeye yükseltilmesi ve hızla gelişen birden fazla temel imalat sanayii dalının kurulması gereklidir[36].

Dördüncü aşamada, modern teknoloji kullanımının ve kitlesel üretim tarzının yaygınlaşması ile birlikte sanayi sektörü ekonomideki en önemli sektör haline gelir.

Son aşamada, ekonomi olgunluk dönemindedir; toplum ise artık bir “refah toplumu” dur. Kişi başına gelir düzeyi artmış ve gelir dağılımı iyileşmiştir.  İmalat sanayiinde yatırım mallarının oranı artmış ve ekonomi teknoloji ihraç eder hale gelmiştir. Devlet, artık “sosyal refah devleti” dir ve artan gelirlerin büyük bir kısmını toplumun refah ve güvenliğini artıracak harcamalara yöneltebilmektedir[37] .

3.2.2. Yapısal Değişim Teorileri

Yapısal değişim teorileri, Gelişmekte Olan Ülkelerin iktisadi yapılarının geçimlik tarım ekonomisinden sanayi ekonomisine dönüştürme mekanizması üzerinde dururlar ve bu dönüşüm sürecini tanımlamak için neo-klasik fiyat ve kaynak dağılımı teorisini temel alırlar. Bu teorilerin en çok tanınan yaklaşımlarından biri olan A. Lewis’in “İki Sektörlü Emek Fazlası” yaklaşımına göre gelişmemiş ekonomi iki sektörden meydana gelir: Geleneksel, marjinal emek verimliliği sıfır olan, aşırı kalabalık nüfusa sahip geçimlik tarım kesimi ya da başka bir ifadeyle, tarım kesimindeki mevcut üretimi düşürmeksizin bu kesimden sanayi kesimine emeğin aktarılabileceği emek fazlasına sahip kesim ve geleneksel kesimden emeğin transfer edilebildiği verimliliği yüksek modern kentli kesim. Bu yaklaşımın odak noktasını tarım kesimindeki emek fazlasını sanayi kesimine transfer etme aşaması ve bu aşamanın sonucunda verimliliği yüksek olan sanayi kesiminde üretim ve istihdamın artması süreci oluşturur. Üretimdeki bu artışın hızı ise, modern sektördeki yatırım hızı ve sermaye birikim oranı tarafından belirlenecektir. Emeğin tarım kesiminden sanayi kesimine transfer edilebilmesi için sanayi kesimindeki ücret düzeyinin sabit olduğu ve tarımdaki geçimlik ücret düzeyinden yüksek olması varsayılmaktadır. Verimliliği yüksek olan modern kesim tarım kesimindeki emek gücü fazlasının transferini sağladığı ölçüde daha fazla üretim gerçekleşecek ve kapitalistlerin tüm karlarını yeniden yatırıma kanalize edeceği varsayımı altında, fazla üretimden sağlanan karlar yatırımların artmasına yol açacak ve böylece emeğin transferi ve üretimin artması sürecine devamlılık kazandıracaktır.  Bu süreç kırsal kesimdeki emek fazlası modern kesim tarafından absorbe edilene kadar sürer. Başka bir ifadeyle, bu transfer kırsal kesimde tarımsal arazi-emek gücü oranının düşmesi sonucu tarım kesimindeki emeğin marjinal üretiminin sıfır olmayacağı, yani emek transferinin gıda ve yiyecek üretiminde kayıplara yol açacağı ana dek sürecektir. Bu süreç sürdüğü ölçüde ülkeler iktisadi büyüme ve kalkınma aşamasında olacak ve iktisadi kalkınmanın etkinliği ölçüsünde yoksulluk zamanla azalacaktır.  Bu yaklaşımın bazı varsayımları Gelişmekte Olan Ülkelerin koşullarına uymamaktadır[38].

Lewis modelinin aksine büyüme aişamaları teorisinde yatırım ve tasarruflar iktisadi kalkınmanın gerekli ama yeterli koşulu değildir. Geleneksel yapıdan modern yapıya geçişte sermaye birikimine ek olarak ülkenin ekonomik yapısında birbiriyle bağlantılı bir dizi değişikliğin gerçekleşmesi gereklidir. bu yapısal değişiklikler, üretim alanındaki transformasyonu, tüketici taleplerinin niteliğindeki değişiklikler, uluslararası ticaretin yapısındaki değişiklikler, kaynak kullanımındaki değişiklikler ile kentleşme ve nüfus artışı gibi faktörleri içerir[39]. Gelişmekte Olan ülkeler arasındaki kalkınmışlık farkları kaynak yoğunluğu, ülkelerin büyüklüğü ve nüfus gibi iktisadi faktörler ile sermaye, teknoloji ve uluslararası ticarete erişim kabiliyeti gibi faktörlerden kaynaklanır. Yeterli iktisadi kaynağa erişebilen, yeterli büyüklüğe ve nüfusa sahip olan ve sermaye, teknoloji ve dış ticarete erişim potansiyeli yüksek olan ülkeler hızla kalkınır ve yoksulluğu azaltabilirler.

3.2.3. Bağımlılık Yaklaşımı[40]

Marksist teoriden ve Lenin’in Emperyalizm teorisinden etkilenen bağımlılık teorisine göre Üçüncü Dünya ülkelerinin azgelişmişliği kapitalist sistemin dünya gelir dağılımında yol açtığı eşitsizliğin sonucudur. Kapitalist yayılma azgelişmiş ülkelerde kapitalist gelişmeye uygun koşulları yaratmaz. Tam aksine zengin kapitalist ülkelerin varlığını ve zenginliğini sürdürecek koşulları, yani azgelişmişliğin koşullarını yaratır. Kapitalist sistem Gelişmiş ülkeler ile azgelişmiş ülkeler arasında eşit olmayan güç ilişkilerinin söz konusu olduğu bir uluslararası iktisadi ve politik sistem meydana getirir ve bu sistem yoksul ülkelerin kendi kendilerine yetmelerini ve bağımsız olmalarını engeller. Gelişmekte Olan Ülkelerde temel çıkarları kapitalist zengin ülkelerin çıkarları ile uyumlu olan bazı gruplar (büyük toprak sahipleri, komprador kesim, askeri bürokratlar, kamu görevlileri ve sendikalar) yüksek gelire, yüksek bir sosyal statüye ve siyasi güce sahiptir.  Bu gruplar, ya çok uluslu şirketler, uluslararası yardım kuruluşları ve uluslararası mali kurumlar (Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, v.b.) tarafından yönlendirilir ve desteklenir veya bunlara hizmet ederler. Bu gruplar, geniş halk kesimlerinin lehine olan reform çabalarını engellerler ve yürüttükleri faaliyetlerle halkın yaşam standardını düşürür ve azgelişmişliğin sürmesine yardımcı olurlar.

Neo-Marksist, Neo-Kolonyal görüşe Üçüncü Dünya ülkelerinde yoksulluğun süregelmesini zengin Kuzey ülkelerinin politikalarına ve bu ülkelerde halkının çıkarları yerine Kuzey ülkelerinin temsilcisi gibi davranarak zengin kapitalist ülkelerin çıkarlarını koruyan güçlü elit-komprador grupların varlıklarına bağlar. Dolayısıyla bu görüşlere göre yoksulluğun önlenebilmesi ve azgelişmiş ülkelerin Kuzey ülkeleri ve onların müttefiki konumunda bulunan yerli baskı ve çıkar gruplarının tahakkümünden kurtulabilmelesi için devrimci mücadelelerin sürdürülmesi veya en azından kapitalist sistemin yeniden yapılandırılması gereklidir.

Üçüncü Dünya ülkelerinin azgelişmişliğini dışsal faktörlere dayandıran ve gelişmiş ülkelerin rolüne atıfta bulunan diğer modeller; Yanlış Paradigma Modeli[41] (False Paradigm Model) ve İkili-Kalkınma Teorisi[42] (Dualistic-Development Theory) dir.

3.2.4. Neo-Klasik Yaklaşım

Neo-klasikler, rekabetçi bir serbest piyasa ekonomisinin çalışması ve gelişmesine ve kamu iktisadi işletmelerinin özelleştirilmesine olanak tanıyarak; serbest ticareti ve ihracatı teşvik ederek, yabancı sermayeyi destekleyerek, kamusal regülasyonların yol açtığı ve piyasalarda mevcut olan sağmaları ortadan kaldırarak hem iktisadi etkinliğin hem de iktisadi büyümenin artırılabileceğini ileri sürerler[43]. Neo-klasiklere göre, üçüncü dünyanın geri kalmışlığının nedenleri arasında birinci dünyanın faaliyetlerinin (bağımlılık teorisinin varsayımı) yanı sıra kamu ekonomisinin büyüklüğü ve verimsizliği ve yozlaşma gibi faktörler (içsel faktörler) yer alır.  Gerekli olan uluslararası kapitalist sistemin reformu değildir; tam aksine, geri kalmış ülkelerin iç bünyelerinde ortaya çıkan ve kalkınmayı önemli ölçüde engelleyen içsel faktörlerin olumsuz etkilerinin azaltılması ve serbest piyasa ekonomisinin teşvik edilmesidir.

Neo-klasik serbest piyasa teorisinin dayanak noktalarından birisi de ulusal piyasaların serbestleştirilmesinin yurtiçi ve yabancı yatırımları ve dolayısıyla sermaye birikimini artıracağı varsayımıdır. Geleneksel neo-klasik büyüme modelleri tasarruflara büyük önem veren Harrod-Domar ve Solow modellerinin bir devamıdır. Harrod-Domar modeline göre her ülke eskiyen sermaye mallarının yenilenmesi için ulusal gelirinin bir kısmını tasarruf etmek ve büyüyebilmek için sermaye stokuna yeni ilavelerde bulunmak, yani yeni yatırımlar yapmak zorundadır. Modele göre gayri safi yurt içi hasıladaki büyüme hızı ( ΔY / Y . ) tasarruf oranı (S) ile sermaye-çıktı oranı (K)’na bağlıdır ( ΔY / Y = S / K ). Başka bir ifade ile ulusal gelirdeki büyüme oranı tasarruf oranı ile pozitif ve sermaye-çıktı oranı ile negatif yönde ilişkilidir.  Buna göre geleneksel neo-klasik büyüme modellerinde milli gelirdeki artışlar üç faktörden kaynaklanır: (1) Emeğin miktar (nüfus artışı) ve kalitesindeki (eğitim) artışlar; (2) Yatırım ve tasarrufların artması yoluyla sermaye birikimindeki artışlar ve (3) teknolojideki gelişme ve iyileşmeler. 

Yeni büyüme teorileri (Endojen büyüme teorisi) de geleneksel teoride olduğu gibi geri kalmış ülkelerde hızlı bir iktisadi büyümenin sağlanması açısından tasarrufların sahip olduğu öneme işaret eder. Ancak geleneksel teoriden farklı olan bazı noktalar bulunmaktadır: (1) Ulusal büyüme oranları, tasarruf oranı ve teknolojik düzeye bağlıdır ve ülkeler arasında farklılıklar gösterir; (2) Aynı tasarruf oranına sahip olsalar da sermaye yoksulu ülkelerin zengin ülkeleri yakalama şansları yoktur. Bu nedenle durgunluğun söz konusu olduğu bir ülke ile daha zengin olan ülkeler arasındaki gelir açığı artar ve (3) Gelişmiş ve geri kalmış ülkeler arasındaki eşitsizliklerin en önemli kaynaklarından birisi gelişmiş ülkelerin daha fazla yararlandıkları sermaye akımlarıdır. Bu teorilere göre geri kalmış ülkelerin düşük sermaye-emek oranı nedeniyle ortaya çıkan yüksek getiriye dayalı avantajları bu ülkelerde beşeri sermaye, altyapı ve araştırma-geliştirme gibi tamamlayıcı yatırımların yetersiz olması nedeniyle ortadan kalkmaktadır.

 

3.3.       Yoksulluğun Nedenleri ve Mücadele Stratejileri

Yoksulluğun bir değil pek çok nedeni bulunmaktadır. Yoksulluk, fazla üretememeden ve aynı zamanda üretilen değerler karşılığında elde edilen değerlerin bireyler arasında, bölgeler arasında, sektörler arasında vs. adil bir şekilde paylaşılamamasından kaynaklanır. İlk olarak, fazla üretim yapamamanın nedenlerini incelemek gerekir. En başta iklim ve doğa koşulları yönünden bazı ülkeler ya da bazı ülkeler içinde bazı bölgeler daha fazla üretme kapasitesinden yoksun olabilirler. Bu durumda o ülkede ya da bölgede yaşayan insanlar ister istemez daha yoksul olurlar. Hızlı nüfus artışı, bir yandan ülkelerin daha fazla üretim yapmalarına imkan sağlarken, öte yandan ülkelerin daha fazla tüketmelerine de neden olur. Üstelik, iklim ve doğal koşulları açısından çok iyi konumda bulunmayan ülke ya da ülke içindeki bölgelerde hızlı nüfus artışı mevcutsa, bu takdirde yoksullaşma kaçınılmaz olur. Yoksulluğun kaynakları arasında şu faktörleri de sayabiliriz:

Adaletsiz vergi sistemi,

Yüksek faiz ve rant ekonomisi,

Doğal afetler,

Çalışamayacak durumda olan özürlü sayısının fazla olması,

Bireyler arasındaki yetenek farklılıkları,

Miras yoluyla elde edilen gelirler,

Piyasada tekelleşmenin olması,

Devlet teşvikleri,

Enflasyon, İşsizlik vs.

Bir ülkede fazla üretim yapılamaması aynı zamanda devlet müdahalesi ile de yakından alakalıdır. Devlet müdahalesinin fazla olduğu ülkelerde bireylerin ekonomik faaliyetlerde bulunmaları doğrudan ve/veya dolaylı olarak sınırlanmış olur. Örneğin; vergi oranlarının yüksek olduğu bir ülkede bireylerin çalışma ve yatırım yapma arzuları olumsuz olarak etkilenir. Aynı şekilde, devletin borçlanma yoluyla ekonomiye müdahalede bulunduğu ekonomilerde, ister istemez rant ekonomisi ortaya çıkar ve bu üretim ekonomisinin daralmasına neden olur. Devletin teşvik politikasını araç olarak kullanarak ekonomiye müdahale etmesi halinde de yine belirli kesimler lobicilik yoluyla haksız teşvikler alarak zengin olabilirler. Önemle belirtelim ki, yoksulluk ve gelir dağılımındaki adaletsizlik sorununun çözümlenmesi konusunda devletin rolünün ne olması gerektiği iktisatçılar arasında her zaman tartışma konusu olmuştur. Sosyal refah devletini savunanlar ile liberal devlet felsefesini savunanlar yoksulluk sorununun çözümüne farklı açılardan bakmaktadırlar.

3.3.1. Müdahaleci Devlet ve Gelirin Yeniden Dağılımı

Sosyal refah devleti taraftarları devletin maliye politikası araçlarını yani vergi ve harcama politikalarını etkin bir şekilde kullanarak yoksulluk sorununu çözebileceğini savunmaktadırlar. Yoksullukla mücadelede refah devletinin çözüm önerilerini şu şekilde sıralayabiliriz:

Vergi Politikası Önerileri:

Negatif gelir vergisi uygulanmalı,

Artan oranlı vergi tarifesi uygulanmalı,

Servet vergilerine ağırlık verilmeli,

Ücretlilerin en az geçim indirimi dahilindeki gelirleri vergi dışında bırakılmalı

(asgari ücret vergi dışında bırakılmalı),

Gelir vergisi uygulamasında ücretliler için özel indirim uygulanmalı (ayırma  ilkesi.),

Kamu Harcamaları Politikası:

Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetleri devlet tarafından bedava sunulmalı,

Bölgeler arasındaki dengesizliklerin azaltılması için devlet bu bölgelerde kamu yatırım harcamalarını artırmalı,

Tam istihdamı sağlamaya yönelik kamu harcamaları artırılmalı,

Tarım kesimine sübvansiyonlar verilmeli; tarımsal destekleme alımları politikası uygulanmalı,

Esnaf ve sanatkarlara yönelik teşvikler sağlanmalı,

İşsizlik sigortası oluşturulmalı,

Yoksullara direkt parasal yardımlar yapılmalı,

İşsizlere yönelik bilgi ve beceri kazandırma kursları açılmalı,

Toprak reformu ile yoksul vatandaşlara arazi ve arsalar dağıtılmalı. 

Bu saylan önerileri daha da geliştirmemiz ve sınıflandırma yapmamız mümkündür. Özet olarak, müdahaleci devlet taraftarları gelir dağılımı ve yoksulluk sorununun çözümünde devlete önemli görev düştüğü görüşündedirler ve ikincil gelir dağılımı politikalarıyla (gelirin yeniden dağılımı politikaları) sorunun çözümleneceği inancındadırlar.

3.3.2.        Liberal Devlet Perspektifinden GD ve Yoksulluk Sorunu

Liberal devlet taraftarları müdahaleci devlet anlayışını savunanlardan farklı olarak devletin yoksulluk sorununun çözümü değil, çoğu zaman kaynağı olduğu görüşündedirler. Liberallere göre yoksullukla mücadelede sosyal refah devletinin sonuçları; hizmetlerde kalitesizlik, israf, savurganlık, verimsizlik, ağır vergi yükü dolayısıyla düşük yatırım ve işsizlik vs. sorunlardır.

Liberal iktisatçılar yoksulluğu azaltmaya yönelik yeniden-dağıtıcı maliye politikalarının önemli sosyal maliyetlerinin olduğuna dikkat çekmektedirler. Liberal iktisatçılardan Robert Higgs “Gelirin Yeniden Dağıtımının İhmal Edilen 19 Sonucu” başlığını taşıyan makalesinde yoksullara yapılan transferlerin toplumu daha da yoksullaştırdığını belirtmektedir[44]. Higgs, makalesinin sonuç bölümünde ise şu görüşlerini ifade etmektedir: “İronik bir şekilde, tam anlamıyla hükümetin yüzlerce farklı programla geliri yeniden dağıtmakla meşgul olduğu bir transfer toplumunda, bireyler çok nadir olarak daha iyi bir konuma gelir. Transfer toplumunda bireyler vergi ödemekten de vazgeçerler...Transfer toplumunda, genel toplum sadece daha fakir değil daha az mutlu, daha az özerk, daha kinci ve daha politize bir hale gelir. Bireyler çok daha az gönüllü toplumsal faaliyetlerde ve çok daha sık politik mücadelelerde yer alırlar. Bireyler yeniden dağıtımı öngören politikaların zehirli atmosferinde nefes alamazlar. Daha da önemlisi, hükümetine gelirini çok geniş bir yelpazede yeniden dağıtma izni veren bir toplum kaçınılmaz olarak özgürlüğünden çok şeyi feda etmek zorunda kalır...Sonuç olarak, farkına varılmalıdır ki bazıları konuya merhametin kurumsallaştırılması olarak yaklaşsa da, transfer toplumu gerçek erdemin değerini düşürür. Hükümetin zorlamasıyla gelirin yeniden dağıtımı hırsızlığın bir çeşididir. Transfer harcamalarının yapılmasını savunanlar demokratik prosedürlerin ona yasallığını verdiğini iddia ederek temel karakterini gizlemeye çalışırlar, ancak bu doğrulama aldatıcıdır. İster bir tek hırsız tarafından, isterse de birlikte hareket eden 100 milyon tanesi tarafından gerçekleştirilsin, hırsızlık hırsızlıktır ve hırsızlığın kurumsallaşması üzerine bir toplum inşa etmek imkansızdır.

Liberallerin yoksulluğun ortadan kaldırılmasına yönelik görüş ve önerilerini özet ile sıralarsak:

Piyasa ekonomisi güçlendirilerek üretim artırılmalı; böylece işsizliğin azaltılması amaçlanmalı,

Düşük vergi oranları ile üretimin artırılması amaçlanmalı; böylece işsizliğin azaltılması ve bireylerin gelirlerinin ve refah düzeyinin artırılması sağlanmalı,

Zorunlu özel sosyal güvenlik sistemi uygulanmalı; devlet sadece primini ödeyemeyecek durumda olanların primlerini karşılamalı,

Zorunlu özel sağlık sigortası sistemi uygulanmalı; devlet sadece primini ödeyemeyecek durumda olanların primlerini karşılamalı,

Özel eğitim kurumları güçlendirilmeli; eğitimin bedelini ödeyemeyecek durumda olanların harçları devlet tarafından karşılanmalı veya yoksul öğrencilere karşılıksız veya uzun vadeli düşük faizli burs sağlanmalı,

Devlet hiçbir sektöre ve kesime direkt parasal yardım yapmamalı, İşsizlik sigortası kaldırılmalı,

Bireylerin bilgi ve becerileri geliştirilerek, nitelikli işgücü haline getirilmeli.

3.4.    Yoksullukla Mücadele ve Negatif Gelir Vergisi

Yoksullukla mücadele, çeşitli yollarla kişilere asgari bir gelir sağlamayı ve onları sosyal ve iktisadi risklerden korumayı amaçlayan refah programlarının yetersizliğini gündeme getirmektedir. Yoksul kesime verilen yardımlar bir çok ülkede son derece yetersizdir. Yoksulların çoğu kamu yardım programlarından yararlanma hakkını elde edememektedir. Bu hakkı elde eden bir çok yoksul ise bu programlardan yararlanamamaktadır zira yardım almaya hak kazananları tespit edebilmek için çok fazla prosedür bulunmakta ve bazen yoksulların onurunu incitici uygulamalara rastlanmaktadır. Öte yandan, çalışan yoksullar genellikle bu tip programların kapsamı dışında kalmaktadır.

Negatif Gelir Vergisi ( NGV ), refah programların yerine ikame edilebilecek basit, kapsamlı ve yoksulluk sınırı altında kalan herkese ülkesinin zenginliği ölçüsünde bir mali desteği garanti eden bir sistem önermektedir.

3.4.1.        NGV’ nin Tarihçesi

George Stigler, 1946 yılında, yoksulluğun azaltılmasında verimliliğin azalmasına ve ekonomide sapmalara yol açan asgari ücret uygulaması yerine gelirleri düşük olan kişilere belirli bir gelir seviyesinin altında ödemenin yapılacağı bir gelir vergisi önerdi. Negatif Gelir Vergisi (NGV) olarak bilinen bu kavram Milton Friedman 1962 yılında “Capitalism and Freedom” adlı kitabında yeniden gündeme getirdi. Friedman, yoksulluğun azaltılmasında “tamamen mekanik bir temele dayanan” NGV’ni önerir[45][46]. Friedman’a göre kapsamlı bir nakdi gelir desteği olan ve pozitif gelir vergisi ile bağlantılı olarak uygulamaya konulan bir NGV, karmaşık ve çok fazla sayıda spesifik programın yer aldığı mevcut refah sistemlerinin yerini alacak bir mali araçtır[47].  Negatif Gelir Vergisi, çeşitli mahzurlara sahip mevcut refah programlarının bir kısmını, transferleri ve yardımları kaldırıp bunların yerine daha homojen, daha iyi şahsileştiği için geliri yeniden dağıtıcı ve yoksulluğu azaltmada daha etkin olabileceği varsayılan bir mali garantiler sistemi olarak aralarında Milton Friedman, Robert Lampman, Robert Theobald ve James Tobin’in de yer aldığı bir grup iktisatçı tarafından önerilmiştir[48]. Bu vergi 1974 yılında OECD tarafından üye ülkelere önerilmiş, ABD ve İngiltere’de pilot proje olarak uygulanmış; ancak, 1980’li yıllarda NGV’ne olan destek giderek azalmıştır. Friedman’a göre “NGV programının uygulamaya konulması başlangıçta bir hayaldir. Bu fikri engelleyen ideolojik, siyasi ve mali nitelikte çok fazla sayıda çıkar çevresi bulunmaktadır”. Son zamanlarda, NGV, aralarında Block ve Manza[49], Dawkins ve Freebairn[50] ve Keating ve Lamber[51] gibi iktisatçılar tarafından yeniden gündeme getirilmektedir.

3.4.2. NGV Teorisi

Yoksulluğu azaltmayı ve gelir dağılımındaki eşitsizliği düzeltmeyi amaçlayan sosyal politika ve programların ortak bir takım sakıncaları bulunmaktadır: Öncelikle, bu tip uygulamalar, yüksek maliyete sahiptir, piyasa mekanizmasının işleyişini bozucu niteliktedir, kişilere tanınan avantajlar benzer hukuki durumları nedeniyle tanındığı ve kişilerin içinde bulundukları ekonomik eşitsizliklerin dayanak olarak alınmasına daha az önem verildiği için gelir dağıtıcı nitelikleri zayıftır ve enflasyonist etkileri yüksektir[52]. İkinci olarak, sosyal programların ihtiyacı olan herkesi kapsaması gereklidir. Mevcut uygulamaların çoğu ihtiyacın varlığının yanı sıra muhtaç durumdaki kişilerin bu programlardan yararlanmaları için haklı bir gerekçeye –hastalık, yaşlılık, sakatlık, özür v.b.- sahip olmalarını da gerekli gördükleri için yoksul ve muhtaç durumda olan bir çok kişi bu uygulamalardan yararlanamamaktadır. Öte yandan, kimlerin kamu yardımlarına ihtiyaç duyduğu, kişi ve hane halkının durumu dikkate alınarak objektif bir şekilde de belirlenmemektedir. Keza bu tip uygulamalar çoğunlukla nakdi nitelikte değildirler ve gıda, konut ve sağlık gibi belirli bir alanda harcanması şartına bağlı olarak kişi ve hane halkına verilmektedirler. Bu durum ise subjektif yoksulluğun azaltılmasını engellemektedir. Nihayet mevcut refah program ve uygulamaları kişilerin kendi çabalarıyla yaşam standartlarını yükseltmelerine olanak tanıyan vergilerin azaltılması türü teşvik uygulamalarından da yoksundurlar[53].  Negatif Gelir Vergisi, “toplumsal olarak minimum kabul edilen gelirin altında geliri olan herkese para yardımı yaparak minimum geliri garanti eden bir tekniktir”. Bir başka ifadeyle, Negatif Gelir Vergisi mükelleflerin belirli bir gelir seviyesinin (açlık sınırı veya yoksulluk sınırı) üzerindeki gelirlerini vergiye tabi tutarken bu seviyenin altında gelire sahip olan kişilere bu düzeydeki geliri garanti edecek şekilde nakdi yardım yapılmasını sağlayan bir mali araçtır. Negatif Gelir Vergisi gelir bölüşümü daha adil bir hale getirmeyi ve belirli bir gelir düzeyinde vergiyi negatif yaparak yoksullukla mücadeleyi amaçlayan bir politika aracıdır. Henderson, NGV’ni “garanti edilmiş asgari gelir” (GAG) olarak tanımlar. Bu kavram, vergi ve transferleri, pozitif vergilemenin başladığı “başabaş” seviyesi çerçevesinde tanımlamaz; tam aksine, vergileme sınırının olmadığını ve kazanılan ilk Liradan itibaren vergilemenin söz konusu olduğunu kabul eder. Aşağıdaki tabloda basit bir NGV örneği yer almaktadır.

Tablo- 4: Kuramsal Bir Negatif Gelir Vergisi

Kişisel Gelir

Vergiye Tabi Gelir

Vergi Oranı

Vergi

Vergi Sonrası Gelir

0

-900

%50

-450

450

150

-750

%50

-375

525

300

-600

%50

-300

600

600

-300

%50

-150

750

900

0

%50

0

900

1300

400

%50

200

1100

1600

700

%50

350

1250

Milyon TL.

Negatif Gelir Vergisini simgeleyen yukarıdaki tabloda vergileme sınırını oluşturan gelir düzeyi aylık olarak 900 milyon TL olarak belirlenmiştir. Vergi oranı vergileme sınırının üstünde ve altında kalan gelir düzeyleri için % 50 olarak tespit edilmiştir. İlk sütunda kişisel gelir yer almaktadır. İkinci sütunda yer alan vergiye tabi gelir kişisel gelirden vergileme sınırını oluşturan tutarın (900 milyon TL) çıkarılması ile elde edilmektedir. Vergi matrahı pozitif ise hesaplanan vergi devlete ödenir; negatifse hesaplanan miktar kadar devlet negatif vergi öder. Son sütun, vergi sonrası geliri (kişisel gelir artı/eksi vergi alacağı/borcu) meydana getirir.

Tablo-5’ de NGV’nin bir başka türü olan GAG temsil edilmektedir . İlk sütunda kişilere ödenen aylık GAG yer almaktadır. İkinci sütun kişisel geliri, üçüncü sütun ise toplam geliri (GAG + kişisel gelir) oluşturmaktadır. Son sütun vergi sonrası geliri (toplam gelir x vergi oranı) meydana getirmektedir. Her iki tablodan da görülebileceği gibi kişisel geliri aynı olan kişilerin ödeyeceği vergi (vergi sonrası gelir) her iki yöntemde de aynıdır.  NGV, yoksulluk sınırı altında bir gelir düzeyine sahip olan yoksul kesimin gelirini artırmak ve vergi adaletini sağlamak amacına ulaşmak için üç temel unsuru bünyesinde barındırır[54]: i. Garanti edilmiş asgari gelir (ailenin geliri ve birey sayısına göre değişir), ii. Gelire göre vergi oranı ve iii. Negatif gelir vergisinin sona erdiği ve pozitif vergilemenin başladığı gelirin başabaş seviyesi.

Tablo- 5: Garanti Edilmiş Asgari Gelir

Garanti Edilmiş

Asgari Gelir

Kişisel Gelir

Toplam Gelir

Vergi Oranı

Vergi Sonrası

Gelir

900

0

900

%50

450

900

150

1050

%50

525

900

300

1200

%50

600

900

600

1500

%50

750

900

900

1800

%50

900

900

1300

2200

%50

1100

900

1600

2500

%50

1250

 

Buna göre, (G) garanti edilmiş yıllık veya aylık asgari geliri, (B) başabaş gelir seviyesini ve (O) NGV oranını göstermek koşuluyla bu değişkenler arasındaki ilişki şu  şekilde gösterilebilir: G= O x B, O = G / B ve B = G / O

Garanti edilmiş asgari gelir için açlık sınırı ile yoksulluk sınırı arasında kalan bir tutar seçilebilir. NGV oranı ekonominin içinde bulunduğu şart ve imkanlar ile siyasi tercih ve kararlara dayanmak ve garanti edilmiş asgari gelirin devlete yüklediği maliyeti telafi edecek bir düzeyde olmak zorundadır. 

NGV önerilerinin çok sayıda çeşidi bulunmaktadır. Kuramsal bir NGV için yukarıda yer alan tabloda önerilen veriler NGV diyagramını izah etmede kullanılabilir. Şekil-10 ‘da ayda asgari 450 milyon TL’lik bir mali yardım, 900 milyon TL yoksulluk sınırı ve % 50 marjinal vergi oranına dayalı basit bir NGV önerisi yer almaktadır. Öneri, dört kişilik bir aileye aylık bazda asgari (açlık sınırı ile yoksulluk sınırı arasında) gelir düzeyi sağlamaktır. Buradaki amaç kişi ve hane halkının kendi başına geçimini sağlayabilme yeteneğini ortadan kaldırmaksızın bu gelir miktarını (en az 450 milyon TL) sağlamaktır.  Sistemde mali yardımla vergi birleştirilmektedir. Buna göre garanti edilen asgari gelir düzeyinin üzerinde bulunan bir başa baş düzeyde hane halkı ne devletten mali yardım alacak ne de vergi ödeyecektir. Başa baş düzeyinin (A noktası: 900 milyon TL) altında gelire sahip hane halkına devlet mali destekte bulunacaktır, yani bu düzeyde gelire sahip olanlar devlete negatif vergi ödeyeceklerdir. Bu düzeyin üzerinde gelir elde edenler ise devlete pozitif vergi ödeyeceklerdir.


Şekil -10: Negatif Gelir Vergisi (Basit Bir Model)

 Kaynak: Lipsey, Steiner ve Purvis (1987), s.437. 

 

Şekil-11’de başabaş düzeyinin üzerindeki gelir düzeyinde artan oranlı bir pozitif vergilemenin söz konusu olduğu bir NGV modeli yer almaktadır. Modelde iki çocuklu bir aile için yoksulluk sınırının aylık bazda 900 milyon TL ve başabaş düzeyinin 1 200 milyon TL olduğu varsayılmaktadır. Buna göre X bölgesi NGV’nden yapılan transferleri, OADB eğrisi ise başabaş düzeyinin üzerinde artan oranlı pozitif vergileme sonucu oluşan dağılımı (ikincil dağılım) göstermektedir. Aylık geliri 1 200 milyon TL’nin altında olan aileler pozitif vergilemeye tabi değildir. Bu miktarı aşan gelirler, büyüklüklerine göre artan oranlı bir vergilemeye tabidir. Toplam vergi, yukarıdaki şekile göre OABD eğrisi ile 45 derecelik açıyı gösteren hat (birincil dağılım) arasındaki alan kadardır. Modelde hiç geliri olmayan bir aile aylık 450 milyon TL vergi geliri elde edecektir. Elde edilen garanti edilmiş asgari gelir aile geliri arttıkça artacak ve aile geliri başabaş düzeyinin altında kaldığı sürece gelir transferinden faydalanacaktır.


Şekil-11: Negatif Gelir Vergisi (Karma Model)

 

         Kaynak: Kabasakal (1975), s.185.

NGV önerilerinin en önemli özelliklerinden birisi vergi ve transfer politikalarını hem çalışan hem de çalışmayan yoksul kesimi korumak için kullanabilmesidir.  Herhangi bir kişi işini kaybederse NGV işsizlik sigortası ile aynı işlevi görür.  Öte yandan, çalışan ancak kendisini ve bakmakla yükümlü olduğu hane halkı üyelerini yoksulluktan kurtaracak düzeyde bir gelire sahip olmayan kişilere asgari düzeyde de olsa karşılıksız bir transferde bulunur. NGV, yoksulların asgari gelir düzeyine ulaşmalarını, yoksulların onurlarını kıracak şekilde değil; bu kesimi kamu görevlileriyle muhatap etmeden daha insani bir yolla gerçekleştirmektedir. Üstelik, yoksulluğu, diğer birçok yardım programlarının potansiyel bir ikamesi olarak, çok daha az bir idari maliyetle ve bir çok refah programında olan sayısız istisnalar ve bürokratik işlemler olmaksızın önlemektedir[55]. 

NGV, mevcut refah program ve uygulamalarının tümüne alternatif olabilecek kadar kapsamlı; ancak, aynı ölçüde de basit bir sistemdir. Gerçekleştirilmek istenen amaçlara göre çok fazla sayıda NGV modeli oluşturulabilir. Friedman, pozitif vergi yapısının değişmediği, pozitif vergileme sınırının ve politikaların mevcut şekliyle uygulanmaya devam edeceği ve NGV oranının % 50 olacağı bir NGV önermektedir[56]. Bu vergi uygulamaya girdiğinde mevcut refah programları gereği yardım alan bazı kişiler bu yardımlardan faydalanamayacaktır. Bazı NGV modelleri, asgari gelir düzeyleri konusundaki farklı alternatiflerin siyasi karar alma mekanizmasının onayına sunulmasını önerirken diğerleri pozitif vergi oranında değişiklik yapılmasını ve tüm vergi mükelleflerinin aynı vergi oranına tabi tutulmasını (düz oranlı vergi) ve bu uygulamanın negatif vergileme ile bütünleştirilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Diğer bir alternatif ise NGV’ nin farklı oranlara sahip olmasıdır. Vergileme sınırının altında farklı vergi oranlarının uygulanması mümkün olmakla birlikte yaygın görüş bu düzeyin altında tek bir NGV oranının bulunması yönündedir[57].

3.4.2. NGV Avantajları ve Dezavantajları

NGV’ nin sahip olduğu avantajlar yoksulluğun azaltılmasında sahip olduğu varsayılan başarısı ile alternatif refah politikalarına kıyasla daha az maliyetli bir araç olmasında saklıdır. Herhangi bir NGV uygulamasının yoksulluğu azaltma yönündeki başarısı büyük ölçüde vergi mükelleflerinin sisteme sahip çıkmalarına ve vergi ödeme konusundaki samimiyetlerine bağlıdır. NGV, yardıma en fazla ihtiyaç duyan kişilere destek olur ve bu kesimin başa baş seviyesi (açlık sınırı ile yoksulluk sınırı arasında belirlenir) civarında bir gelire sahip olmalarını sağlar. Bu NGV’nin asgari ücret ve çalışma piyasası ile ilgili diğer politikalara kıyasla üstün olduğu tek alan değildir. Yoksul olmayan hane halkının çok büyük bir kısmını kapsamına alan asgari ücret uygulaması “aşırı kör bir politika aracıdır”[58]. Asgari ücretin aksine NGV, yalnızca en fazla ihtiyaç duyan yoksul kesime vergi sübvansiyonu sağlar. Kişi ve hane halkının sahip olduğu varlık ve serveti tespit etmeye çalışmadan herkese fon tahsisinin yapılması daha kapsamlı bir sosyal güvenlik ağından herkesin yararlandırılması anlamına gelir ve bu tahsisatın önemli bir düzeye ulaşması halinde mutlak yoksulluğun önemli düzeyde azaltılması mümkün olur.  Friedman, toplumsal birlik ve bütünlüğün önemini vurgulayarak önerdiği NGV’nin toplumun kamu fonlarına katkıda bulunanlar ve bu fonlardan destek alanlar olmak üzere iki sınıfa bölünmesini önleyeceğini ileri sürer[59]. Bunun yanı sıra NGV, yaşlı, hasta, özürlü veya başka bir şekilde dezavantajlı durumda bulunan kişilere yapılan ödemelerde hiç bir ayrımcılık yapmaz; tam aksine, nedeni ne olursa olsun yetersiz gelire sahip olmak sistemden yararlanmak için geçerli sebeptir. Dolayısıyla NGV, sahip olunan etnisite ve özürlü olmak gibi ikincil ve keyfi gerekçeler yerine yoksulluğa yol açan tek bir faktörü, yani yetersiz geliri hedef alır. Öte yandan, bu sistemde NGV’nin yol açtığı refahın mükelleflere yüklediği maliyet de açık ve belirlidir. 

NGV, çalışma piyasasına yönelik mevcut programlarla çalışan yoksullara sağlanan desteğin aynısını temin etmeyi amaçlayan bir mali araçtır. NGV, çalışma piyasasında hali hazırda uygulanan asgari ücret gibi katı uygulamaların yerine kullanılabilir. NGV, nominal ücretlerin dondurulmasına ve enflasyona gerek duyulmaksızın reel işgücü maliyetlerinin azalmasına yol açacağı için düşük ücretlerle çalışan kesimin gelirlerini azaltmaksızın daha fazla istihdamın yaratılmasını sağlayacaktır[60].

NGV’nin mevcut pozitif vergi sistemine entegre edilmesi halinde uygulama maliyetleri azaltılırken sistemin basitliği artırılabilir. Refah program ve uygulamalarını idare eden geniş hacimli bürokrasi vergi-transfer politikalarını çekip çeviren bir vergi idaresi ile yer değiştirir. Bilgi alış-verişine yönelik ölçek ekonomisinin oluşması nedeniyle kamu politikalarının etkinliği artar ve denetimin güçlü olması koşuluyla, herkes vergi beyannamesini doldurmakla yükümlü olacağından muhtemelen vergi kayıp ve kaçağını da azaltır. Çok fazla sayıda ve karmaşık yapıdaki refah program ve uygulamalarının yerini basit bir sistem alır ve idari maliyetlerin azalmasının yanı sıra refahın etkin ve tam olarak dağıtılmasını sağlar.

Negatif Gelir Vergisinin en önemli dezavantajı kısıtlı iktisadi kaynaklarla en fazla muhtaç durumda olanlara yeterli düzeyde bir gelir sağlamak amacı ile maliyetlerin ve çalışma şevk ve isteği konusundaki muhtemel olumsuz etkilerin asgari düzeye indirilmesi amacı arasında ortaya çıkabilecek çatışma ile bağlantılıdır. Amaçlar arasındaki bu tip çatışmalar kaçınılmazdır. Zorluk, aynı anda, en fazla muhtaç durumda olanlara yeterli bir gelir düzeyini sağlarken refah ödemelerinin mevcut düzeyinin korunması ve marjinal vergi oranının düşük tutulmasına çalışılması halinde ortaya çıkar. Bu problemin çözülmesi için ya marjinal vergi oranlarının artırılması veya sistemden yararlananlara daha az destek sağlanması gereklidir. Ortaya çıkan maliyetin vergi mükelleflerine yüklenilmesi durumunda artan vergiler çalışma şevk ve isteğini muhtemelen azaltacaktır. Bu ise tasarruf ve yatırımların azalmasına yol açabileceği için iktisadi büyüme yavaşlayacak ve istihdam olanakları azalacaktır[61].

NGV’nin uygulanması sırasında ortaya çıkabilecek muhtemel sorunlar şunlardır[62]:

NGV uygulamasında esas alınan birim ailedir. Ancak, aile tanımı üzerinde uzlaşma söz konusu değildir. Genel olarak anne, baba ve iki çocuktan oluşan çekirdek ailenin temel alınması öngörülmektedir. Bu modele uymayan aile tanımlarının (çocuksuz aileler, tek ebeveynli aileler, ayrı yaşayan çiftler, v.b.) sisteme nasıl dahil edileceği belli değildir.

Başabaş seviyesini belirlemek ve bunu aile ile ilişkilendirmek için herkesin üzerinde uzlaşabileceği objektif bir ölçüt bulmak son derece zordur.  Benzer bir şekilde aile büyüklüğü ile NGV transferi arasındaki bağlantıyı tesis edecek objektif bir ölçüt geliştirmek kolay değildir.

Kayıtdışı ekonominin büyük olduğu ve beyan sisteminin iyi işlemediği ülkelerde gayri safi gelirin belirlenmesinde büyük güçlüklerle karşılaşılabilir.

Aile gelirinin belirlenmesinde yıllık esasın kabul edilmesi durumunda NGV transferine hak kazanan aileler bu gelirden bir yıl mahrum kalacakları için sistemden beklenen yarar azalacaktır. Aylık esasın kabulü halinde ise programın maliyeti artacağından kamu bütçesi ve maliyesi üzerinde çeşitli olumsuz yansımalar ortaya çıkacaktır.

NGV, hali hazırda sosyal güvenlik sistemleri ve refah programları yeterli olmayan ülkeler için yoksulluğun azaltılmasına yönelik iyi bir öneri olabilir.  Ancak, bu açıdan belli bir mesafe kaydeden ülkelerde NGV ile sağlanan transferlerin mevcut programlarla yoksul kesime sağlanan transferlerden daha fazla olmaması halinde sistemin uygulamaya konulması kamuoyunun tepkisini çekecek ve uygulama sınırlı kalacaktır.

NGV, kişisel gelirlerde artışa yol açtığı ölçüde çalışma şevk ve isteğini azaltabilir.

NGV programlarının uygulanması önemli bazı teknik sorunların ortaya çıkmasına yol açabileceği görüşü sadece NGV’ ne özgün problemler değildir ve büyük bir kısmı mevcut pozitif vergileme sistemlerinde zaten mevcut olan sorunlardır. NGV’nin yol açacağı sorunlardan birisi de etkin ve basit bir araç olması nedeniyle refah düzeylerini ziyadesiyle artırmak isteyenlerin yoğun bir şekilde talepte bulunmalarına yol açma ihtimalidir. NGV, vergi yükünde ortaya çıkacak bir miktar artışın yanı sıra sistemin genişlemesine yönelik baskıların yoğunlaşmasına da neden olacaktır[63].

 

 

 

 

 

 

SONUÇ MAHİYETİNDE GENEL BİR DEĞERLENDİRME

Yoksullukla mücadelede şüphesiz devlete önemli görevler düşmektedir.  Ancak, dünyada yoksullara direkt parasal yardımlarda bulunmayı öngören “sosyal yardım devleti” anlayışı artık önemini kaybetmiştir.  Yoksulluğun ortadan kaldırılması için paternalizm tarzı çözümler değerlendirilmemelidir. Yoksulluk, ancak uzun vadede çözümlenebilecek bir sorun olarak düşünülmelidir. Bunun için de öncelikle piyasa ekonomisinin kurumsallaştırılması gereklidir. Piyasa ekonomisinin sonuçları her zaman adil bir gelir dağılımı anlamına gelmez.  Bununla birlikte, sosyal yardım devleti ve paternalizm anlayışı dünyanın hiçbir yerinde yoksulluğa çözüm olmamış, aksine bireylerin daha tembel olmalarına ve iradi işsizliği benimsemelerine neden olmuştur.  Yoksulluk sorununun ortadan kaldırılmasında ve azaltılmasında devlete düşen görevi iyi tanımlamak gerekir. Devlet, ekonomide mevcut birincil gelir dağılımını düzeltmek için aktif olarak piyasa ekonomisine müdahale etmeli midir? Gelir dağılımının düzeltilmesinde iradi iktisat politikaları uygulanmalı mıdır? ve bu politikalar neler olmalıdır? İkincil gelir dağılımı politikalarının sınırları nelerdir? Tüm dünyada devletin değişen rolü ve görevleri karşısında gelir dağılımı ve yoksulluk sorunu ile mücadelede devletin rolünü yeniden tartışmak çok büyük önem taşımaktadır.  Burada mesaj niteliğinde üzerinde düşünülmesi gereken: Devlet, bazı sorunların çözümü olduğu kadar, bazı sorunların da bizatihi kaynağıdır. Gelir dağılımı ve yoksulluk sorunu konusunda da bu geçerlidir. Devlet müdahaleleri kimi zaman mevcut gelir dağılımını ve yoksulluk sorununu daha da büyütebilir. Bu bakımdan gelir dağılımı ve yoksullukla mücadelede optimal politikaların neler olması gerektiği konusunda daha fazla tartışılması ve müdahalenin kapsamı ve sınırları üzerinde mutabakat gerektiği değerlendirilmektedir.

Çalışmanın kapsamı açısından, NGV de yoksulluk sınırı altında gelire sahip olan ailelerin gelirlerini artıran ve artan gelirlerin kullanımındaki inisiyatifi tamamen kişi ve/veya hane halkına bırakan bir sistem olması nedeniyle; Kişi ve hane halkının imkanlarını artırarak yetersiz eğitim ve sağlık koşullarının ve dolaylı olarak yaşam standartlarının düzelmesine ve beşeri sermayenin gelişmesine yol açtığı ölçüde yoksullukla mücadelenin etkin araçlarından biri olmaya aday bir mali araç olarak değerlendirilmektedir.

 

 

 

 



[1] Gelir dağılımı (GD): Milli Gelirin Paylaşımı  kavramı ile eş anlamlı kullanılmış ve tüm çalışma içersinde de belirtilen anlamda kullanılacaktır.

[2] Birincil dağılım; belirli bir dönem süresince piyasa sürecinin meydana getirdiği gelir dağılımı, ikincil dağılımda ise, devletin piyasa mekanizmasının işleyişine çeşitli araçlarla yaptığı müdahaleler sonucunda oluşan gelir dağılımı söz konusudur.

[3] Bkz. Ricardo, 1962

[4] PETERSON, Wallace C., Gelir, İstihdam ve Ekonomik Büyüme. Çev.  Servet Mutlu, s: 452, 1976 Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları, Eskişehir, No 145.

[5]Malthus Yasası”: Ücretlerin asgari geçim düzeyinin üstüne çıkması halinde nüfusun hızla artacağını ve bu düzeyin altına düşmesi durumunda ise azalacağını öngörür.

[6] PETERSON, Wallace C., “Gelir, İstihdam ve Ekonomik Büyüme”. Çev.  Servet Mutlu, s: 452, 1976 Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları, Eskişehir, No 145.

[7] AKALIN, G., “Kamu Ekonomisi”, s:240, 1981, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını. Ankara

[8] PETERSON, Wallace C., a.g.e., s:454-455

[9]K. Marx göre; i.azalan verimler kanununu kabul etmediği için rant ve kar arasında bir ayrıma gitmemiştir, ii.emeğin arz fiyatının genel olarak bütün mallar cinsinden sabit olduğunu kabul eder, iii.ücreti geçimlik düzeyde tutan kuvvet, emek arzının talebi aşması yani yedek işçi ordusudur, iv.sermaye birikiminin nedeni, Ricardo’nun öngördüğünün aksine yüksek kar hadlerinin cazibesi değil kapitalistler arasındaki rekabettir. Ayrıntı için bkz. Marx K., “Capital”, vol: 3, 1961, Foreign languges publishing House, Moscow.

[10] AKALIN, G., “Kamu Ekonomisi”, s:242, 1981, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını. Ankara

[11] Peterson, Wallace C., “Gelir, İstihdam ve Ekonomik Büyüme”. Çev.  Servet Mutlu, s: 472, 1976 Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları, Eskişehir, No 145.

[12] Göreli Paylar Teorisi

[13] Weıntraub, S., “An Approach to the Theory of Income Distribution”., 1958, Philadelphia: Chilton.

[14] Peterson, Wallace C., “Gelir, İstihdam ve Ekonomik Büyüme”. Çev.  Servet Mutlu, s: 472, 1976 Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları, Eskişehir, No 145.

[15] Peterson, Wallace C., a.g.e.s: 473

[16] Adalet kavramı çok farklı anlamlara sahiptir (Erdoğan, 1994): Adalet, objektif bir durumu (toplumsal, ekonomik v.b.) değil de bireysel bir davranışı niteleyen bir kavram olarak ele alınırsa bireylerin bir özelliği olarak adil olma veya adil davranma olarak tanımlanabilir. Adalet kavramıyla kastedilen ikinci anlam, adil kuralların uygulanmasında tarafsızlık ve yeknesaklık ( şekli-formel adalet)’tır. Ahlaki açıdan yalnızca bireylerin eylemleri adil veya gayri adil olarak nitelenebileceğinden bir kuralın adil olabilmesi için bireylerin haklarını ve sözleşme özgürlüğünü güvence altına alması ve kişiler arası ilişkilerde güç kullanımını yasaklayan genel ve soyut bir yapıda olması gereklidir ( usuli adalet-kural adaleti). Negatif adalet olarak da adlandırılabilecek bu görüş, toplumda üretilen değerlerin dağıtımı yoluyla belli bir amacın ya da durumun gerçekleştirilmesini amaçlamaz. Ayrıntı için bkz. Erdoğan,M., “Özgürlük, Adalet ve Refah”, 1994, Türkiye Felsefe kurumu içinden, Adalet Kavramı, Ankara. Ayrıca Denkleştirici veya düzeltici adalet anlayışı, hukuki ilişkilerde kişisel ve subjektif nitelikteki durumları dikkate almaksızın, taraf olanların eşit muamele görmesini, örneğin zarar verenin neden olduğu zararı ödemesini veya suç işleyenin hak ettiği cezayı çekmesini gerektirir. Dağıtıcı adalet ise, malların paylaştırılmasında herkesin yeteneğine ve toplum içindeki konumuna göre kendine (payına) düşeni alması demektir Ayrıntı için bkz. Güriz A.,”Adalet Kavramının belirsizliği”,1994, TFK içinde Adalet Kavramı, Ankara. Dağıtıcı adalet teorileri sınırsız ihtiyaçlara karşılık sınırlı arza sahip malların dağıtılmasını düzenleyen normatif nitelikte ve göreli eşitliğe önem veren teorilerdir. Adaletin yanı sıra göreli eşitliğin tanımının yanı sıra herkesin payının, hakkı olanın veya hak ettiğinin ne olduğu ya da neye göre belirleneceğinin belirsizliği nedeniyle çok sayıda dağıtıcı adalet ilkeleri bulunmaktadır. Bu teoriler, dağıtıma konu olan malların niteliğine (gelir, servet, olanaklar v.b.), dağıtımın kimlere yönelik olarak yapıldığına (gerçek kişiler, grup ya da bölgeler, referans alınan sınıflar v.b.) ve malların dağıtılmasında baz alınan temele (adalet, bireysel özellikler, serbest piyasa kuralları v.b.) göre farklılıklar göstermektedirler (Stanford Encyclopedia of Philosophy, 2000)

[17] Dağıtıcı adalet teorileri içinde en basit teori olan katı ya da mutlak eşitlik teorisine göre herkes eşit düzeyde saygı ve hürmete layık olduğu için aynı düzeyde maddi nitelikte mal veya hizmete sahip olmalıdır. Bu teori, sınırlı mal ve hizmetlerin kişiler arasında eşitlik temelinde dağıtılmasını öngörmesi nedeniyle herkese nasıl aynı düzeyde mal ve hizmet verileceği ve bu düzeyin nasıl ölçüleceği sorununun ortaya çıkmasına yol açar. Mutlak eşitlik teorisi çeşitli açılardan gayri ahlaki bulunmakta ve bu nedenle eleştirilmektedir. Öncelikle, bu teori özgürlükleri kısıtlar. Kişilere eşit saygı göstermez, zira kişiler son derece farklı yeteneklere sahiptirler ve bu yetenek farklılığını dikkate almaksızın kişilere saygı gösterilemez (Yetenek-Yönlü Adalet Teorisi). Mutlak eşitlik teorisi herkesin aynı düzeyde gelire (mal sepetine) sahip olması gerektiğini ileri sürerek genel olarak maddi refahın azalmasına yol açmaktadır (Refah-Yönlü Adalet Teorisi).

[18] Ayrıntı için bkz. Rawls, John, “A Theory of Justice” , s:302, 1971, Harvard, MA: Harvard Un. Press.

[19] Ayrıntı için bkz. Dworkın, Ronald,  “What is Equality? Part 1: Equality of Resources”,, s: 185-246, 1981, Philosophy and Public Affairs.

[20] Refah-Yönlü teoriler, ahlaki açıdan önemli olan şeyin kişilerin refah düzeyi olduğu varsayımına dayanır. İnsanların sahip oldukları kaynaklar, yetenekler veya özgürlük gibi faktörler ancak kişilerin refahını artırdıkları ölçüde değerlidir. Dağılımla ilgili sorunların çözümünde önemli olan nokta hangi dağılımın refahı azamileştirdiğidir.

[21] Ayrıntı için bkz. Lamont, Julian, “The Concept of Desert in Distributive Justice”, s: 45-64, 1994, The Philosophical Quarterly. 44.

[22] Ayrıntı için bkz. Nozıck, Robert , “Anarchy, State and Utopia”, 1974, New York: Basic Books.

[23] Sen, Amartya, “On Economic Inequality. Enlarged edition with a substantial annexe ‘On Economic Inequality after a Quarter Century’”, s:2, 1997, Oxford: Clarendon Press.

[24] Örneğin, devalüasyon söz konusu ise

[25] Sen, Amartya, “On Economic Inequality. Enlarged edition with a substantial annexe ‘On Economic Inequality after a Quarter Century’”, s:15, 1997, Oxford: Clarendon Press.

[26] DPT., “Gelir Dağılımı ve Politikaları”. Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu Raporu, 1994, Ankara: Devlet Planlama Teşkilatı.

[27]Tanzı, Vito, “Fundamental Determinants of Inequality and the Role of Government. ", s:98-178, 1998, December, IMF Working Paper.

 

[28] Snower, Dennis J., “Monetary Policy and the Well-Being of the Poor” s:78-80, 1998, Jackson Hole, Wyoming, August 27-29, in Income Inequality Issues and Policy Options, A symposium sponsored by the Federal Reserve Bank of Kansas City, 

[29] Emeğin dağılımı: Emeğin yetişkinler arasında dağılımında adaletsizlikler bulunmaktadır. Bu eşitsizliğin temel nedenleri şunlardır. Kişisel kabiliyet farkları: Tüm insanlar farklı kabiliyetlere sahiptirler.  Üstün kabiliyete sahip olan kişilerin gelir elde etme konusundaki maharetleri daha yüksektir. Hangi kabiliyetlerin gelir elde etme başarısını artırdığı konusu tartışmalı olmakla birlikte okulda ve eğitimde başarılı olmak, zeki olmak, girişimci ve yenilikçi bir ruha sahip olmak ve sağlıklı olmak elde edilen gelirleri artıran nitelikler arasında en önemlileridir. Çalışma koşullarındaki farklılıklar: Bazı kişiler daha fazla gelir elde etmek amacıyla gönüllü olarak daha fazla süre ile çalışabilirler veya bazı meslek ve işlerde emek son derece önemli olabilir. Öte yandan, bazı işler diğerlerine kıyasla daha tehlikeli veya istenmeyen işler olabilir.  kişilerin bu tip işlerde çalışmasını sağlamak için bazı teşvikler verilebilir.  Sonuçta, çalışma koşullarındaki bu tip farklılıklar elde edilen gelirlerde farklılığa yol açabilir. Risk almadaki farklılıklar: Bir çok kişi parasını tehlikeli ve riski çok işlere yatırarak yüksek bir gelir elde ederken diğerleri risk almaktan kaçınırlar. Bu durum da gelir farklılığının ortaya çıkmasını sağlayan nedenlerden biridir. Alınan eğitimdeki farklılıklar. Beşeri sermayeye yapılan yatırımlar gelir dağılımı eşitsizliğini azaltma konusunda son derece önemli bir role sahiptir. Eğitim düzeyi kişiler arasındaki gelir farklılıklarının en önemli nedenlerinden birisidir. İş tecrübesi: Daha fazla tecrübeye sahip olan ve daha fazla kalifiye olan işçiler daha fazla gelir elde ederler. Şans: İnsanların kontrol edemedikleri bazı faktörler ve rastlantılar zengin ya da yoksul olmalarına yol açabilir. Fırsat eşitliği ücret gelirlerinin eşitlenmesine olumlu katkı sağlayabilir ancak fırsat eşitliği büyük ölçüde sağlansa bile emekçinin kişisel becerisi, yaşadığı kent, işgücünün uzun ya da kısalığı, işinde tek adam oluşu ve benzeri nedenlerle ücret gelirleri mutlak anlamda eşit olamaz. Eğitim yoluyla yüksek ücretli işkollarına ve mesleklere yönelik emek arzının artırılması halinde ücretler arasındaki farklar azalabilir. Ancak yüksek ücretli işler yüksek becerileri gerektirir ve bu becerileri elde etmek son derece zahmetli ve maliyetlidir. Bu nedenle arz yönünden kısıtlamalar azaltılsa dahi farklı işlerin farklı vasıflarda emeği gerektirmesi ve işgücünün aynı kalifiyeye sahip olmasındaki zorluklar nedeniyle emeğin vasfının dağılımında eşitsizlikler var olmaya devam edecek ve emek gelirleri arasındaki eşitsizliği oluşturmaya devam edeceklerdir. Uzun vadede eğitimde fırsat eşitliği ne kadar artarsa bu eşitsizlik de o ölçüde azalacaktır. Servetin dağılımı: Servet dağılımı, tüketici karar birimleri arasındaki gelir dağılımını da etkileyebilir. Zira, sahip olunan servet ve bu servetlerden elde edilen gelirlerin mevcut dağılımı farklı kişi ve grupların elde edecekleri gelirler arasında önemli farklılıkların oluşmasına yol açmaktadır. Üstelik servet dağılımı vasıflı emek dağılımına kıyasla daha eşitsiz bir dağılımdır. Az sayıdaki tüketici birimi özel servetlerin çok büyük bir kısmını elinde bulundurmaktadır. Bu durumun en önemli nedenlerinden biri emeğin vasıflarının artırılabilmesi olanağı sınırlı iken servet edinmenin sınırsız olmasıdır. İkinci olarak, gelirlerin tamamı çalışılarak elde edilmemektedir. Gelir getiren servet önemli bir gelir kaynağıdır ve servetlerin büyük bir kısmı miras olarak edinilmiştir. Miras olarak edinilen tek servet türü mali nitelikte olan servet değildir, beşeri sermaye de miras olarak edinilir. Bu kalıtım yoluyla edinilen bir mirastır.  Aradaki bağlantı tam ve kesin olmasa da zeki ve yetenekli ebeveynlerin çocuklarının da zeki ve yetenekli olma ihtimali yüksektir. Öte yandan, servet sahibi olan ve iyi yetişmiş ebeveynler çocuklarını iyi yetiştirmekte ve onların iyi eğitim almalarını sağlamaktadırlar, yani mali servetlerinin yanı sıra beşeri servetlerini de çocuklarına aktarmaktadırlar. Faktör fiyatları: Faktör fiyatları ile kastedilen ücret, faiz, rant ve kar gibi üretim faktörleri fiyatlarıdır. Faktörler düşük fiyatlı mesleklerden yüksek fiyatlı olanlara doğru hareket etme eğilimindedirler. Fiyatların düşük olduğu sektörlerde arz edilen miktarlar azalacaktır ve neticede ortaya çıkan bu eksiklik fiyatları yükselmeye zorlayacaktır. Fiyatların yükseldiği mesleklerdeki faktör arz miktarları yükselecek ve sonuçta ortaya çıkan fazlalık faktör fiyatlarını azalma yönünde zorlayacaktır. Bu hareket transfer için bir güdü kalmayana dek, yani faktör fiyatları eşitlenene kadar sürecektir. Faktör fiyat farklılıkları iki farklı tipe ayrılabilir: Dinamik farklılıklar: Faktör fiyatlarında meydana gelen bazı farklılıklar geçici bir dengesizlik durumu ortaya koyar. Bir endüstrinin büyümesi ve bir başkasının küçülmesi durumunda ortaya çıkan bu tip farklılıklar faktörlerin yeniden dağılımına yol açarlar ve bu yeniden dağılım bir süre sonra farklılıkları ortadan kaldıracak yönde bir etkide bulunur. Bu sürecin ne kadar zaman alacağı faktörlerin bir endüstriden diğerine hareket kolaylığına, yani faktör akışkanlık derecesine bağlıdır. Denge farklılıkları: Bazı faktör fiyatı farklılıkları kendilerini ortadan kaldıracak kuvvetleri ortaya çıkarmaksızın dengede kalmaya devam edebilirler. Denge farklılıkları faktörlerin kendi içlerindeki farklılıklara (arazilerin veriminin farklı olması, emeğin yeteneğinin farklı olması), beceri elde etme maliyetindeki farklılıklara ve farklı faktör kullanımlarının parasal olmayan avantajlarındaki farklılıklarla alakalıdır.  Hangi tür faktör fiyatı farklılığı meydana gelirse gelsin, tüketici birimler arasındaki gelir dağılımını fiyatı değişen faktörün lehine ya da aleyhine değiştirir. Ayrıntı için bkz. Baumol, William ve Alan Blınder, “Economics: Principles and Policy”.Fourth Edition, s:830, 1998, Harcourt Brace Jovanovich

[30] Bulır, Ales ve Anne-Marie Gulde (1995), “Inflation and Income Distribution: Further Evidence on Empirical Links”, 1995, IMF Working Paper, WP/95/86, August.

[31] Unıted Natıons, “Human Development Report”, 2003, Background Papers. Vol 1, New York.

[32] Unıted Natıons, “Human Development Report”, s:367, 1999, Background Papers. Vol 1, New York.

[33] Tanzı, Vito, “Fundamental Determinants of Inequality and the Role of Government. ", s:98-178, 1998, December, IMF Working Paper.

[34] Todaro, Michael P., “Economic Development.” , s:38, 1994, Fifth Edition, New York, Longman.

[35] Rostow, W.W.,” Stages of Economic Growth.”, 1960, New York: Cambridge University Press.

[36] Han, Ergül ve A. A. Kaya, “Kalkınma Ekonomisi: Teori ve Politika.”, s:41, 1997, Düzeltilmiş ikinci baskı, Eskisehir.

[37] Han, Ergül ve A. A. Kaya, a.g.e., s:42

[38] Ayrıntı için bkz. Todaro, Michael P., “Economic Development.” , s:78-79, 1994, Fifth Edition, New York, Longman.

[39] Todaro, Michael P., a.g.e., s:79

[40] Todaro, Michael P., a.g.e., s:81-83

[41] Üçüncü Dünya ülkelerinin geri kalmışlığı uluslararası yardım kuruluşları, çok uluslu şirketler ve uluslararası mali kurumların uzmanlarının yanlış ve önyargılı tavsiye ve yönlendirmelerinin bir sonucudur. Bu uzmanlar tarafından geri kalmış ülkelere önerilen karmaşık kavramlar, teorik yapılar ve kalkınma modelleri bu ülkelerin yapısına uygun değildir. Öneriler iyi niyetle yapılsa bile, tavsiye edilen politikalar, geleneksel sosyal yapının (aşiretler, kastlar ve sosyal sınıfların yapısı) öneminin büyük olması, mülkiyetin eşitsiz bir şekilde paylaşılması, yerel ve ulusal varlıklar üzerinde küçük bir azınlığın ya da yerel elitlerin söz sahibi olmaları ve bu kesimin kredi ve diğer mali olanaklara erişme kabiliyetlerinin yüksek olması gibi faktörler nedeniyle mevcut güç odaklarının çıkarlarına hizmet eder. Bu argümana göre geri kalmış ülkelerin problemlerine çözüm bulması ümit edilen entellektüel kesim (öğretim üyeleri, sendika yöneticileri, iktisatçılar, bürokratlar...) eğitimlerini büyük ölçüde Gelişmiş Ülkelerde tamamlamış oldukları için kendi ülkelerinin koşullarına uymayan ve kendi halklarının çıkarına olmayan teorik modelleri uygulamaya koyarlar ve bu nedenle sonuçta zengin kapitalist ülkelerin çıkarlarına hizmet ederler. Bu argümana göre kalkınma ve yoksulluk sorunlarını etkin bir şekilde çözmek için gerçekten yararlı olacak bilgilere sahip olmayan bu kesimin mevcut seçkinci politikalar ve kurumsal yapı ile çözüm üretmeleri mümkün değildir.

[42] Geri kalmışlığı ülke içi faktörler ile açıklamaya çalışan yapısal değişim teorilerinde de dışsal faktörlerle açıklayan bağımlılık teorilerinde de ikili bir toplumsal yapı mevcuttur: zengin ülkeler-fakir ülkeler. Az Gelişmiş Ülkeler zengin ülkeleri çevreleyen yoksul alanlardır. Bu teori, zengin ve yoksul ülkeler arasında önemli düzeyde eşitsizliklerin olduğunu ve bu eşitsizliklerin zaman geçtikçe arttığını ileri sürer. Bu teori üç unsuru ihtiva eder: (1) Ekonomilerde bir dizi sıt yapı ve koşul aynı anda yer alabilir. Ülke içinde kırsal alanlar-kentsel alanlar yer alabilir; ekonomilerde geleneksel-modern üretim metotları aynı zaman diliminde kullanılabilir; ülkede eğitimli ve zengin elitler varken aynı anda halkın büyük bir kesimi yoksul ve eğitimsiz olabilir; dünya ekonomisinde zengin ve gelişmiş ülkelerle yoksul ve az gelişmiş ülkeler aynı zaman diliminde bulunabilir; (2) Bu ikili yapı geçici değil, süreklidir. Başka bir ifadeyle zengin ve yoksul ülkeler arasındaki eşitsizlik zamanla ortadan kalkacak tarihsel bir olay değildir ve (3) Zenginle yoksul ülkeler arasındaki eşitsizlik ve farklar azalma yerine artma eğilimindedir. Örneğin, Gelişmiş ülkelerdeki emek verimliliği diğer ülkelere kıyasla her geçen yıl daha fazla artmakta ve teknolojik açık genişlemektedir. Bu görüşe göre, geri kalmış ülkelerde iktisadi kalkınmayı sağlayacak olan modern sosyal ve ekonomik yapı geri kalmışlığın sürdürülmesine yol açan geleneksel yapıya göre daha önemsiz ve küçük kaldığı sürece bu ülkelerin kalkınma sorunları devam edecektir.

 

[43] Todaro, Michael P., “Economic Development.” , s:92, 1994, Fifth Edition, New York, Longman.

[44]Ayrıntı için bkz. Robert Higgs, “Nineteen Neglected Consequences of Income Redistribution”, The Freeman,December, 1994., Çv: Ş.Ertekin, “Gelirin Yeniden Dağılımının İhmal Edilen 19 Nedeni”,

[45] Frıedman, M., “Capitalism and Freedom. Chicago”, 1962, s:191, The University of Chicago Press.

[46] Frıedman, M., “An Economist’s Protest, Illionis”, 1975, s:198-201, T.Horton Co,.

[47] FRIEDMAN, M. ve R. FRIEDMAN (1980), “Free to Choose”, 1980, s:120, A Personal Statement. New York: Harcourt Brace & Company.

[48] Öncel, Türkan, “Gelirin Yeniden Dağılım Politikası Aracı Olarak Negatif Gelir Vergisi”, 1982, s:5, Maliye Araştırma Merkezi Konferansları. 28. Seri, 1981-82, İstanbul.

[49] Block, F. ve J. Manza, “Could We End Poverty in A Postindustrial Society? The Case For A Progressive Negative Income Tax”, 1997, s:473-512 Politics & Society. December, vol. 25, no. 4.

[50] Dawkıns, P. ve J. Freebaırn , “Towards Full Employment”, 1997, s:405-417 The Australian Economic Review. vol. 30, no. 4.

[51] Keatıng, M. ve S. Lambert (1998), “Improving Incentives: Changing the Interface of Tax and Social Security”, 1998, s:281-289,The Australian Economic Review. vol. 31, no. 3.

[52]Öncel, Türkan, “Gelirin Yeniden Dağılım Politikası Aracı Olarak Negatif Gelir Vergisi”, ss.1-14, 1982, Maliye Araştırma Merkezi Konferansları. 28. Seri, 1981-82, İstanbul,

[53] Tobın, James, Joseph A. pechman ve Peter M. mıeszkowskı , “Is A Negative Income Tax Practical?”, ss.419-445, 1967, The Yale Law Journal. Volume 77, Number 1, Nowember,

[54] Kabasakal, Öner, “Gelir Dağılımını Düzenleyen Bir Araç Olarak Negatif Gelir Vergisi”, ss.183-188, 1995, Yeni Türkiye. 1995/6.

[55] Lıpsey, Richard G., Peter O. Steıner ve Douglas D. Purvıs, “Economics.”, s:436, 1987, Eight Edition, New York: Harper.

[56] Frıedman, M. ve R. Frıedman, “Free to Choose: A Personal Statement.”, s:122, 1980,  New York: Harcourt Brace & Company.

[57] Block, F. ve J. Manza, “Could We End Poverty in A Postindustrial Society? The Case For A Progressive Negative Income Tax”, s:473-512, 1997,  Politics & Society. December, vol. 25, no. 4.

[58] Oı, W. Y., “The Consequences of Minimum Wage Legislation”, s:5-14, 1997, Insitute of Economic Affairs. June.

[59]Frıedman, M. ve R. Frıedman, “Free to Choose: A Personal Statement.”, s:123, 1980,  New York: Harcourt Brace & Company.

[60]JAMES, M., “The Negative Income Tax: An Idea Whose Time Has Gone”,  1998, http://www.ipa.org.au/pubs/reviewdocs/50-2/review50-2pt8.html.

[61] JAMES, M., 1998, a.g.e.

[62] Kabasakal, Öner, “Gelir Dağılımını Düzenleyen Bir Araç Olarak Negatif Gelir Vergisi”, ss.186, 1995, Yeni Türkiye. 1995/6.

[63]James, M., 1998, a.g.e.