.
GELİR DAĞILIMI POLİTİKASI
Hazırlayan ; AYHAN ORHAN
GİRİŞ :
Buradaki kavramların öncellikle ekonominin hangi tarafı
ile ilgilendiğini açıklamaya çalışarak başlayabiliriz. Dersin içeriğini teşkil eden bu
büyüklükler ve hesaplamalar ekonominin genel dengesi ve büyüklükleri ile ilgilenen Makro ekonomiye ait konulardır. Bu yüzden
öncelikle Makro ekonomini evrimi ile ilgili bazı bilgiler vermekte yarar vardır.
Makro ekonomini doğuşu 1929 Dünya ekonomik buhranının uzantısı
sonucu ,J.M.Keynes tarafından,yerleşik iktisat görüşlerinin bunalımdan kurtarmaya yetmeyeceği görüşü ile Makro analiz adında bir
çerçeve oluşturmuştur. Keynes bu görüşlerini “istihdam,faiz ve Paranın Genel Teorisi” adlı
eserinde açıklamıştır. Keynes önceside makro ekonomik bazı
çalışmalar üretilmiştir. Bunlara örnek olarak;Miktar teorisi, Milletlerin serveti isimli kitabı ile milli
servetin kaynaklarını inceleyen ADAM SMITH, Nufus sorununu incelen MALTHUS ‘un makro tahliller yaptıkları
söylenebilir. Fakat bu çalışmalarda bağımsız bir disiplinden söz etmek mümkün değildir. Bundan
söz edebilmek için bazı ölçüm konseptlerinin oluşması gerekli idi ve bu konseptler Keynes aracılığı
ile Makro ekonomik ölçüm konsepti halini almıştır ve bir disiplin haline gelmiştir. İşte bu disiplin sonucu ortaya çıkan Makro ekonomik büyüklük ve
hesaplamalar bu çalışmanın konusudur .
Bu
çalışmanın ilk bölümünde,GSMH,GSYİH,NMH (Net milli hasıla),Milli Gelir,Kişisel Gelir, Kullanılabilir
Gelir kavramları açıklanmaya çalışılacaktır. İkinci bölümde ise bu büyüklüklerin hesaplamaları
hakkında açıklayıcı bilgi verilecek, aynı zamanda bu
bölüm içerisinde gelir dağılımı kavramının temel ekonomik amaçları içinde ki yeri ve önemi
hakkında açıklayıcı bilgi verilecektir. Çalışmanın son bölümünde ise MG’in ekonomik
anlamı ve gelir dağılımının adaletsizliğine ilişkin ülke örnekleri verilmeye çalışılacaktır.
1. BÖLÜM
GSMH : Bir ülkede belli bir dönemde (genellikle bir yıl ) üretilen mal ve hizmetlerin piyasa fiyatları
cinsinden toplam parasal değeridir. Burada bir akım tablosundan bahsetmek gerekecektir; (Dinler,2000,sf287-288)
Mal ve hizmet piyasaları
(mal ve hizmet fiyatları)
1-Mal ve hizmet akımı
2- harcama
akımı
tüketim kesimi
üretim kesimi
(ev halkı )
(firmalar)
4-gelir akımı
(ücret,faiz,rant,kar)
3-üretim
faktörleri akımı
Faktör
piyasası
(üretim faktörleri fiyatları )
Şekil 1- kesimler arası akım tablosu
1 No’lu Akım (Mal ve Hizmet Akımı) : Ekonomide tüm firmalar (üretim kesimi ) ürettikleri tüm malları ,ev halkına (tüketim
kesimine) satarlar. 1 nolu akım ,ev halkının satın aldığı bu mal ve hizmetlerin miktarlarını
vermektedir.
2 Nolu Akım ( Harcama Akımı) : Ev halkı 1 nolu akımda yer alan ve satın aldıkları
tüm mal ve hizmetlerin karşılığını para olarak öderler. 2 nolu akım ev halkının
satın aldıkları mal ve hizmetler için yaptıkları harcama miktarlarını (ödemelerini) göstermektedir.
3 Nolu Akım Tablosu ( Üretim Faktörleri Akımı) : Ev halkı sahip oldukları üretim
faktörlerini firmalara satarlar. 3 nolu akım firmaların ev halkından satın aldıkları üretim
faktörlerinin miktarlarını vermektedir.
4 Nolu Akım ( Gelir Akımı) : Ev halkı firmalara sattıkları üretim faktörlerinin karşılığında
ücret,faiz ve rant adı altında faktör gelirleri elde ederler. Birde
ev halkı aynı zamanda girişimcide olabileceğinden ,bu kesimin girişimden elde ettiği karşılık
olan karda, ev halkı gelirleri arasında yer almaktadır.
Fakat
bu akım tablosunda devletin dış alemden elde ettiği gelirler ve dış aleme aktardığı
giderler yoktur . Gerçek ekonomilerde bu durum tabloya aktarılmalıdır.
İşte
GSMH’ı tarif ederken bahsedilen parasal değer, 1 nolu akım
tablosunda ki mal ve hizmetlerin piyasa cinsinden değeri (Yani üretilen mal ve hizmetler ile bu mal ve hizmetlerin fiyatlarının
çarpımları toplamı) GSMH’ye eşittir. Bir ülkede bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin parasal
değerine gayri safi yani ham denilmesinin nedeni, bu malların üretimi esnasında üretim faktörlerinin uğradığı
aşınma ve yıpranmaların göz önüne alınmayışıdır.
GSMH
ekonominin toplam gelirini ölçen bir büyüklüktür. GSMH’ın yıllık bazda artışları ise ülke
ekonomisinin büyümesini verir. GSMH bir ülkenin toplam üretimidir. Yani toplam üretim GSMH’ya eşittir. Bu ise toplam
üretim sürecinde oluşan gelir toplamıdır. Bu kavramlarla ilgili olarak GSMH iki şekilde ölçülebilir;üretilen
mal ve hizmetlerin değeri üretim sonucu elde edilen gelirlerin toplamı şeklinde .Üretim ölçülmesinin iki farklı
yolu olması nedeni ile GSMH’ın ölçülmesinde üç farklı alternatiften
söz edebiliriz. Üretim yönünden en kolay yol bütün nihai mal ve hizmetlerin
toplam değerini bulmaktır. Bu toplam değeri bulmak için nihai ürünün ana girdilerine yapılan harcamaların
hesaplanması sonucu oluşan değere Harcamalar yaklaşımı
ile hesaplama denir. Üretim yönünden ekonomide ki her firmanın nihai ürüne yaptıkları katkıları toplayarak
elde edilen hasılaya Üretim yaklaşımı ile hesaplama denir.
Sonuncu yaklaşım ise üretim faaliyeti sonucu doğan gelirlerin ölçülmesidir ki bu yaklaşıma da Gelir yaklaşımı ile hesaplama denir.
Bu
üç yaklaşım GSMH’yı hesaplamanın üç alternatif yoludur. Uygulamada sadece ölçme hataları yönünden
farklılık göstermekle birlikte aslında kavramsal olarak özdeştirler. Türkiye de uygulanan yöntem ise beyana
dayalı olan gelir yaklaşımı yöntemidir. Fakat her üç yöntem ilede hesaplama yapılmaktadır. Türkiye’nin
2002 yılı itibari ile GSMH’sı 179.898 milyon $ civarındadır.(www.die.gov.tr)
Burada
Türkiye’de son on yılın GSMH performansını sektörlere göre tablo halinde sunalım . Aynı
tabloda istihdam oranlarını sektörlere göre sunalım;
Tablo: Sektörlerin GSMH’daki Payları
(Toplam %100 olarak)
SEKTÖRLERİN
PAYLARI İSTİHDAMIN
DAĞILIMI
YILLAR |
TARIM |
SANAYİ |
HİZMET |
TARIM |
SANAYİ |
HİZMET |
1992 |
15,0 |
25,6 |
59,4 |
43,5 |
16,8 |
39,7 |
1993 |
15,4 |
24,5 |
60,1 |
44,5 |
15,8 |
39,7 |
1994 |
15,5 |
26,4 |
58,1 |
44,8 |
16,4 |
38,8 |
1995 |
15,7 |
26,3 |
58,0 |
46,8 |
15,3 |
38,0 |
1996 |
16,1 |
25,2 |
58,7 |
44,9 |
15,9 |
39,2 |
1997 |
14,5 |
25,3 |
60,2 |
41,9 |
17,2 |
40,9 |
1998 |
17,5 |
22,9 |
59,6 |
42,3 |
16,8 |
40,9 |
1999 |
15,3 |
23,2 |
61,5 |
45,1 |
15,2 |
39,7 |
2000 |
14,1 |
23,3 |
62,6 |
42,2 |
16,6 |
41,1 |
2001 |
12,9 |
25,3 |
61,8 |
42,0 |
16,7 |
41,2 |
Kaynak:
DPT, www.dpt.gov.tr (Veriler yeniden oluşturulmuştur.)
Buradan
şu sonuca varabiliriz, tarım ağırlıklı bir toplum olarak çarpık bir yapıya sahibiz.
1960-85 arasındaki yoğun göçler sonrası sanayileşme yerine hızlı bir şehirleşme yaşanmıştır.
Hizmetler sektörü açısından ise çok verimsiz ve gereksiz işlerin ağırlıklı olduğu
enformel bir sektör ortaya çıkmıştır.
GSYİH :
Günümüzde ülkeler arasında giderek yoğunlaşan
ticarete paralel olarak sermaye ve işgücü akımları artış
göstermektedir. Bazı şirketler diğer ülkelerde yeni yatırımlar yapmakta ihaleler almakta veya müteahhitlik
hizmetlerinde bulunmaktadır. Bazı durumlarda ülke vatandaşları çeşitli alanlarda hizmet vermek üzere
diğer ülkelere işçi olarak yada yeteneklerini sergilemek amacı ile çıkış yaparlar. Bu ülkelerden
elde ettikleri kazançlarını kendi ülkelerine çeşitli amaçlarla transfer ederler. Transfer edilen bu gelirlerin
ülkeler arasındaki milli gelir rakamlarının karşılaştırılmasında ölçü olarak alınan GSMH rakamlarında sağlıklı sonuç almayı önler. Bu sebeple
özellikle ülkeler arası karşılaştırmalarda GSMH yerine söz konusu ülkelerin sınırları
içerisinde üretilen mal ve hizmetlerin parasal değerini ifade eden GSYİH kavramı göz önüne alınmaktadır.
O halde GSYİH, bir ülkenin kendi sınırları içinde bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin piyasa fiyatları
cinsinden ifade edilen toplam tutarıdır.(Dinler,2000,sf.294)
GSYİH,
“dış alemden gelen faktör gelirleri ile dış aleme giden faktör gelirleri “ arasında ki
farkın ilgili ülkenin GSMH’ından çıkartılması ile elde edilen tutar olarak ifade edilir. Burada
önemli olan ülkenin dış alemden sağladığı gelirlerin, dış aleme gönderdiği gelirlerden
fazla olması söz konusu ülkenin GSYİH’sı GSMH’sından o denli küçük olur. GSYİH sadece
cari dönemde ki üretimi içerir, daha önce üretilen mal ve hizmetler bu hesaba dahil edilmez. Hesaplama yapılırken
mükerrer sayılmalardan kaçınmak gerekir. Bu bağlamda GSYİH’nın hesaplanmasında üç ayrı
yöntemden söz edilir(Paya,1997,sf.18-19). Bunlardan birincisi ; Üretimin her aşamasında yaratılan katma değerler
toplanır, yani girdi-çıktı farkları toplanarak hesaplama yöntemidir. İkincisi ise Nihai mal ve hizmetlerin
parasal değerlerinin toplanması ile elde edilen sonuçları gösteren yöntemdir. Bir üçüncü yöntem ise Girişimcilere kar olarak dönen miktar dahil olmak üzere faktör gelirleridir. Bu hesaplamalarda piyasa
fiyatları baz alınır. Fakat bazı durumlara belli hizmetlerin satış
fiyatları ya yoktur yada satış fiyatlarını elde etmek güçtür, bu durumda o mal ve hizmetler üretim
maliyetleri hesabına dahil edilir. Bu arada kayıt dışı
bazı faaliyetlerde hesaplamayı güçleştirir. Bunlara örnek ev kadınlarının evlerine sağladığı
katkılar veya dışarıdan satın alınabilecek bazı mal ve hizmetlerin bireyler tarafından
karşılanması vb.
Reel
GSYİH aynı zamanda ekonominin toplam mal ve hizmet çıktısını ölçer ve dolayısı ile
ülke vatandaşlarının ihtiyaçlarının karşılanma düzeyini belirler. Uzun dönemde GSYİH,
üretim faktörlerine ve teknolojiye bağlıdır. GSYİH, sermaye ve emek miktarındaki artış
ve üretim teknolojisinin gelişmesi ile doğru orantılıdır. Türkiye’nin
GSYİH büyüme oranı 2002 itibari ile %3.9’dur.(www.die.gov.tr)
NET MİLLİ HASILA : Kısaca tanımlayacak olursak, GSMH’yı oluşturan mal ve hizmetlerin üretiminde söz konusu
olan yıpranma (Amortismanlar) GSMH hesabından düşüldüğünde elde edilen miktara denir. Pratikte ekonomik
performans ölçümleri GSMH’ya göre yapılır. Çünkü amortismanı
ölçmek hem zordur hemde bu ölçüm zamana ve ülkelere göre değişikliler arz etmektedir.(Paya,1997.sf.19)
MİLLİ GELİR : Faktör fiyatları ile safi milli hasılayı bulmak için, önce
üretim faktörlerinin eline geçmeyen, doğrudan devlete ödenen KDV gibi dolaylı vergileri SMH’dan düşmek
gerekecektir. Buna karşılık devletin üretim faktörlerine Sübvansiyon şeklinde ödemeleri olabilir. Bunlar
ilave edilince üretim faktörlerini arz edenlerin eline geçen gelir, yani milli gelir ortaya çıkar. 1 nolu akım da
yer alan üretilmiş mal ve hizmetlerin miktarları ile onların fiyatları çarpılarak GSMH hesaplanır.
Ne var ki bu mal ve hizmetlerin piyasa fiyatları içerisinde Vasıtalı vergiler bulunmaktadır. Bu durumda
SMH’dan vasıtalı vergiler çıkartıldığında MG elde edilir. Görüldüğü üzere MG
bir ülkede belirli bir dönemde üretilen mal ve hizmetlerin net parasal değerine (Vasıtalı vergiler çıktıktan
sonra ) denir(Dinler,2000,sf.289) Türkiye’nin kişi başına gelir miktarı 2002 yılı itibari
ile 2584 $’dır.(www.die.gov.tr)
Milli
gelir hesaplama yöntemleri Gelir yöntemi
Üretim yöntemi ve Harcama yöntemi olarak üçe ayrılır. Ayrıca
MG hesaplarına girmeyen faaliyetlerde vardır bunlarıda ; Kanunsuz faaliyetler, Beyan edilmeyen kazançlar,Pazarlanamayan
iktisadi faaliyetler, İnsan refahını etkileyen fakat üretim değerine
katılmayan faktörler olarak sıralayabiliriz.(Lipsey,Steine,Purviz,1992,sf.29-30)
KİŞİSEL GELİR : Gelir vergisi düşülmeden önce bireylerce kazanılan yada onlara
ödenen gelirlerdir. Kişisel gelirlerin bir bölümü vergiye, bir bölümü tasarrufa, geri kalanı ise tüketime gider . SMH ‘dan kişisel gelire gidebilmek için bir takım ayarlamalar yapmak gerekir. Bunlardan en önemlileri
;(Lipsey,Steine,Purvis,1992,sf.30-31)
1- SMH’dan doğrudan devlete giden üretimin piyasa değerini ifade
eden dolaylı vergilerin düşülmesi,
2- SMH’dan kurumlarca dağıtılmayan karların düşülmesi,
3- SMH’dan işletmelerin ödediği gelir vergilerinin indirilmesi,
4- SMH’ya tüketicilere yapılan devlet transferlerini eklenmesi gereklidir.
Bu
indirimlerden ilk üçü kişiler tarafından ödenmeyen üretim değerini ifade eder. Dördüncüsü ise, GSMH’nın bir bölümü olmasa bile, tüketicilerin harcamaya giden yada tasarrufa hazır oldukları gelir türüdür.
Kişisel
gelire bir başka perspektiften bakarsak, Bir ülkede bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin net değerini gösteren MG’in,o ülkede yaşayan bireylerin satın alma güçleri hakkında
azda olsa fikir vermektedir. Yani milli gelir, bireylerin paylaşacağı MG’i ifade edn kişisel gelirden
farklıdır. MG’den kişisel gelire geçebilmek için, devletin kişilere yapmış oldukları
Sübvansiyon ve Transfer harcamalarının MG rakamlarına ilave etmek, fakat kişilerin ödedikleri çeşitli
kesintiler (emeklilik veya sigorta aidatları vb. gibi sosyal kesintiler)
ile hak ettikleri halde elde edemedikleri gelirlerini (kurumlar vergisi veya dağıtılmayan şirket karları
) MG rakamlarından çıkartmak gereklidir, kişisel gelire ulaşmak için.O halde kişilerin paylaşabileceği
MG’i ifade eden kişisel geliri şöyle formüle edebiliriz;(Dinler,2000,sf.295)
Kişisel
gelir= MG + (Transfer harcamaları + Sübvasiyonlar) – ( Kurumlar vergisi + Şirketlerin dağıtılmayan
karları + sosyal kesenekler)
Burada
ki formüle transfer harcamaları ve sübvansiyonların yanına devlet borçlanma faizlerini de ilave edebiliriz.
KULLANILABİLİR (HARCANABİLİR ) GELİR ; Tüketicilerin harcayacağı yada tasarruf edebileceği cari gelir miktarını
ölçüsüdür. Kişisel gelirden gelir vergileri düşülerek bulunur. Kullanılabilir gelir, GSMH’dan tüketicilere
fiilen ödenmeyen herhangi bir GSMH bölümünün, tüketiciler tarafından ödenen
gelir vergilerini düşülmesi ile tüketiciler aktarılan transfer harcamalarının eklenmesi ile bulunur. Bir
başka ifade ile, Kişsel gelirden gelir vergisi gibi dolaysız vergilerin ve sosyal güvenlik kurumların
çıkarılması ile net harcanabilir gelir elde edilir. Harcanabilir gelir, kişisel cari tüketim harcamaları
ve tasarrufların toplamını ifade eder. Bu durumu tablo ile ifade edersek daha iyi anlaşılacaktır.
(Paya,1997,sf.19)
GSYİH
Dış alemden gelen net faktör gelirleri
+_________________________________
GSMH (piyasa fiyatları ile)
Amortismanlar
-___________________________________
SMH (piyasa fiyatları ile )
Dolaylı vergiler (İçeride ve ithalattan alınan )
-___________________________________
MİLLİ
GELİR ( Faktör Fiyatları ile )
- Kurumlar vergisi
- Dağıtılmayan işletme karları
- Sosyal güvenlik kesintileri
+ Sübvansiyon ve Transferler
+ Devlet borçlanma faizleri
KİŞİSEL GELİR
- Dolaysız vergiler
- _______________________
NET HARCANABİLİR KİŞİSEL GELİR
Buradan
çıkan sonuçla, Bir ülkede Harcanabilir gelirin gerek kişiler gerekse tüm ekonomi açısından bir kısmı
tüketim harcamalarına ayrılır ve kalan kısmı tasarruf edilir. O halde bir ekonomide ne kadar üretim
harcaması yapılacağı ve tasarrufun hangi düzeyde olacağı, o ekonomide ki harcanabilir gelir
düzeyine bağlıdır.
2. BÖLÜM
MİLLİ HASILA VE MİLLİ GELİR HESAPLAMALARI ; Milli hasıla hesaplanırken
GSMH’ya dışarıdan gelen veya dışarıya giden faktör gelirleri net dış alem faktör
gelirleri olarak ifade edilir. Daha sonra bunlar GSYİH’ya eklenir,böylece GSMH hesaplanmış olur. Bir
ülkenin dış Dünya ile olan gelir hareketleri çok yönlüdür ve bunlar ülkelerin ödemeler bilançosunda muhasebeleştirilir(Begg,Fisher,Dornbusch,çev.Alkım,2001,sf.324).
Dış alem ekonomik ilişkilere dahil edildiğinde çevrimsel
akım tablosu şu şekilde meydana gelir;(Paya,1997,sf.18)
Dış
alem
İthalat
Ödemeler
Emek
ve sermaye
Emek ve sermaye geliri
Hane Halkları
Harcamalar Mal
ve Hizmetler
Faktör gelirleri
Faktör Girdileri
İş Alemi
İhracat
Gelirler
Faktör Girdileri
Faktör Ödemeleri
Dış Alem
Milli Hasılayı ekonomide ki mal ve hizmet üretimini
ölçmek için kullandığımız için GSMH’ın etki alanının daha geniş olması
arzu edilmektedir. Uygulamada tüm üretimi kapsayan GSMH’da iki tür problemle karşılaşılabilir. Öncelikle
bazı çıktılar mesela gürültü,kirlenme ve trafik sıkışıklığı problem olarak
alınabilir. Dolayısı ile bazı ürünlerin üretim sürecinde ortaya çıkan Kötü durumları bertaraf
etmek için GSMH’dan bir tazminat düşmek gerekir. Bu son derece makul ama uygulanması çok güç bir olgudur.
Bu sorunlu mallar pazarlanamadığı için miktarlarını ölçmek yada topluma verdiği zararları
maliyetlerini hesaplamak güçtür.(Begg.Fisher,Dornbusch,çev.Alkım,2001,sf.325) Değeri
çok fazla olan mal ve hizmetler GSMH içinde değerlendirilemezler. Dolayısı ile ekonomik değerleri yoktur,
bunlara örnek, ev işleri, kişisel faaliyetler ve kaydedilmeyen meslek gruplarıdır.
Milli
geliri ölçmenin ise üç farklı yöntemi vardır; Bunlar Üretim yöntemi, Gelir yöntemi
ve Harcamalar yöntemidir. Şimdi kısaca bu yöntemleri açıklayalım.(Dinler,2000,sf.288-289-290)
Üretim Yöntemi : Bu yöntemin hareket noktası
bir ülkede bir yılda üretilen mal ve hizmetlerin parasal değerinin hesaplanmasıdır. Tabi bu hesaplamaya
ulaşabilmek için hareket noktası GSMH, SMH, MG, rakamlarının hesap edilmesi gereklidir.
Hesaplama
yapılırken öncelikle GSMH hesaplanmalıdır. GSMH iki şekilde hesaplanır,
1- Nihai malların toplam değerlerinin hesaplanması yöntemi ile ;Bu hesaplamada sadece tüketicinin kullanıma
hazır hale gelmiş nihai malların hesaba dahil edilmesi ile oluşur. Fakat burada ki sıkıntı
ekonomide üretilen malları hangisi nihai mal, hangisi ara maldır bunu saptamak güçtür.
2- Katma değer yöntemi ile; Bu yöntemde ise her malın üretimi belirli kademelerden geçer, Örneğin makarna
son aşamaya gelene kadar buğday olur öğütülür, işlenir ve tüketiciye sunulur. Üretimin her aşaması
katma değer olarak hesaplanır ve GSMH’ya ulaşılır. Mükerrer saymayı ortadan kaldırmak
ve malların ara malmı yoksa nihai malmı olduğunun saptanmasındaki güçlüklerin aşılması
için, Milli Gelir hesaplarında katma değerlerin toplanması tercih edilmektedir.
Üretim
yöntemi ile hesaplamanın sakıncalı yönleri ise şu başlıklar altında incelenebilir;
1-Hesaplamalarda kullanılan mal ve hizmetlerin piyasada
geçerli olan bir fiyatı olması gerekir.
2-Tarım
kesiminde faaliyette bulunanların ürettiklerinin ne kadarını piyasaya sunduğu ne kadarını kendi
tüketimine ayırdığı bilinmelidir.
3-Kayıt
dışı faaliyetlerin tespit edilerek hesaba katılması sağlanmalıdır.
Gelir Yöntemi : Bir ekonomide belirli bir dönemde üretilen mal ve hizmetlerin üretiminde görev yapan üretim
faktörlerinin üretimden aldıkları payları toplayarak MG’i hesaplamak mümkündür. Üretim faktörleri sahipleri
o ekonomide yaşayan tüketim kesimini oluşturan kişiler olduğuna göre, bu kişilerin bir yılda
elde ettikleri ücret, faiz, rant ve kar gelirlerini veren 4 nolu akım tablosundan hareketle MG’i hesaplamak mümkün
olacaktır. Burada önemli olan tüm üretim faktörlerinin üretime katılmış ve pay almış olmalılarıdır
ve gelirlerini beyan etmiş olmaları gereklidir. Ama burada ki sakınca vergi kaçağının fazla
olduğu ülkelerde beyan edilen gelirler düşük olmaktadır. Bu durum hesaplamada güçlük arz etmektedir.
Harcama Yöntemi : Toplumda ki kişilerin harcamalarının toplamı alınarak yapılan
hesaplama yöntemidir. Oysa burada ülke üretiminin ve tüketimini dışında dış aleme giden ve dış
alemden gelen gelirlerde hesaba katılmalıdır. O halde bir ekonomide belirli bir dönemde yapılan harcamalar,
o ekonomideki fertlerin ve firmaların yapacakları tüketim ve yatırım harcamaları ile devletin tüketim
ve yatırım harcamalarından oluşmaktadır. Ayrıca bu hesaplamaya ithalat ve ihracat eklendiğinde
harcamalar yolu ile hesaplama yöntemi ortaya çıkacaktır . Bu durumu
formüle edersek şu durum karşımıza çıkar.
GSMH =C +I +G + (X – M)
Bu
yöntemde özel tüketim ve özel yatırım harcamalarının miktarlarını hesaplamak oldukça güçtür.
Bu yöntemin sağlıklı sonuç vermesi için sık sık anket ve araştırmalar yapılması
gereklidir. Üç farklı yöntemin uygulanması sonucu rakamların birbirine yakın çıkması gereklidir
ve aynı zamanda her ülke kendine uygun hesaplama yöntemini benimsemelidir.
Burada
Türkiye’nin GSMH ile ilgili bazı bilgiler verilmesinde fayda vardır: 2001 yılında % 9.5 oranında
gerileyen GSMH 2002 yılında ilk üç ay itibari ile başlayan canlanma sonucu % 7.8 oranında bir artış
sağlamıştır. Harcamalar yöntemi ile yapılan hesaplamalarda
ise 2002 yılı tüketim harcamalarında ki artış 2.4 olarak
gerçekleşmiştir.
GELİR DAĞILIMINI TEMEL EKONOMİK AMAÇLAR
İÇİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ : Gelir dağılımı
üretim faktörlerinin, milli gelirin dağılımından aldıkları payları gösteren ekonomik bir kavramdır. Bu nedenle gelir dağılımı toplumun her kesimini
yakından ilgilendiren bir konudur. Gelir dağılımı bozuk olan toplumlar siyasi yapılarının
da genellikle demokratik olmadığı gözlenmektedir. Modern toplumlarda
gelir dağılımının sosyal ve iktisadi bakımından önemi gittikçe artan bir görüntü
vermektedir. İhtiyaçları aynı olan herkese, gelirin eşit dağıtılması sosyal bir ideal
olarak yerleşmektedir. Milli gelirin, en iyi iktisadi ve sosyal tatmini oluşturmasının toplumda adil gelir
dağılımını sağlamakla gerçekleştirilebileceği görüşü temel bir kuraldır.
Bu bilgiler ışığında gelir dağılımının
genel özelliklerine şu şekilde sıralayabiliriz; (www.die gov.tr/türkiye/istatistikler)
1-
Uzun dönem planlarının yapılmasına
yardımcı olur.
2-
Sosyal ve ekonomik planlama ile ilgili politik kararlar
alınırken oluşturulması gerekli olan hedeflerin oluşturulması ve ihtiyaçların tespitini
kolaylaştırarak sosyal refah planlarının yapılmasına yardımcı olur.
3-
Belirli bir zaman periyodunda yaşam seviyesi üzerinde
ki değişimleri ve farklı sosyo ekonomik gruplar, coğrafi
bölgeler, kentsel ve kırsal alanlar gibi yerlerdeki gelir oranında ki eşitsizlikler analiz edilir.
4-
Fiyat politikalarının belirlenmesine yardımcı
olur.
5-
Diğer bazı sosyo-ekonomik analizlerde kullanılabilir.
6-
Bölgesel gelişmişlik farklarının giderilmesine
ilişkin politikaların belirlenmesine yardımcı olur.
7-
Gelir dağılımı ile ilgili maliye politikalarının
tespitine yardımcı olur.
Gelir dağılımı
politikasının amaçları ve araçları kısa başlıklar halinde şu şekilde sıralanabilir;
Amaçları, eşitlik
ilkesi,ihtiyaç ilkesi,çalışma ilkesi,gelir farklılıklarının üst seviyede sınırlandırılması
ilkesi,asgari gelir hakkı ilkesi,herkese eşit muamele ilkesi. Araçlarına gelince;Ücret politikası,fiyat
politikası,gelirler politikası,maliye politikası,eğitim politikası şeklinde sıralanabilir.
Genel özelliklerin,amaçlarının
ve son olarak araçlarının neler olduğu hakkında ki bu kısa bilgilerden sonra, gelir dağılımını etkileyen faktörlerin
neler olduğu hakkında bilgi verelim; Gelir dağılımı kalkınma sürecinde uygulanan politikalardan
büyük ölçüde etkilenmektedir. Ancak Globalleşme ile birlikte ülkelerin ekonomi yönetiminde kullanabilecekleri politika
araçları azalmaktadır. Söz konusu politika araçları başlıca üç başlık altında toplanabilir.
1-
Döviz kuru kontrolünde ki kontrol yetkisinin kaybedilmesi,
2-
Sermaye piyasalarının Globalizasyonu ile birlikte
ülkelerin faiz oranlarını bir politika aracı olarak kullanamamaları,
3-
Globalleşen piyasa koşullarında ülkelerin
faiz oranlarını, Dünya faiz oranlarının altına indirerek veya üzerine çıkarak, sermaye akımlarını
yönlendirmeleri zorlaşmaktadır.(Adelman,1999,sf.81)
Gelir
dağılımını etkileyen en önemli makro ekonomik değişken, ekonomik büyümedir. Ekonomik büyüme,
yatırımları ve dolayısıyla istihdam hacmini arttırmaktadır. Gelir dağılımı
adaletinin sağlandığı şartlarda ekonomik büyüme, düşük gelire sahip toplum kesimlerinin gelir
düzeyini olumlu yönde etkilemektedir. Ancak ekonomik büyüme ve gelişme, sadece sermaye sahipleri ile bağlantılı
hale getirildiğinde, gelir dağılımı adaletsizliğinin düşük gelirliler aleyhine gelişeceği
bir gerçektir. Ekonomik gelişme ve gelir dağılımı arasındaki ilişkiyi ilk inceleyenlerden
biri A.Lewis'dir. Lewis gelir dağılımı problemini, kalkınma
sürecinin bir gereği olarak kabul etmiştir.
Lewis
gelir dağılımını sanayi ve tarımdan oluşan iki sektörlü bir modelde incelemiştir.
Sanayi sektöründe kapitalistler veri bir ücret haddinde işgücünü tarım sektöründen transfer etmekte ve üretimden
elde ettikleri kârları yeniden yatırıma dönüştürmektedirler. Tarımdan sanayiye sonsuz esnek emek
arzı olduğundan, kapitalist emeği sabit bir ücret haddinden çalıştırabilmektedir. Kapitalistin
kârı ücret hadlerinin sabit olması nedeniyle artmaktadır. Ekonomik büyüme ve kalkınma kapitalistin elde
ettiği kâra bağlı olduğundan, kapitalist ve işçi arasındaki gelir adaletsizliği artmaktadır.(Kanbur,2000,sf.798).
Ancak söz konusu görüş, ekonomik kalkınmanın ilk safhalarında geçerli olabilir.
Büyük
bir sermaye birikimi çabası isteyen kalkış aşamasından sonra ücretlilerin durumu göreli istikrar
kazanmaktadır. Bir diğer ifadeyle, büyüme koşullarının kendi kendini beslemesi ekonomilerde bölüşüm
olgusuna uzun dönemde istikrar kazandırmaktadır. (Başoğlu,Ölmezoğulları ve Parasız: 2000,sf.123).Ekonomik
büyüme ile gelir dağılımı arasındaki ilişkinin karşılıklı olduğunu
savunan görüşler de mevcuttur. Alesina-Perotti'ye göre, gelir dağılımı ile ekonomik büyüme arasındaki
ilişkiyi bağlantılı hale getiren temel faktör, politik istikrarsızlıktır. Gelir dağılımı
adaletsizliği, politik istikrarsızlık sonucu gelişen bir ekonomik olgudur. Gelir dağılımı
adaletsizliği, sosyal huzursuzlukların kaynağını oluşturarak toplum kesimlerinin fakirleşmesine
neden olmaktadır. Toplum kesimlerinin giderek fakirleşmesi ise mal ve hizmetlere olan talebi azaltarak, yatırım
seviyesini olumsuz yönde etkilemektedir.(Alesina and Perotti:1999,sf.1204). Perotti'nin görüşünde, gelir dağılımı
adaletsizliği ile sermaye birikimi arasındaki ilişki, politik istikrarsızlığa dayalı olarak
açıklanmaktadır.
Makro
ekonomi politikalarının özellikle bütçe yönetiminin, gelir dağılımı üzerine doğrudan ve
dolaylı etkileri vardır. Fiyat istikrarı ve sürdürülebilir bir büyüme politikası gelir dağılımını
olumlu yönde etkilemektedir. Fiyat istikrarının sağlanması, düşük gelirlilerin satın alma gücünü
yüksek gelir gruplarına göre daha fazla arttırmaktadır. Bu durum, gelir dağılımı eşitsizliğini
azaltan önemli bir gelişmedir.
Makro
ekonomik istikrarın sağlanması, ekonomik büyümeyi olumlu yönde etkilediğinden kamu gelirleri ve dolayısıyla
sosyal harcamalar artmaktadır. Sosyal harcamaların artışı, gelir dağılımının
düşük gelirliler lehine gelişmesini sağlayan önemli bir faktördür. Kamu bütçesinin fazla vermesi, uzun dönemde
gelir dağılımını olumlu yönde etkileyen diğer önemli bir faktördür. Kamu bütçesinin fazla vermesi,
kamu harcamalarına ve yatırımlara ayrılabilecek kaynakların artmasına neden olmaktadır.
Bu nedenle kısa dönemde mali disiplinin sağlanması, orta ve uzun vadede kullanılabilir kamu gelirlerinin
artmasına neden olduğundan, hükümetlerin gelir eşitliğini sağlama güçleri artmaktadır. (Aninat,
Bauer and Cowan :1999,sf.117).
Özellikle
gelişmekte olan ülkelerde enflasyonun hane halklarının satın alma güçleri üzerinde önemli etkileri vardır.
Yüksek oranlı enflasyon, paranın satın alma gücünü düşürmektedir. Enflasyon oranının düşmesi
ise kaynakların yeniden dağılımına neden olarak düşük gelirlilerin satın alma gücünü arttırmaktadır.
Düşük enflasyon oranı, alt gelir grupları açısından kamu transferlerinin reel değerini arttırmaktadır.(Aninat,
Bauer and Cowan:1999,sf.122-123).
Gelir
dağılımı ekonomik büyüme, bütçe fazlalığı ve enflasyon gibi makro ekonomik değişkenlerin
dışında, teknolojik gelişmeler ve göç sürecinden de etkilenmektedir. Teknolojik gelişmeler, üretimde
eğitimli emeğin payını arttırmaktadır. Emeğin eğitim düzeyi, çalışanlar
arasındaki ücret farkını belirleyen temel faktörlerdendir. Eğitimli emeğe olan talep, emek arzının
üzerinde artış gösterdiğinde, eğitimli emek ile eğitimsizler arasındaki ücret farkı açılmaktadır.
ABD'de 1839-1973 yıllarını kapsayan ve gelir
eşitsizliğinin nedenlerinin araştırıldığı bir çalışmada, elde edilen sonuçlar
üç temel başlık altında toplanmıştır:1.Nüfus artışı, 2. Teknolojik gelişme
düzeyi, 3. İşgücünün niteliksel gelişimi. Buna göre, teknolojik gelişme, nitelikli işgücüne olan
talebi arttırmaktadır. Ancak nitelikli işgücünün gelişimini olumsuz etkileyen en önemli faktör ise, nüfus
artış oranı olarak belirlenmiştir. Çalışmada nüfusun artış oranı ile işgücünün
niteliksel gelişimi arasında, negatif bir korelasyon bulunmuştur. İnceleme dönemleri boyunca, nüfusun
artış hızı, işgücünün niteliksel gelişiminin üzerinde gerçekleşmiş olduğundan
nitelikli ve niteliksiz işgücü arasındaki ücret farkı giderek açılmıştır.(Williamson and
Lindert:1980,sf.205).
3. BÖLÜM
MG’İN EKONOMİK
ANLAMI: Burada söz konusu olan kavramı ekonomide ne gibi faktörleri
içine aldığı ve ekonomik sonuçlarının neler olduğunu açıklamaya çalışalım;
Milli gelirle ilgili başlangıçta da söylediğimiz gibi, bir ülkede bir yıl içinde üretilen mal ve hizmet
miktarını ifade eder. Bir ülkenin gelişmişlik düzeyini ortaya koyarak, diğer ülkelerin gelişmişlik
dereceleri ile karşılaştırmada kullanılır. Bunun dışında ülkelerin refahları
hakkında da kabaca bilgi verir. Fakat burada milli gelir rakamlarına giren faaliyetlerin bir bölümü refahı
artırmayabilir. Bazı faaliyetlerde bu rakamlara dahil edilmesi gerektiği halde dahil edilemez,bu nedenle refahı
ölçmesi bakımından milli gelir rakamlarının sıhhatli olmadığını belirtmek gereklidir.
Milli gelirin üç farklı yöntemle hesaplandığını daha önce belirtiştik. Hangi yöntemle hesaplanırsa
hesaplansın sonuç birbirine yakın çıkmaktadır. Kapalı bir ekonomide
milli gelir hesaplanırkenortaya çıkan eşitlik şu şekildedir;
Y=C+I+G
Açık ekonomide ise bu eşitliği şu şekilde
ifade edebiliriz;
Y=C+I+G+(X-M)
Halini almaktadır. Milli gelirin belirleyicisi olan bu
faktörlerin açılımları ise şu şekilde ifade edilir. Y
milli geliri ifade eder, C tüketimi,
I yatırım harcamalarını, G devlet harcamalarını, X ihracatı, M ise ithalatı temsil eder.(Dinler,2000,sf.300) Tüm bunların sonucu milli gelirin ekonomik anlamı
hakkında kısaca bilgi verilmiştir.
DÜNYADA GELİR DAĞILIMI
ADALETSİZLİĞİNE İLİŞKİN ÜLKE ÖRNEKLERİ:
Burada öncelikle genel anlamda gelir dağılımı
,hesaplanması, ülke örnekleri tartışılacaktır. Gelir dağılımı genellikle kalkınma
sürecinde ki ülkeleri daha fazla ilgilendirmektedir. Buradan hareketle gelir dağılımının adaletsizliğinin
fazlaca olduğu ülkeler Latin Amerika, Sahra Afrika’sı ve Sovyetler Birliği dağıldıktan
sonra bağımsızlığını kazanan ülkelerdir. Dünyada gelir dağılımında
ki adaletsizliklerini hesaplamada kullanılan iki ayrı analiz ölçümü
vardır. Bunlar LORENZ EĞRİSİ ve GİNİ KATSAYISI’ dır. Şimdi bunlar hakkında
kısaca bilgi verelim.
Lorenz Eğrisi, ülke nüfusu arasında ulusal gelir toplamının kümülatif
dağılımını göstermektedir. Lorenz Eğrisinde gelir yüzdeleri dikey eksende, nüfus yüzdeleri yatay
eksende yer almaktadır. EF köşegeni üzerindeki noktalar, eşit gelir dağılımını göstermektedir.
EF köşegeni üzerindeki noktalarda gelirin yüzdeleri ile nüfusun yüzdeleri eşitlenmektedir. Bu durum mutlak eşitlik
halidir. EF yayı üzerindeki noktalar ise eşitlikten sapan gelir dağılımı kombinasyonlarını
göstermektedir.(Dülgeroğlu:1991,s.15).
%Y
F
B
E
%N
Gini
Katsayısı ise Lorenz Eğrisinden türetilen ve gelir dağılımı eşitsizliğini ölçen
bir katsayıdır. Gini Katsayısı, mutlak eşitlik doğrusu ile Lorenz Eğrisi arasında
kalan alanın. mutlak eşitlik doğrusu altında kalan üçgenin alanına bölümü ile elde edilir.(EBF/ENF).
Toplam ulusal gelirin önemli bir yüzdesi, nüfusun küçük bir yüzdesi arasında paylaşıldığında,
Lorenz Eğrisi eşitlik doğrusundan uzaklaşmaktadır. Bu nedenle Gini Katsayısı gelir dağılımı
bozuldukça yükselen bir değer almaktadır.
Dünya
ölçeğinde gelir dağılımı değişim göstermektedir. Gelir eşitsizliğinin en fazla
olduğu bölge, Latin Amerika ve Aşağı-Sahra Afrika'dır. Söz konusu bölgelerde Gini katsayısı
yaklaşık olarak 0.50 civarındadır. Son yıllarda dönüşüm sürecindeki ülkelerde de gelir eşitsizliği
artmıştır. 1980'li yıllarda bu ülkelerde Gini katsayısı 0.25 iken 1990'lı yıllarda
0.30'u aşmıştır.(Tanzi-Chu- Sanjaev:1999,s.20). Çin ve Hindistan gibi dünyada nüfusu kalabalık ülkelere
ait gelir dağılımı verileri incelendiğinde, Çin'in Gini katsayısı 0.41, Hindistan'ın
ise 0.33'tür. Çin'de en üst gelir diliminde yer alan nüfusun %10'u toplam gelirin %30.9'unu, Hindistan'da ise %28.4'ünü almaktadır.(World
Development Report: 1997, s.222). DİE tarafından yapılan gelir dağılımı anket sonuçlarına
göre, 1994 yılı itibariyle Türkiye'de Gini Katsayısı 0.49'dur. Gini katsayısı gelişmiş
ülkelerde 0,25 dolayında seyrederken,gelişmekte olan ülkelerde 0,5-0,6 dolayındadır.(TOPRAK ve diğerleri:2001,s.307)
Gini katsayısı 1’e yaklaştıkça ülkelerin gelir dağılımları aşırı
bozulmaktadır, sıfıra yaklaştıkçada tam eşitliğe yaklaşmaktadır.
Gelir dağılımında
yaşanan adaletsizlikler hükümetleri, düşük gelir gruplarına yönelik önlemler almaya yöneltmektedir. 1990'lı
yıllarda OECD ülkelerinde hükümetlerin ekonomiye sosyal amaçlı müdahaleleri artmıştır. Hükümetlerin
toplam harcamalarının 3/4'ü transfer harcamaları ve kamu ücret ödemelerinden oluşmuştur. Bunun anlamı,
nüfusun giderek artan bir bölümünün gelirlerinin önemli bir kısmını sosyal yardım amaçlı ödemeler
şeklinde devletten aldığıdır.(Alesina:1999,s.219) Transfer harcamalarındaki artış,
gelirin yeniden dağıtımı açısından devlete yeni görevler yüklendiğini göstermektedir. Kaynakların
giderek artan miktarlarda transfer harcamalarına yönlendirilmesi, yatırımlara ayrılacak payın azalmasına
neden olmaktadır. Ayrıca burada belirtilmesi gereken önemli hususlarda biride devlet borçlarıdır. Gelişmiş
ekonomilerde Kamu kesimi borçlanma oranı,GSMH’nın %60’ını geçmemektedir. Buda gelir dağılımını
fazlaca etkilememektedir. Fakat Türkiye gibi borç içerisinden çıkmaya çalışan ülkelerde aşırı
borçlanma sorun yaratmakta ve bu durum GSMH’yı ve otomatik olarakta
gelir bölüşümünü etkilemektedir. Türkiye’nin borç yükü toplamı yaklaşık olarak GSMH’nın
%102 kadardır. (iç ve dış borç toplamı) Türkiye her yıl %6.5 faiz dışı fazla vererek
ancak 6 yıl sonra yukarıda belirtilen rakama ulaşabilecektir.(www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/ekonomi.html) Mevcut
durum itibari ile bu zor görünmektedir. Bunun en büyük sebepleri; kayıt
dışı ekonomi,kaynak savurganlıkları ve yolsuzlukların, ülke vatandaşlarının sırtından
ağır vergi yükleri ve borçlanma ile kapatılmaya çalışılmasıdır.
Ayrıca Transfer harcamalarındaki artış, gelişmekte olan ülkelerde vergi yükünün artmasına, büyümenin
yavaşlamasına ve işsizliğin artmasına neden olan önemli bir faktördür. Burada gelişmiş
ülkelerde ve gelişmekte olan ülkelerde ki işsizlik sorununun nasıl olduğu ve olması gerektiği
hakkında bilgi vermek gerekecektir. Gelişmiş ülkelerde işsizlik oranı %1 ile 3 arasında değişmektedir.
Yani gelişmiş ülkelerde işsizlik sorununu yok sayamayız. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde ise
bu soru daha da büyük boyutlara ulaşmaktadır. Örneğin Türkiye’de 2003 yılı itibari ile işsizlik
oranı %12’ler civarındadır(www.die.gov.tr/istatistikler). Buradan hareketle gelir dağılımında
ki adaletsizliklerin sebeplerinden bir tanesinin işsizlik sorunu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Burada
dikkat edilmesi gereken başka bir hususta bütçe açıklarıdır. Gelişmiş ülkelerde bütçe açıkları
ile karşılaşmak güçtür. Gelişmiş hiç açık vermiyor
denilemez. Bir ekonomide bütçe açığının GSYİH’nın
%3’ünü aşmaması gereklidir. Bunun sonucuda gelişmiş
ülke vatandaşlarının refah düzeyleride bu duruma endekslidir denilebilir. Fakat Türkiye’nin yüksek oranlı
bütçe açıkları ile karşı karşıya olması temel sorunlarından birini teşkil etmektedir.
Türkiye’nin 2001 yılı sonu itibari ile bütçe açığı %15.5 (www.die.gov.tr.) civarındadır
ve halen artarak devam etmektedir. Bunun sonucu olarakta ağır bütçe açıkları vatandaşlardan vergi
yolu ile kapatılmaya çalışılmakta ve bu durum da gelir dağılımını olumsuz yönde
etkilemektedir. Türkiye’nin Şimdi
gelir dağılımı adaletsizliğine ilişkin bazı ülke örneklerini tablo halinde sunalım.
Tablo;
Ekonomik büyüklüklerine göre ülke sınıflandırması (satın alma gücü paritesine göre)
SIRA |
ÜLKE ADI |
KBMG
($)
|
GSMH
(Milyar $ ) |
NUFUS
(Milyon) |
1 |
ABD |
35,060 |
10,110 |
288 |
2 |
ÇİN |
4,390 |
5,625 |
1,281 |
3 |
JAPONYA |
26,070 |
3,315 |
127 |
4 |
HİNDİSTAN |
2,570 |
2,691 |
1,048 |
5 |
ALMANYA |
26,220 |
2,163 |
82 |
6 |
FRANSA |
26,180 |
1,556 |
59 |
7 |
İNGİLTERE |
25,870 |
1,523 |
59 |
8 |
İTALYA |
25,320 |
1,467 |
58 |
9 |
BREZİLYA |
7,250 |
1,266 |
174 |
10 |
RUSYA |
7,820 |
1,127 |
144 |
11 |
KANADA |
28,070 |
882 |
31 |
12 |
MEKSİKA |
8,540 |
862 |
101 |
13 |
İSPANYA |
20,460 |
842 |
41 |
14 |
GÜNEY KORE |
16,480 |
785 |
48 |
15 |
ENDONEZYA |
2,990 |
632 |
212 |
|
16 |
AVUSTRALYA |
26,960 |
528 |
20 |
17 |
HOLLANDA |
27,470 |
443 |
16 |
18 |
G.AFRİKA |
9,870 |
430 |
44 |
19 |
TÜRKİYE |
6,120 |
426 |
70 |
20 |
İRAN |
6,340 |
415 |
66 |
21 |
TAYLAND |
6,680 |
411 |
62 |
22 |
POLONYA |
10,130 |
391 |
39 |
23 |
ARJANTİN |
9,930 |
377 |
38 |
|
|
|
|
|
|
Kaynak; World bank report
2002
Bu
tablo ülkelerin satın alma gücü paritelerine göre hesaplanmış GSMH oranlarıdır. Tablodan da anlaşılacağı
üzere Milli geliri yüksek olan ülkelerin ,Nüfuslarına bölündüğünde ortaya çıkan KBMG rakamları; Amerika,Kanada,
Avustralya,Japonya,AB ülkelerinde 20,000 $ üzerindedir. Bunun yanı sıra Gelişmekte olan Ekonomileri ile G.Kore,Polonya,gibi
ülkelerin 10,000$ üzeride, 10,000 $ sınırına yaklaşan Arjantin, G.Afrika,Rusya,Brezilya vb. ülkeler sıralama
içinde yer almaktadır. GSMH’sı büyük olduğu halde nüfus yoğunluğu fazla olan Çin ve Hindistan
henüz gelir dağılımını tam sağlayamamıştır. Türkiye gibi bazı politik ve
demografik faktörler dolayısı ile gelir dağılımının düzensiz olduğu ülkelerde Milli
gelir büyüklükleri itibari ile bu sıralamaya katılmışlardır. Aslında burada göz önüne alınması
gereken önemli bir husus vardır. Bu husus gelişmesini tamamladığı halde ülke içinde ki bölgeler itibari ile gelişmekte olan ve gelişmiş bir çok ülkede bölgesel
gelir dağılımı farkı olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.
SONUÇ : Sonuç olarak bahsedilen makro büyüklükler ekonominin genel dengesini,
gelişmişlik düzeylerini, büyümelerini, refah düzeylerini, sosyal beklenti
ve yaşantıları hakkında bilgi vermektedir. Burada asıl bahsedilmek istenen konu ise GSMH’nın
bazı sonuçlarını belirtmek gerektiği konusu ortaya çıkmaktadır. GSMH her yıl hesaplanırken aradaki fark o ülkenin yıllık büyüme oranını vermektedir.
İşte bu oran farklı ekonomilerin performanslarının karşılaştırmada kullanılan
temel kriterlerden birisidir. Kayıtların sağlıklı olarak tutulduğu ekonomilerde bu oran ekonominin
mal ve hizmet üretme yeteneğinin nasıl bir seyir izlemesi gerektiğini ortaya koyar. Bunun yanı sıra
ekonominin gerçek performansına nüfus artış hızıda etki etmektedir. Bu yüzden bu hesaplamada ciddi
bir şekilde yapılmalıdır. Bu hesaplamalar sonucunda ekonominin ürettiği mal ve hizmetin artış
oranı ile nufus artış hızının arasındaki fark net büyüme oranının verir. Gelişmiş
dünya ülkelerinin yıllık büyüme hızları %2 ila 2.5 arasında seyrederken bu oran Türkiye’de
%4-4.5 arasında değişmektedir. Büyüme oranında AB ve OECD ülkeleri fazla bir dalgalanma göstermezken Türkiye
ve Japonya’da önemli dalgalanmalar yaşanmıştır. Gelir dağılımı açısından
konuya bakarsak karşımıza şu sonuçlar çıkar; öncelikle bir ülkede yaşayan insanların refah
düzeyinin göstergesi olarak üretilen mal ve hizmetlerin miktarı kadar fertler
arasında nasıl bölüşüldüğü de önem arz etmektedir. Bu bölüşüm bir yıl içinde elde edilen gelir
yüzdesi ile nüfus yüzdesinin nasıl bir ilişki gösterdiği ölçülmektedir. Gelir ve ölçümler itibari ile dağılımı
incelersek, en yoksul %40’lık nüfus diliminin gelirden aldığı pay gelişmiş ülkelerde %17-20
arasında değişmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde ise oldukça farklı eğilimler ortaya çıkmaktadır.
Örneğin Brezilya’da nüfusun en yoksul %40’lık kısmının gelirden aldığı
pay %7 Endonezya’da ise bu rakam %20 dolayındadır. Türkiye’de
ise En son 1994’te yapılan hesaplamada %13,5 olduğu gözlenmiştir. Bütçenin GSMH’ya oranlarına
bakacak olursak; Konsolide bütçe giderlerinin GSMH’ya oranı 2002 yılında bir önceki döneme göre gerileme
kaydetmiş ve oran %42,3’e gelmiştir. Vergi gelirlerinin GSMH’ya
oranı ise aynı dönem itibari ile %21,8 gerilemiştir. Bütçe açığının GSMH’ya oranı
ise 2002 yılı itibari ile bir yıl öncesine göre 1,8 azalarak %14,7 olarak gerçekleşmiştir. Dış borçların GSMH’ya oranında ise bir düşüş kaydedilmiştir. Bu
oran bir önceki yıl itibari ile %5,2 puan düşüşle %72,9 olarak gerçekleşmiştir. Dış borç
servisinin GSMH’ya oranı ise bir önceki yıla göre azalarak %15,9 olarak gerçekleşmiştir.(Ekonomik
Rapor:2003,s99,100,101) Sonuç olarak açıklamaya çalıştığımız bu makro büyüklükler ekonomilerin
performansları, gelişmişlik düzeyleri,dış ticaretleri hakkında
bilgi vermektedir. Bu yüzden bu büyüklükler hesaplanırken ciddi hatalar yapılmaması gerekmektedir. Ülkelerin
üretimleri sonucu elde ettikleri geliri eşit dağıtmaları için yaptıkları çalışmalar
ülkenin ülkelerarası performansını ve dünya üzerinde ki yerini tesbite yardımcı olacaktır.
Yararlanılan Kaynaklar
Adelman
Irma, "Comments", Economic Policy and Equity, ed: Tanzi Vito, Chu Ke-Young and Gupta Sanjaaev, IMF,1999, pp.81-84.
Alesina
Albertto and Perotti Roberto, "Income Distribution, Political İnstability and Investment", European Economic Rewiev,
Vol:40, 1996, pp.1203-1228.
Alesina
Alberto, "Too Large and Too Small Governments", Economic Policy and Equity, ed: Tanzi Vito, Chu Ke-Young and Gupta Sanjaaev,
IMF,1999, pp.216-234.
Aninat
Eduardo, Bauer Andreas and Cowan Kewin, "Adressing Equity Issues in Policy Making, Lessons from the Chilean Experience", Economic
Policy and Equity, ed: Tanzi Vito, Chu Ke-Young and Gupta Sanjaaev, IMF,1999, pp. 109-149.
Başoğlu
Ufuk, Ölmezoğulları Nalan ve Parasız İlker, Gelir Bölüşümü: Teori, Politika, Bursa: Ekin Kitabevi
Yayınları,1999.
Begg
David,Fisher Stanley,Dornbusch Rudiger,Çev.Vildan Serin ,İstanbul,Makro İktisat,Alkım yayınları,2001.
Dinler
Zeynel, İktisada Giriş, Bursa ,Ekin Kitapevi yayınları,Beşinci baskı,2000,
Dülgeroğlu
Ercan, Kalkınma Ekonomisi, Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi, 2.Baskı,1991.
.Kanbur
Ravi, "İncome Distribution and Dewelopment", . Handbook of İncome Distribution, Vol:1, ed: Atkinson Antony and Bourguignon
Francois, New York: Elsevier, 2000, pp.792-834.
Lipsey
,Steine,Purvis,Yayın sorumlusu Ahmet Çakmak,İktisat 2 ,istanbul,Bilim Teknik Yayınevi,1992.
Paya
Merih, Makro İktisat,İstanbul,Filiz Kitapevi,1997
Toprak,Metin
ve diğerleri,Küreselleşen Dünyada Türkiye Ekonomisi,Siyasal kitabevi,Ankara,2001
Yıllık
Ekonomik Rapor,Maliye Bakanlığı,Ankara,2003
Williamson
S.G- Lindert P.H, American Inequality:A Macroeconomic History, New York: Academic Press, 1980.
World
Dewelopment Report,1997,2002.
www.die.gov.tr/Türkiye/istatistikler
www.aksam.com.tr./arsiv/aksam/ekonomi.html
www.oecd.org
2003-2004 BÜTÇELERİNDE ELE ALINAN EKONOMİK VE MALİ PROGRAMLAR, GELİR DAĞILIMI
VE GELİRİN YENİDEN DAĞILIMINA İLİŞKİN AÇIKLAMALAR, HEDEFLER, PROGRAMLAR, İSTATİSTİK
VERİLER, YORUM, GÖRÜŞ VE DEĞERLENDİRMELER
Hazırlayan:Ayhan ORHAN
GİRİŞ
Ülkemizde
halen uygulanmakta olan istikrar politiklarının etkisi ile gelir dağılımında ki adaletsizliğe
ilişkin uygulamaların tam ve net bir şekilde ortaya konulmadığı yadsınmaz bir gerçektir.
Halen Dünya’da orta alt gelir sevyesinde bulunan Türkiye’nin bu olumsuz şartları aşmak için yeterli
düzeyde büyümesi ve bağımlılık yapısından kurtulması gerekli bir ön şarttır.
Demografik
olarak genç bir nüfus yapısına sahip olan ülkemizde öncelikli sorunlardan biri olan işsizliğin bir an
önce çözümlenmesi ön şartlardan bir tanesidir. Ayrıca bölgesel kalkınma farklılıklarının
çok fazla yaşandığı bilinen bir gerçektir. Bu farklılıkların temelinde yatan asıl
gösterge ise halen tarıma dayalı üretim yapan bölgelerimizin varlığıdır. Ülkemizin geçmiş
dönemler itibari ile kalkınma hamleleri için başlatmış olduğu yatırımların finansı
borçlanmalarla sağlanmıştır. Bu borçlar ve verilen teşvikler yatırımlara dönüşmemiş
bu durumun sonucundada kişisel gelir farklılıkları ve işsizlik ile beraber yoksullukta ön plana çıkmıştır.
Bu
çalışmada bir sınırlama yaparak son iki yılın verilerine bakarak bir analiz yapmaya çalışacağız.
Bu analizimizin dayandığı nokta ise yıllık harcamaların ve gelirlerin net bir şekilde ortaya
konduğu ve yıllık olarak hazırlanan bütçelerden yola çıkacağız. 2003-2004 Bütçelerinde
ele alınan mali programlar, gelir dağılımına ilişkin veriler ve istatistikler ile değerlendirmler
yapılacaktır.
2003 BÜTÇESİNDE GELİR DAĞILIMI İLE İLGİLİ İSTATİSTİK
VERİLER
Çalışmada
öncelikli olarak 2003 yılı genel değerlendirmesine bakmakta fayda vardır. 2003 yılı Eylül ayı
itibari ile toptan eşya fiyatlarında ki kümülatif artış oranı 11 puan gerileyerek %10.7 ve yıllık
artışta 21.8 puan azalarak %19.1 olarak gerçekleşmiştir. Tüketici fiyatlarında ise bu dokuz ay boyunca
6.3 lük bir azalış ile %13.8 ve yıllık artışta 14 puan azalışla %23 seviyesinde gerçekleşmiştir.
Konsolide
bütçenin 2003 yılının ilk dokuz ayında, giderler %27 oranında artarak 101.6 katrilyon TL., bütçe
gelirleri %29.5 oranında artarak 71.8 katrilyon TL. ve buna bağlı olarakta bütçe açığı %21.3 artışla 29.8 katrilyon düzeyinde gerçekleşmiştir. Borç faiz ödemelerinde
artış oranı %18.4 sosyal güvenlik kuruluşlarına yapılan transferlerde ki artış %62
olarak gerçekleşmiştir. Konsolide bütçe faiz hariç dengede 16.7 katrilyon TL. fazla vermiştir.
Vergi
gelirlerinin bütçe giderlerini karşılama oranı %59.2’ye, bütçe gelirlerinin giderlerini karşılama
oranı %70.6’ya yükselmiştir. 2002 yılında %12.8 olan kamu kesimi borçlanma gereğinin GSMH’ya
oranının 2003 yılında %8.7 ‘ye gerileyeceği hesaplanmıştır. İç borç stoku
2003 yılı Eylül ayı itibari ile 2002 yılı sonuna göre %19.2 oranında artışla 178.7
katrilyon olmuştur. Dış borç stoku 2003 haziran ayıitibari ile 137.9 milyar $’a yükselmiştir.
Bu dönemde 10.6 milyar $ anapara, 3.6 Milyar $ faiz olmak üzere 14.2 milyar $ borç ödenmiştir. Genel anlamda Türkiye
ekonomisinin durumu bu istikamettedir. Gelir dağılımı ile ilgili gelişmelere bir göz atılırsa;
Türkiyenin nüfusu 2003 yılı sonunda 70.7 milyon olarak hesaplanmıştır. 2004 yılında ise
71.8 milyon kişi olarak tahmin edilmektedir. Kişi başına GSMH 2003 yılında 3336 $ 2004 sonunda
ise 3645 $ olarak tahmin edilmiştir. Transfer harcamaları 95.968 Trilyon 2003 sonu itibari ile 2004 sonunda ise 108.201 trilyon olarak programlanmıştır.
Gelir dağılımı ile ilgili olarak 2003 Yılı konsolide bütçesinde Kamu gelirleri, Kamu harcamaları ve gelir-gider dengesi ile ilgili istatistiki
veriler bize yol gösterecektir. 2002 Yılında maliye politikalarının temel hedefi önemli oranda faiz dışı
fazla vererek kamu borç stokunun sürdürülebilirliğini sağlamak olmuş ve bu amaçla gelir arttırıcı
ve harcama disiplinini sağlayıcı tedbirlere ve düzenlemelere devam edilmiştir. Mali disiplinin sağlanmasına özen gösterilmesine rağmen, yılın ikinci yarısı itibari
ile yaşanan belirsizlikler ve erken seçim ortamına giriş kamu mali dengesini olumsuz yönde etkilemiştir.
Bu sebeple öngörülen faiz dışı fazla hedefine ulaşılamamıştır. Seçimler nedeniyle
2003 yılı bütçesi ancak 2003 mart ayında yayımlanmıştır. Aşağıda ki ve bir sonra ki sayfada ki tablodan ve grafikten bu
durumu takip edebiliriz.
Yıllar itibari ile bütçe dengesinin,Bütçe giderlerinin,Faiz hariç dengenin ve bütçe gelirlerinin
GSMH’ya oranlarını takip edebiliriz. Buna göre, 2001 yılında
%45.7’ye yükselen konsolide bütçe giderlerinin GSMH’ya oranı 2002 yılında %42.3’e gerilemiştir.
2001 yılında %29.2’ye çıkan bütçe gelirlerinin GSMH’ya oranı 2002 yılında %27.6’ya
gerilemiştir. Vergi gelirlerinin GSMH’ya oranı 2001 yılında %22.5’e çıkmış,
2002 yılında ise %21.8’e gerilemiştir.
Bütçe gelirlerinin giderlerini karşılama oranı 2001 yılında %64’e
inmiş, 2002 yılında ise %65.3 olmuştur. Bu gelişmelere
paralel olarak vergi gelirlerinin giderlerini karşılama oranı 2001 yılında %49.3’e inmişken,
2002 yılında artarak %51.6 olmuştur. Gelir ve giderler arasında ki bu gelişmeler neticesinde, Bütçe açığının GSMH’ya oranı 2001 yılında 5.9 puan
artarak %16.5 olmuş, 2002 yılında ise 1.8 puan azalarak %14.7 olarak gerçekleşmiştir. Faiz hariç
bütçe dengesinin GSMH’ya oranı ise 2001 yılında %6.8’e
çıkmış, ancak 2002 yılında %4.3 gerilemiştir.
2003 yılı sonuda ise konsolide bütçe giderlerinin GSMH’ya oranının %39.5’e
inmesi, bütçe gelirlerinin GSMH’ya oranının ise %28.1 yükselmesi, bütçe gelirlerinin giderlerini karşılama
oranının 5.8 puan artışla %71.1’e, vergi gelirlerinin giderleri karşılama oranının
da 9.9 puan artışla %61.5’e çıkması öngörülmüş
ve bu az bir farkla da olsa gerçekleşmiştir.
BÜTÇE GİDERLERİ
Bütçe giderleri 2002 yılında bir önceki yıla göre %43.6 oranında artış göstererek 115.7
Katrilyon TL olurken cari giderler %52.1 ve yatırımlar %66.1 oranında artmıştır. Transfer harcamalarında
ise sosyal güvenlik kuruluşlarına yapılan transferler %119.2 ve vergi iadeleri %94.2 oranlarında artış
göstermiştir. Faiz ödemelerinde ki artışl ise %26.3’de kalmıştır. Bununla birlikte toplam
transfer harcamalarında ki artış oranı %38.8 olarak gerçekleşmiştir. Aşağıda
ki tabloda bu durum izlenebilir.
BÜTÇE GİDERLERİNİN EKONOMİK YAPISI (MİLYAR TL)
BÜTÇE GİDERLERİNİN % DEĞİŞMELERİ
2002-2003 Eylül ayları itibari ikle gerçekleşen artışla bütçe giderlerinde artış mevcuttur.
Cari giderler içinde personel giderleri %34.7 artarken transferlerde ise faiz ödemelerinde %18.4, sosyal güvenlik transferleri
%62, vergi iadeleri %60.6 oranında artış göstermiştir
BÜTÇE GELİRLERİ
Gelirlerde ise 2002-2003 Eylül dönemleri itibari ile 55.4 Katrilyon olan Bütçe
gelirleri 2003 yılında %29.5 artışla, 71.8 katrilyon TL olmuştur.Bu dönemde vergi gelirleri
%43.3 oranında artarak 42 Katrilyondan, 60.1 Katrilyona yükselmiştir. Vergi dışı normal gelirler
%21.5 oranında azalarak 7 Katrilyon TL ve özel gelir ve fonlarda %12.4 azalışla 3.2 Katrilyon düzeyinde gerçekleşmiştir. Burada vergi gelirlerinin dağılımı ile ilgili bir tablo vermek
yararlı olacaktı
BÜTÇE GELİRLERİ (MİLYAR TL)
Bu tablodanda anlaşılacağı üzere Türkiyede gelir üzerinde alınan vergiler çoğunluktadır.
Aynı zamanda kaynakta kesilen vergilerde vergi gelirlerinin yüksek bir oranını oluşturmaktadır. Gelir
gider dengesi açısından ise Türkiye yıllar itibari ile sürekli açık vermektedir. Bunun nedeni ise yüksek
vergi kaçakları, faiz gelirlerinin vergilendirilememesi gibi gelir düşürücü bazı sorunların olmasıdır.
DEVLET BORÇLARI
Bu bölümde ise devletin iç ve dış borçlarının durmunu izleyeceğiz. Bunun altında yatan sebep ise borçların fazla
olmasının gelir dağılımını bozucu etki yaratması olgusu vardır. 2003 yılı
sonu itibari ile 145.7 Katrilyon TL tahvil,33 Katrilyon TL bono olmak üzere iç borç tutarı toplam 178.7 Katrilyon TL
olarak gerçekleşmiştir. Bir önce ki yıla göre %19.2’lik bir artış gözlemlenmektedir. 2003 yılı
sonu itibari ile iç borç stokunun %67.4’ü nakde bağlı tutardır. Bu dönem itibari ile iç borçların
GSMH’ya oranı düşüş kaydetmiştir. Aşağıda ki grafikte iç borç stokunun yapısı
itibari ile durumu net bir şekilde görülmektedir.
Dış borçlarda ise 2003 yılı ortalarında bir
önce ki yıla göre %5.1 artışla 137.9 Milyar dolara yükselmiştir. Bu borç dökümünde kısa vadeli borçlar
bir önce ki döneme göre %10.5 artmış, uzun vadeli borçlar ise bir once ki döneme göre %4.4 artış göstermiştir.
Bu borcun dağılımında ise şu durum karşımıza çıkmaktadır. Orta ve uzun vadeli
dış borç stokunda kamu kesimi borçları 66.9 milyar dolar,Merkez bankasının borcu 22.9 milyar dolar
ve özel kesim borcuda 31.3 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. Kısa
vadeli borçlarda ise 7.3 milyar dolar ticari bankalara,9 milyar doları diğer sektörlere ait, Merkez bankasının
borcu ise 436 milyon dolardır.Aşağıda ki grafik bu durumu yansıtmaktadır.
Toparlayacak olursak, 2003 bütçesinin uygulanması sırasında hedeflenen sonuçlara ulaşmakta bir
sorun yaşanmayacağı öngörülebilir. Bu dönemde Bütçe giderleri 121.7 Katrilyon, gelirleri ise 88.7 Katrilyon
olarak gerçekleşmiştir. Bütçe giderleri içinde ;
Personel giderleri 27.4
katrilyon,
Diğer cari giderler
5.5 katrilyon,
Yatırım giderleri
4.5 katrilyon,
Transferler
84.3 katrilyon,
Olarak gerçekleşmiştir. Transferler içinde yer alan önemli gider kalemlerinde ise durum;
Borç faiz ödemeleri
53.2 katrilyon,
Vergi iadeleri
7.3 katrilyon,
Sosyal güvenlik kurumlarına taransferler 14.8
katrilyon,
Tarımsal destekleme ödemeleri
2.4 katrilyon,
KİT’lere transferler
1.3 katrilyon ,
Olarak gerçekleşmiştir. Konsolide bütçe gelirlerinin ise ;
Vergi gelirleri
74.7 katrilyon,
Vergi dışı normal gelirler 8.8
katrilyon,
Özel gelir ve fonlar 3.6 katrilyon,
Katma bütçe geliri
1.7 katrilyon, olarak gerçekleşmiştir.
Bu sonuçlar itibari ile faiz dışı fazla bu dönemde 20.2 katrilyon olarak gerçekleşmiştir. Bütçe gelir
ve giderleri bir önceki döneme göre artış göstermiştir. Bu sonuca ulaşmada mali disiplinin sağlanması
ve devam ettirilmesi önemli bir yer tutmaktadır.Bu dönemde ek bütçe onaylanmış ve 4.5 katrilyon ek ödenek alınarak bu ödenek ;
Personel gidelerine
576 trilyon,
Vergi iadelerine
1.8 katrilyon,
Sosyal güvenlik kurumlarına
1.2 katrilyon,
Sosyal yardımlaşma ve dayanışma fonuna 327
trilyon,
Gelir desteği ödemelerine
310 trilyon,
Yeşil kart ödemelerine
155 trilyon,
Yedek ödenek olarak ise
100 trilyon
olarak paylaştırılmıştır.
Dönemin bütçesinde özellikle gelir dağılımı olumsuz olan bireylere yönelik bütçe uygulamaları
dikkat çekmektedir.Aynı dönemde mali disiplin uygulaması açısında çeşitli transfer kalemlerinden
6.5 katrilyon TL ödenek iptal edilmiştir.
2004 BÜTÇE HEDEFLERİ
2004 Bütçesinde Bütçe giderleri 160.9 katrilyon, bütçe gelirleri 114.5 katrilyon TL,bütçe açığı 46.4
katrilyon TL ve faiz dışı fazla 19.8 katrilyon TL olarak öngörülmüştür.Bütçe giderlerinin;
35.3 katrilyon lirası personel,
9.9 katrilyon lirası diğer cari,
7.6 katrilyon lirası yatırım,
108.2 katrilyon lirası ise transfer ödeneklerinden oluşmaktadır.Transfer kalemleri içinde ;
Borç faiz ödemelerine 66.2 katrilyon lira,
KİT transferlerine 1.5 katrilyon lira,
Vergi iadelerine 11.4 katrilyon lira,
Sosyal güvenlik kurumlarına 16 katrilyon lira,
Kuruluş transferlerine 3.7 katrilyon lira,
Tarımsal destek ödemelerine 3.7 katrilyon lira ayrılmıştır. Bu bütçe döneminde Eğitim,sağlık
ve ihracata önce ki yıllara göre daha fazla kaynak aktarımı yapılmıştır.Borç faizi ödemelerinin
GSMH’ya oranı 2003 yılında %16.6’ya 2004 yılında ise 15.8’e gerilemesi öngörülmüştür.Ayrıca
bütçeden borç faizi ödemelerine ayrılan pay 2004 yılında %41.1’e düşeceği tahmin edilmektedir.
Bu durum, bütçede ki faiz baskısının azlacağına işaret etmektedir. Bütçe hedeflerine bakıldığında
Kayıt dışı ile mücadele etme, izlenen sıkı mali disiplin anlayışının kararlılıkla
yürütülmesi ile kamu maliyesinde ki iyileşmenin devamlılığını sağlamak, mali dengesizlikleri
azaltarak enflasyonu makul seviyeye geriletmek ve ekonomik canlılığı arttırarak sürdürülebilir büyümeyi
sağlamaktır. Bu hedeflerin gerçekleşmesi ile ekonominin önü açılacak,yatırım ve üretim artarak,
işsizlik, yoksulluk,gelir dağılımında ki adaletsizlik ve dengesizlik ortadan kalkacaktır.( www.maliye.gov.tr) Bir sonra ki sayfada verilen tablolarda 2004 yılı ilk üç ayı içinde gerçekleşen bütçe harcama
gerçekleşmeleri ve 2004 Nisan ayı fonksiyonel ve ekonomik sınıflandırma düzeyinde ki konsolide bütçe
gerçekleşmeleri izlenebilir.(www.maliye.gov/muhasebat/16-17.htm)
4.İZMİR İKTİSAT
KONGRESİ VE MUTLULUK ANKETİ
4. İzmir İktisat
Kongresinin sonuç bildirgesinde, gelir dağılımını düzeltmek amacıyla gelirin piyasa koşuşlarına
göre dağılımına, ekonomik ve sosyal dengeler dikkate alınarak müdahale etmenin mümkün ve gerekli
olduğu öngörülmüştür. Gelir dağılımının iyileştirilmesi ve yoksullukla mücadele konusunda
uygulanan kamusal araçlarla yapılan yardımların iyi takip edilmesi amacıyla kuruluşlar arasında
koordinasyonun ivedilikle oluşturulması gerektiği özellikle vurgulanmıştır. Bildiride, kısa
vadede yoksulluğun alt sınırı olarak kabul edilen "mutlak yoksulluk sınırının" altında
hiçbir vatandaşın kalmamasının temel hedef olduğu, orta vadede gelir dağılımındaki
düzelmeyi Portekiz'in bugün bulunduğu seviyelere kadar getirmenin amaçlandığı, uzun vadede ise yoksulluk
ve gelir eşitliğinde AB ülkeleri ortalamasına ulaşılmasının sağlanması gerektiği
öngörülmüştür. Ulusal yoksullukla mücadele stratejisinin mutlak suretle oluşturulması gerektiği ve eğitim
konusunda bölgeler arası dengesizlik ile birlikte eğitimde cinsiyet
ayrımının azaltılması gerekliliğinin vurgulanması,
sağlık ve eğitim hizmetlerinin hem büyümeyi destekleyen, hem de gelir eşitsizliğini azaltan etkisi
olması nedeniyle beşeri sermayeye ve sosyal hizmetlere yatırım yapılması öngörülmüştür.(www.nerede.com/news/article/php?id=4009)
Ayrıca DİE’nin bu yıl içerisinde açıklamış
olduğu Mutluluk anketinde ilk %20’lik dilimini oluşturan 13.6
milyon Türk vatandaşının,son %20’lik dilimi oluşturan 13.6 milyon Türk vatandaşına 10
kat fark ortaya çıkmıştır. Yani bu sonuçlara göre en yüksek %20’lik
kesim en altta ki %20’lik kesimden 10 kat daha fazla para harcamaktadır. Eğitimlilik konusunda ise
bu fark 100 katına kadar çıkmaktadır. Burada öncelikle geçmiş yıllarda yapılan çalışmaların
sonuçları itibari ile şöyle
bir tespit yapılabilir;
1987,1994 ve 2002’de gelirin %20’lik dilimlere ayrılması
ile ortaya çıkan sonuçlar
% Dilimler
1987
1994
2002
1. %20
5.2
4.9
5.3
2. %20
9.6
8.6
9.8
3. %20
14.1
12.6
14.0
4. %20
21.2
19.0
20.8
5. %20
49.9
54.9
50.
Gini katsayısı
0.44
0.49
0.44
Bu karşılaştırmalar sonucunda gelir dağılımının
üç yıl için değerlendirilmesinde 1994 yılında bir iyileşme olduğu öngörüsü yapılabilir.
DİE’nin son yaptığı anket sonuçlarına göre Türkiyede 2002 yılı itibari ile 18 441
Bin yoksul insanın yaşadığı söylenebilir. Nufusun üstteki %20’lik dilimini oluşturan kesimin
öncelikli harcamalarını eğitim, sağlık,kültür ve ev harcamaları oluşturmaktadır. Anket
sonuçlarına göre şöyle bir tablo karşımıza çıkmaktadır;
En
zengin ve en fakir %20’nin harcama oranları
Harcamalar
Top. Harc.
Topl. Harc.
İçinde pay
(Katrilyon)
EN ZENGİN EN FAKİR
EN ZENGİN ENFAKİR
Gıda ve alkolsüz içecek
29.99
1O.37
89.6
3.334
Alkol,Sigara, Tütün
32.32
8.48
1.5
415.1
Giyim ve Ayakkabı
51.5
3.55
3.8 268.3
Konut ve Kira
39.34
8.17
12.9 2.692
Ev eşyası ve Bakım
72.99
2.24
6.4 196.7
Sağlık
51.59
4.49
1.4 126
Ulaştırma
58.86
2.77
6.1 290.5
Haberleşme
48.99
5.5 2.6
300.3
Eğlence ve Kültür
72.25
1.81
2.1 53.8
Eğitim
72.93
0.31
1.1
4.9
Lokanta ve Otel
45.18
4.96
2.4 265.4
Bu tablodan anlaşılacağı üzere zengin kesim gıda tüketiminin %29.9’unu gerçekleştirmektedir. Buna karşın fakir
kesim %10.3’ünü gerçekleştirmektedir. Zengin kesim eğlence,kültür ve eğitim harcamalarının
%72’sini yaparken, fakir kesim ise sağlık harcamalarının %4.4 lük kısmını karşılamaktadır.
GELİRİN YENİDEN
DAĞILIMI
Gelirin dağılımını
etkileyen faktörlere bakıldığında, önemli bölümünün yavaş yavaş değişen yapısal
faktörlerin, diğer bölümünün ise güncel ekonomik koşullar ve Dünya ekonomik sistemi içinde gerçekleşen dalgalanmalar
tarafından etkilenen makro ekonomik değişkenler olduğu öngörülebilir.
Son yıllarda üzerinde durulan en önemli konulardan biri, küreselleşme
ile birlikte ülkelerin dış ticaretlerinde ki sapmaların ülke ekonomilerini bozarak gelir dağılımına
etki etmesi olgusudur. Serbestleşen uluslara arası ticaret sonucunda ülkeler arasında ki rekabette konu olan
malların mutlak üstünlük sağlayıcı olanları etkilenecektir. Bu durum sonucunda rekabet edemeyen mallar
ülke dış ticaretini olumsuz etkileyecek ve ülkelerin en önemli gelir
ve ticaret kaynağı olan ihracat olumsuz etkilenecektir. Ayrıca
bu durum ülkede ki işgücü talebinide olumsuz etkileyecektir. Az gelişmiş ülkelerde ki vasıfsız işgücü
boşta kalacaktır yani işsizlik sorununun baş göstermesi olası
bir durumdur. Vasıflı işgücü için yeterli eğitim yatırımı olmayan ülkelerde öncelik eğitime ayrılmalıdır. Bunun sonucunda ülke ticareti belirli bir zamanda
olsa yavaşlama eğilimi gösterebilir. Ülkeler bu durumdan daha az etkilenmek için
ticaret performanslarını etkilemeyecek sosyal polİtika reformları gerçekleştirilmelidir. Piyasa
mekanizmasında yeniden dağılımı sağlamak amacı ile transfer politikalarına ağırlık
verilmelidir.
Bir diğer husus ise reel ücretlerde ki farklılıklardır. Ücret içi eşitsizliğin çok fazla olduğu sektörlerde gelir eşitsizliğide
çok fazla olmaktadır. Ücretler azaldığında düşük ücretliler lehine bir durum ortaya çıkarken,
ücretler yükseldiğinde ise gelir dağılımı açısından ücretliler arasında fark artmakta ve adaletsizlik ortaya çıkmaktadır. Kayıt
içi ve kayıt dışı işsizliğin hakim olduğu işgücü piyasalarının varlığı
ücretleri etkilemektedir. Kayıt dışı piyasalarda ücretler piyasa denge düzeyine yakındır. Kayıtlı
kesimde ise sendikalar ve toplu iş sözleşmeleri gibi korumacı düzen hakimdir. Bunun sonucu olarakta ücret dengesi
daha üst seviyelerde oluşmaktadır. Gerçek ücret düzeyi ise kayıtlı piyasalarda gerçekleşmektedir.Sektörler
arasında ki büyümede ücretleri etkileyen diğer bir faktördür. Hızlı büyüyen bazı sektörlerde ücret
farklılıkları mutlak surette yaşanmaktadır. Bu sebeple hızlı büyüyen sektörlerin istiham
payının arttığı öngörülebilir. Büyüyen sektörlerde vasıflı işgücü ihtiyacı daha
fazla olduğunda ücret farklılıkları mutlak suretle olması gereken bir durumdur. Bu durumun da ücret
ve gelir eşitsizliğini arttırıcı bir durum olduğu varsayılabilir.
Diğer hususlara göz atacak olursak, işsizlik ,tarımsal
gelirler ve destekleme politikaları dolaysız vergiler, Devlet transferleri, gelir politikası, enflasyonla mücadele
ve faizlerde izlenen politikalar gelir
dağılımı eşitsizliğini uygulama şekillerine
göre arttırıp azaltan politika türleridir. İMF ve Dünya bankası
destekli uygulanan istikrar politikalarının temelinde bu tarz önlemlerin fazlaca yer aldığı öngörülebilir.
Gelirin yeniden dağılımında devletin aktif görev
alıp almaması tartışılan bir durumdur. Ulus devletlerin yerini alan uluslararası kurumlar ve
şirketler devletin ekonomiye gelirin yeniden dağılımı konusunda fırsat verilmemesi taraftarıdırlar.
Devletin piyasaya müdahalesini fazlaca istemeyen bir yapı sergilerler. Eğer
devlet dağılımın adaletsizliğini ve eşitsizliği azaltıcı bir rol üstlenmek istiyorsa
bu müdahalenin hedefleri ve araçlarının neler olduğu ve en nihayetinde müdahale sonucunda ortaya çıkan
istenmeyen sonuçların kontrolünün nasıl sağlanacağını mutlak suretle öngörmelidir.
Türkiyede gelirin yeniden dağılımını sağlamak
amacı ile uygulanması gerekli politikaları ise şu şekilde sınıflandırabiliriz;
İlk olarak vergi ve transfer politika uygulamaları önemlidir.
Özellikle vergi politikaları ile yeniden dağıtım uygulamasının piyasa eşitsizliğini azaltıcı etkisinden söz edilebilir. Dolaysız
vergiler uygulamada önemli bir yer işgal etmektedir. Gelir eşitsizliği
bakımından vergiler, üst gelir gruplarına vergi yükü daha fazla, alt gelir gruplarına ise daha az olacak şekilde düzenlenmesi öngörülebilir. Gelir
vergisi uygulaması ise artan oranlı vergi sistemine uygun olmalıdır. Burada istisna ve muafiyetlerin kapsamı
daraltılmalı, vergi tabanın yaygınlaştırılması mutlak surette sağlanmalıdır.
Asıl kalıcı çözüm ise enflasyon oranının en düşük seviyede olmasıdır. Bunu yanı
sıra devlet transferlerininde düzenlenmesi gereklidir. Ülkemizde ağırlıklı olarak emekli maaşı
şeklinde uygulanan bu politika, hiç bir geliri olmayan bireylere sağlanan doğrudan gelir programlarını etkilemektedir. Bu sebeple devlet transferi bütçesi makul seviyelerde olmalıdır. İkinci husus ise makro ekonomik istikrarın kesinlikle sağlanmasıdır.
Gelir dağılımı eşitsizliğine uzun süren ve yüksek oranlarda seyreden enflasyon neden olmaktadır.
Gelir dağılımı eşitsizliğine en büyük olumsuz katkının
bu tarz bir enflasyon ile bütçe açıkları ve iç borçlanmanın birleşerek
reel faizleri arttırması sonucu piyasa dengelerini bozması gösterilebilir. Makro ekonomik istikrarın
sağlanması ile sürdürülebilir büyümenin gerçekleşmesi tüm olumsuzlukları ortadan kaldırarak orta ve uzun vadede gelir dağılımını olumlu yönde etkileyecektir.
Üçüncü olarak ise kurumsal düzenlemeler söylenebilir. Bu tarz ihtiyaçlar özellikle tarımsal desteklemeler,eğitim
ve kamu personelin ücretlerinin düzenlenmesi olarak ifade edilebilir.
SONUÇ YERİNE
Türkiyede gelirlerin gerek fonksiyonel gerekse kişisel olarak adil
dağılmadığı kabul edilen bir gerçektir. Özellikle tarımsal alanda çalışanlar ve belirli
bir gelire sahip olmayan büyük bir kesim vardır. Gelir dağılımını adaletli bir şekilde
sağlayacak mekanizma uzun yıllardır süregelen ve artık son
aşamasına kadar gelinen yüksek enflasyon ve buna bağlı olarak reel faizlerin yüksek seviyelerde seyretmesi
düşük gelir grupları aleyhine işleyen bir durum olmuştur.
Bir ekonomide gelir dağılımının sabit gelirliler
aleyhine bozulduğunun en önemli göstergesi konsolide bütçe harcamaları içerisinde sosyal carilerde (Yatırım
carilerinde) azalma gözlenirken, mali savurganlığın artış
trendi sergilemesidir. Türkiye ekonomisi 90’lı yıllardan günümüze gelen süreçte yatırım harcamaları,eğitim
harcamaları ve sağlık harcamaları gibi sosyal carilerde belirli eşik değerler etrafında salınımlar sözkonusudur.
Rantiye kesimine ise, pozitif reel faizlerle kaynak aktarıldığının apaçık göstergesi olan iç
borç faiz ödemelerinde sürekli bir artış eğilimi söz konusudur.
Gelir dağılımında ki adaletsizliği azaltmanın
yolu ise kişiler arasında ki dağılımı etkileyen ve belirleyen yapısal unsurların olumlu
yönde değiştirilmesinden başka bir çare yoktur. Aynı zamanda MG,Kamu harcamaları ve kamu gelirleri
aracılığı ile yeniden dağıtım mutlak surette gerçekleştirilmelidir. Bunların
yanı sıra eğitimli ve niteliklli işgücünün oranını yükseltmek için yatırımların
yapılması gereklidir. Servet dağılımında ki dengesizlik
ve adaletsizlikleri düzeltmek içinse etkin bir servet beyan ve vergileme sistemi kurmak önemli bir etkendir.
2003 ve 2004 bütçesinde gelir dağılımı adaletsizliğini
ve eşitsizliğini iyileştirecek çok fazla politik yaptırım bulunmamaktadır. İMF destekli
uygulanan sıkı mali ve para politikası bu tarz yatırımları engellemektedir. Tek olumlu taraf
ise hedeflenen faiz dışı fazlanın yüksek çıkması ve borç yükünün hafifletilmesidir. Yüksek enflasyon
oranı ile mücadelede makul seviyeye çekilen enflasyon ve sürdürülebilir büyüme ile bu tarz eşitsizliklerin önümüzde
ki dönemlerde giderilmesi orta ve uzun vadede mümkün görülmektedir.
KAYNAKÇA
TUSİAD (2000), Türkiyede Bireysel Gelir Dağılımı
ve Yoksulluk AB ile karşılaştırma, İstanbul
MALİYE BAKANLIĞI (2003) 2003 Ekonomik rapor, Ankara
www.maliye.gov.tr
www.maliye.gov/muhasebat/html
www.nerede.com.tr
www.die.gov.tr
www.dpt.gov.tr
www.tcmb.gov.tr
www.hazine.gov.tr
www.worldbank.org
www.imf.org
1. SERVET KAVRAMININ TANIMI
Servet kelimesi
esasında çok çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır. Bu yüzden çok yönlü bir kavramdır. Bununla ilgili
olarak bazen birbirine çok yaklaşan, bazen de birbiri ile hiç alakası olmayan tanımlara ulaşmak mümkündür.
Servetten ne anlaşılması gerektiği ile ilgili tartışma 300 sene öncesine kadar gitmektedir.
Yani bu tartışma iktisadın bir bilim olarak ortaya çıktığı andan itibaren mevcuttur.
Servet kavramının
tanımlanması ve sınırlandırılması konusunda servet birikimi ve bununla ilgili sorunların
da dikkate alınması gerekmektedir. Zira, servetin çeşitli şekilleri farklı genişlikte yayıldığı
için, servet kavramının içeriği daima servet birikimi derecesi ile yakından ilgilidir. Bu nedenle servet
kavramının menfaat grupları arasında uyuşmazlık konusu olması çok doğaldır. Burada
güdülen amaca bağlı olarak, servet birikimini özellikle kötü göstermek veya zararsız olarak takdim etmek açısından, çeşitli servet tanımlarına varmak mümkündür. Bu nedenle
servet olarak neyin, hangi hususların dikkate alınması gerekeceği konusunda ortak bir anlayışın
ve terim birliğinin olması gerekmektedir.
Servet kavramının
çok çeşitli anlamlarda kullanılışı ister istemez tanımla ilgili bir sınırlamayı
gerektirmektedir. Servet, mülkiyet ve hatta bazen de sermaye kavramları kimi zaman eş anlamlı olarak, kimi
zaman da farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Kavramlar arasındaki bu farklılıklar ekonomi biliminde
süre gelen ve eskiden beri varolan tartışmalardır. Söz konusu kavram karışıklığı
özellikle mülkiyet ve servet kavramlarının kullanılmasında kendini göstermektedir. Özellikle bazı
yazarlar gerçekte servet ve servet politikasından söz ettikleri yerlerde bile mülkiyet ve mülkiyet politikası terimlerini
kullanmaktadırlar. Konumuz açısında bakıldığında servete
ilişkin en uygun tanım Krelle’ye ait olandır. Buna göre bir gerçek veya tüzel kişinin serveti, belirli
bir devredeki aktif değerler toplamından borç toplamının çıkarılmasıyla arta kalan değer
olarak belirtilmektedir. Aktiflerin değerlendirilmesi ile ilgili metod ve kapsamdaki farklılıklar esasen farklı
servet kavramlarının ortaya çıkmasının nedenidir.
1.1. Servet Kavramına Farklı Açılardan Bakış
Servet kavramına
çok çeşitli açılardan bakmak mümkündür. Ancak bunlardan bilhassa iki tanesi önem kazanmaktadır. Bunlardan birincisi,
özellikle ülkeler arasındaki karşılaştırmalar açısından önem arz eden genel servet kavramı,
ikincisi ise kişisel servet kavramıdır. Bu iki temel ayrım dışında genel olarak ülke düzeyinde
kullanılan servet kavramı da; 1) Çevre veya doğal servet 2) Emek
serveti 3) Sosyal servet 4) Tüketim
serveti 5) Devlet elindeki servet gibi
hususları içermektedir.
Konumuz
açısından servet kavramı genellikle kişisel servet kavramı ile ilgili bulunmaktadır. Buradan hareketle kişisel servetteki prestije yönelen ilgi ise, çeşitli servet şekillerini
kapsamaktadır ki bunun da başında dayanıklı tüketim malları serveti gelmektedir. İkinci
olarak servete olan kişisel ilgi gayrimenkule yöneliktir. Daha sonra dolaysız tüketim vasıtaları servetine
yönelik servete olan kişisel ilgi gelmektedir. Bunlar dışında, hayat standardındaki yükselişlere
ve prestije de imkan sağlayan kıymetli evrak da servet unsurlarındandır. Hayatın değişen
şartlarına ve gelecekteki belirsizliklere karşı ayrılan ihtiyatlar, sigorta ekonomisini doğurmaktadır
ve genel olarak yükselen refah seviyesinde kendini göstermektedir. Konu açısından bireyle ilgili servete, sosyal
bağlantılı servet ve üretim araçları serveti açısından bakmak daha doğru bir yaklaşım
olacaktır.
Servet unsurları
çok çeşitli bulunmaktadır. Örneğin; kişinin sahip olduğu elbise, mobilya, ev aletleri ayrıca
büyük bir sanayi işletmesi ve üzerindeki hükümranlık ilişkisi, keza bir ev, bir hisse senedi, tahvil ...vs.
bunların hepsi birer servettir. Dolayısı ile servet tartışmalarında büyük rol oynayan servet
ile maliki arasındaki ilişki çok farklı biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Zira tüketim servetleri bizzat
malikleri tarafından kullanılırken, yatırım ile ilgili servetler malikinden ayrı bulunmakta
ve örneğin bir makineye bağlanmaktadır. Burada örneğini verdiğimiz her iki servet şekli, servet
sahiplerinde farklı derecede servet hissi meydana getirir.
Tüketim
ve üretim servetlerindeki farklılık servetten faydalanma şekli ile belirlenir. Bazı servet şekilleri
sadece tüketilir (gıda maddeleri gibi), bazıları ise yalnızca zaman ve insan enerjisi tasarrufunda kullanılır
(ev aletleri, taşıt araçları gibi), diğerleri ise üretimde yeni değerler meydana getirmede kullanılırlar
(ekilen arazi ve makine gibi). Ayrıca servetle maliki ile arasındaki ilişkilerde servetin elde ediliş
şekli de önemlidir. Genellikle kişilere bağlı servetler hediye veya miras yoluyla oluşabildiği
gibi bizzat ilgilinin çalışması sonucu elde ettiği servetten de kaynaklanabilir.
Servet açısından
bir diğer önemli husus da, servet maliklerinin servetleri üzerindeki tasarruf derecesidir. Söz konusu ayırım
önce kişisel eşyalar üzerindeki sınırsız bir tasarruf gücünden başlar. Daha sonra bireyin yakın
çevresindekiler (örn; mobilya ve ev aletleri) ve eşyaların ortaklaşa kullanımı suretiyle gittikçe
üzerinde tasarruf gücü azalan ödünç verilen veya kiralanan servetlere, nihayet kamu servetleri üzerinde vatandaşların
seçtikleri parlamenterler aracılığı ile dolaylı tasarrufa varıncaya kadar uzanır. Öte yandan
küçük üretim araçları servetinin (atelyeler, mağazalar, dükkanlar, çiftlikler...vs.) üzerinde güçlü bir hakimiyet
ve tasarruf gücü görülürken, büyük üretim araçları olan büyük işletmelerde ise bu tasarruf edebilme yani hakimiyet
gücü, yönetmeliklerin, kanunların, sendikaların, borçluların, alacaklıların, müşterilerin ...
vs.’nin devreye girmesiyle azalmaktadır. Böylece servet üzerinde azalan kişisel tasarruf gücü oranında
artan bir sosyal bağlılık ortaya çıkmaktadır. Kişisel eşyalar üzerinde sosyal bağlılık
bulunmamasına rağmen kamuya veya cemiyete ait servetlerde bu bağlılık açık bir biçimde görülmektedir.
Sonuç olarak servet şekilleri açısından, kişilerle yakından ilgisi olan küçük tüketim servetleri
ile tamamen sosyal bağlantılı büyük üretim araçları servetleri arasında bir ayrım bulunmaktadır.
Üretim araçları
serveti, tüketimde kullanılmayan ve yeni bir değer yaratılması için faydalanılan serveti oluşturur.
Bu servetler (özellikle büyük ölçekli üretim araçları) genellikle sosyal bağlılığı olan servetlerdir.
Üretim araçları sahipleri servetinden faydalanmak isterse bunu diğerleri ile birlikte çalıştırmak
zorundadır. Günümüzde işçi de, işveren de çalışma esnasında gelir yönünden olduğu gibi
bunu yanında diğer hükümler açısından da karşılıklı olarak grev ve lokavtla birbirlerine
bağlıdırlar. Bugün grevler, lokavtlar ve iflaslar işçi ve işveren ile içinde bulunulan iktisadi sektörü
ve hatta bütün ekonomiyi büyük ölçüde etkilemektedir.
Böylece
büyük üretim araçları ile ilgili servetler de sahipleriyle, alacaklılarıyla, borçlularıyla, işçileriyle,
alıcılarıyla, satıcılarıyla ilgili geniş çevresiyle, sosyolojik bir olay, bir sosyal iç
içe geçme ilişkisi karmaşık bir şekil göstermektedir. Bu sosyal karışım, diğer sayısız
tüzükler ve kanunlarla birleşince büyük üretim araçları ile ilgili servet üzerindeki serbestçe tasarrufu oldukça
güçleştirmektedir.
1.2. Servetin Oluşumu
Bir ekonomide
bulunan hanehalkı (kişi ve aile), işletme ve organizasyonlar ve devlet gibi iktisadi birimler için servetin
oluşumu, bu birimlerde elde edilen faktör gelirlerinin harcanmayan kısımlarından
meydana gelmektedir. Dolayısıyla her iktisadi birimde gelirler tasarrufların, tasarruflar da servetin temelini
oluşturmaktadır.
İktisadi
birimler tasarrufları aracılığıyla elde ettikleri servetlerini
esasen belirli bir fedakarlık sonucunda ortaya çıkarmaktadırlar. Çünkü bu iktisadi birimler elde ettikleri
gelirlerin tamamı harcamayarak, tüketimlerinin bir bölümünden vazgeçme fedakarlığında bulunmaktadırlar.
Bu fedakarlık sonucunda harcanmayan kısım tasarrufları oluşturmakta, tasarruflar da yeni servet oluşumlarına
yol açmaktadır. Bu durum bütün iktisadi birimler için en geçerli yoldur. Ancak bu sürecin dışında da servet
oluşumu ortaya çıkabilmektedir. Örneğin bir kişinin milli piyangodan yeni bir servetin sahibi olması
veya servetin bir yerden diğer bir yere aktarılmasında görüldüğü gibi. Ancak bu durumlar genel ekonomi
açısından toplam servette bir artış meydana getirmemekte, sadece mevcut servetin yer ve el değiştirmesine
neden olmaktadır. Yeni bir serveti ortaya çıkaran ana unsur servet transferleri dışında doğrudan
tasarruflar sonucunda meydana getirilen servettir.
İktisadi
birimler açısında servetin oluşumunu direkt olarak etkileyen tasarruf düzeyi de gelir seviyesi ile doğru
orantılıdır. Hanehalkı dediğimiz birimde kişiler gelirlerinden belli bir bölümünü fedakarlıkta
bulunarak tasarruf etmektedirler. Ancak örneğin bir işçinin tasarrufu ele alındığında gelir
seviyesi düşük olduğu için tasarruf imkanı düşük olmaktadır. Ayrıca hanehalkı dışında
örneğin işletmelerde de dağıtılmayan karlar yoluyla yeni servetler oluşturulmaktadır. Benzer
şekilde devlet de aile bütçesi ve işletmelerde olduğu gibi, gelir kaynağı olan vergiler çerçevesinde
cari harcamaları dışında kalan kısımla, yani tasarruflarla yeni servetler oluşturmaktadır.
Devlet bu tasarruflarla bizzat kendi elinde servet oluşturmakta, veya kişi ve gruplara bu tasarrufları aktararak
onların elinde veya kontrolünde yeni servetlerin oluşmasına olanak sağlamaktadır.
Esas itibariyle
bir ekonomide toplam servet artışının en doğal yolu milli gelirde yüksek seviyede oluşturulan
tasarruflardır. Ekonomide toplam servetin büyümesi yalnız bu yolla gerçekleşebilir. Bir ekonomide belirli bir
dönemde yaratılan net servet artışı, bu dönemdeki gelirin kullanılış şekli ile yakından
ilgilidir. Ekonomide hizmet ve tüketim malları için yapılan bütün harcamalar, söz konusu dönemde sosyal hasılayı
harcanan miktar kadar azaltmaktadır. Tüketilmeyip tasarruf edilen kısmın dolaysız yatırımlarda
kullanılması ise üretim araçları aracılığı ile yeni servet artışları meydana
getirmektedir. Dolayısıyla yeni oluşturulan servet gelirin kullanılması ile çok yakından ilgilidir.
Önceki dönemde tüketilmeyip tasarruf edilen gelir, bu dönemin başlangıcında yeni bir servetin doğuşunu
hazırlamaktadır. Fakat sosyal adalet ve ahlaki açıdan servet unsurlarının yaygınlaştırılması
ve servetin bazı ellerde birikiminin önlenmesi için servet aktarımlarına da gerek duyulmaktadır. Burada
özellikle devlet, gelirin ikinci kez dağıtımı ile kendisini ve etkisini göstermektedir.
2. GELİR VE SERVET BÖLÜŞÜMÜ
ARASINDAKİ İLİŞKİLER
Servet ekonomik mal ve hizmetlerin bir toplamıdır. Gelir ise, bu mal ve hizmetlerin belirli bir
dönem içinde sağladıkları net hasıladır. Servet ve gelirlerin sahipleri bireyler, aileler, şirketler
ve devlettir. Servet ve gelirin fonksiyonu, gereksinimlerin karşılanması, yani refahın artırılmasıdır.
Bu nedenle servet ve refah arasında sıkı bir ilişki vardır.
Gelir ile
servet dağılımı arasında karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi
mevcuttur. Gelir getirici bir servetin büyüklüğü, şekil ve durumu kişisel gelirin seviyesini belirlemektedir.
Böylece servet dağılımı, kişisel gelir dağılımı üzerinde bir etkide bulunmaktadır.
Bu nedenle bir gelir dağılımı politikası izlenirken, servet unsurlarının da kavranması
ve politikaların buna göre oluşturulması gerekir. Çünkü toplumdaki çeşitli sosyo-ekonomik grupların
farklı tüketim alışkanlıkları incelendiğinde, gelir dağılımdaki bir değişikliğin
aynı zamanda büyüme hızı ile istihdam seviyesindeki dengeye ve bununla da toplam servet artışlarının
seviyesine etkide bulunduğu görülmektedir. Dolayısıyla gelir dağılımının aldığı
şekil servet dağılımına etki etmekte ve buradan da iktidarın dağılımına
ve kişilerin tüketimi ile tasarruflarına yansımaktadır.
Esasında
servet birikiminin ana nedeni olarak gelirlerdeki birikimler gösterilmektedir. Eğer eşit olmayan servet dağılımının
nedenleri araştırılırsa, o zaman ilk önce gelir dağılımı sorununa eğilmek gerekecektir.
Çünkü gelir dağılımı, servet dağılımının
esasını teşkil etmektedir. Zira bir ekonomide ilave servet yalnızca tasarruflar vasıtasıyla
elde edilen gelirden oluşmaktadır.
Her iktisadi
birim için (birey, aile, işletme, organizasyonlar ve devlet) servetin oluşumu, söz konusu birimlerde elde edilen
faktör gelirlerinin, aynı dönemde harcanmayan kısmına bağlı bulunmaktadır. Bu çerçevede, gelirler
tasarrufların, tasarruflar da servetin temelini oluşturmaktadır. Tasarruflara bağlı olan servet daima
bir fedakarlık sonucunda oluşmaktadır. Bu fedakarlık, elde edilen faktör gelirlerinin tüketime harcanmaması
sonucunda ortaya çıkmaktadır. Böylece yapılan fedakarlık tasarrufa, bu ise yeni servete dönüşmektedir.
Dolayısıyla, servet oluşumunun temel kaynağı olan tasarrufların gelir düzeyine bağlı
olduğu ortaya çıkmaktadır. Bireyler için, bu şekilde ortaya çıkan servet oluşumu, işletmeler
için dağıtılmayan karlar aracılığıyla gerçekleştirilir. Devlet için ise temel gelir
kaynağı olan vergilerin harcanmayan bölümü tasarrufları, bu ise servetin kaynağını oluşturur.
Özet olarak,
servetin doğuşu, önce belirli ellerdeki servetin diğer gruplara transferiyle ortaya çıkmaktadır.
Özellikle miras yolu ile temin edilen servet, gelirin insanlar arasında eşit olmayan şekilde dağılımına
sebep olur. Fakat bir taraftan mirasyedilerin tutumu, diğer taraftan devletin mirasla bırakılan servetten aldığı
vergiler bu çeşit servetlerin azalmasına sebep olmaktadır. İkinci olarak, devlet eliyle kişilere gelir aktarılmasıyla, üçüncü olarak da işletmede
doğan ve işletmede kalan servet, yani dağıtılmayan karlar yoluyla, nihayet gelirin tüketilmeyip tasarruf
edilmesiyle gerçekleşmektedir. İlk iki yol servetin yeniden dağılımı ile ilgilidir ve makro
anlamda toplam servet üzerinde etkisi bulunmamaktadır. Üçüncü yolla ilgili görüşler tartışmalıdır.
Dördüncü yol, gelirin tüketilmeyip tasarruf edilmesiyle ilgilidir. Ekonomide toplam servetin büyümesi yalnız bu yolla
gerçekleşebilir. Böyle bir ekonomide belirli bir dönemde yaratılan net servet artışı bu devredeki
gelirin kullanılışı, yani tasarruf ve tüketim tercihleri ile yakından ilgilidir.
Bireylerin
üretilen mal ve hizmetlerden satın alabilecekleri miktarı, gelirleri belirler. Gelirin büyük bir bölümü piyasa sistemi
içinde elde edilirken, bunlara, sosyo-politik nedenlerle genellikle kamu otoritelerinin bazı sosyal grup ya da sınıflara
aktardıkları kısmı da eklemek gerekir. Gelir, tüketimi, tüketim de üretim ve bölüşümü belirlemektedir.
Bunun yanında, tüketim hem üretim hem de bölüşüme bağlı; bölüşüm de hem tüketim ve hem de üretime
bağlıdır.
Bilindiği
gibi, tüketiciler, gelir sahibi halktır. Gelir ise, faktöre sahip olmak ve onu üretimde kullanmakla elde edilir. Üretim
süreci sonrasında üretim faktörlerine sahip kişilerin gelirleri ortaya çıkmaktadır. Bir kişinin,
birden fazla üretim faktörüne sahip olması durumunda, toplam geliri bu farklı üretim faktörü gelirlerinin toplamından
oluşacaktır. Herkes eşit miktarda üretim faktörüne ve eşit yeteneğe sahip olmadığı
için gelir bölüşümü de farklı olacaktır. Bu nedenle, kişisel yetenek, gereksinimler ve özel mülkiyet gelir
bölüşümünün adil olması ya da olmamasında önemli rol oynayan öğelerdir.
Bölüşüme
konu olan oluşum, üretim sonucu olduğuna göre, bölüşüm hacmi ve yapısını belirleyen de bu üretim
kapasitesidir; üretilenden fazlasının bölüşülmesi düşünülemez. Bu açıdan, üretim oluşumunun
teknik ve ekonomik, dağılım oluşumunun ise sosyal ve ekonomik bir olay olduğunu gözden uzak tutmamak
gerekir. Diğer taraftan, gelir ve servet dağılımının iç içe girmesi söz konusudur. Nitekim,
başlangıçta, gelir ve servet miktarını belirlerken, daha sonra, servet geliri belirlemektedir.
Genel bir
değerlendirme yapılacak olursa, gelir düzeyi bölüşüm ilişkilerine bağlı olarak belirlenirken;
gelir, tasarrufları ve tasarruflar da serveti oluşturmaktadır. Bölüşüm ilişkileri sadece gelirin
yaratılması sürecinde değil, aynı zamanda servet dağılımı ve bunun kaynağı
olan tasarrufların belirlenmesine ilişkin olarak da ortaya çıkabilmektedir. Nitekim, tasarruflara verilen reel
faizin negatif veya pozitif olması bir bölüşüm ilişkisi yaratmaktadır. Yine, devletin servete ilişkin
olarak uyguladığı politikalar da bu bölüşüm ilişkilerini etkilemekte veya belirleyebilmektedir. Bu
nedenle, bir ekonomide bölüşüm ilişkileri ve bu ilişkileri etkileyen politikaların değerlendirilmesinde
yukarıda ifade edilen sürecin tümünün değerlendirilmesi, gerçekçi sonuçlara ulaşmak bakımından önem
taşımaktadır.
3. GELİR
VE SERVET DAĞILIMINI ETKİLEYEN FAKTÖRLER
3.1. Gelir
Dağılımını Etkileyen Faktörler
Gelir dağılımı
kavramı kimi zaman yeteri kadar açıklanamadığı için farklı kişilere farklı şeyler
ifade edebilmektedir. Benzeri şekilde gelir dağılımı ölçütleri de statik özellikleri nedeniyle sorunun
boyutunun belirlenmesinde yetersiz kalmaktadır.
Gelir dağılımı politikası denildiğinde geniş anlamda tüm politik, hukuki
ve iktisadi önlemler anlaşılmalıdır. Dağılım politikası yolu ile bilinçli olarak tek
tek bireylere ve gruplara milli gelirin ve milli servetin dağıtılmasına çalışılmaktadır.
Bu dağılımın bilinçli bir şekilde yönetilmesi ve gelirin çerçevesinin çizilmesi artık ‘bırakınız
yapsınlar (laisser faire)’ düşüncesi içinde olmamaktadır.
Özellikle
devletin tüm istihdam ve konjonktür politikaları ile ilgili önlemlerinin, gelir dağılımı üzerinde
çok önemli bir etkisi bulunmaktadır. Devlet para ve maliye politikaları uygulayarak gelir dağılımına
etkide bulunur. Serbest piyasa ekonomisinde devletin müdahalesi sınırlı olduğu için ancak gereken hallerde
ekonomik hayata girmektedir. Ancak yine de bu müdahalelerin topluma yansıma etkileri çok önemlidir. Bunların başında
özellikle servetin yaygınlaştırılması ve asgari gelirin temini gelmektedir. Bu noktada dağılım
politikasına yön verenleri başında işçi ve işveren örgütleri gelmektedir. Bu iki örgüt dağılım
politikasının esas yükünü çekmekte ve toplu sözleşmeler aracılığı ile ekonomideki gelir
ve servet dağılımının çerçevesine de etki etmektedirler. Sendikalar takip ettikleri ücret politikaları
ile gelir dağılımına etki ederek, milli gelir içindeki ücretler payını işçiler lehine arttırmak
için gayret sarfetmektedirler. Ancak ücret politikası yardımı ile dağılımın işçiler
lehine değiştirilebileceği hususu da tartışmalıdır.
Esasen gelir dağılımını etkileyen en önemli makroekonomik değişken, ekonomik büyümedir.
Ekonomik büyüme, yatırımları ve dolayısıyla istihdam hacmini arttırmaktadır. Gelir dağılımı
adaletinin sağlandığı şartlarda ekonomik büyüme, düşük gelire sahip toplum kesimlerinin gelir
düzeyini olumlu yönde etkilemektedir. Ancak ekonomik büyüme ve gelişme, sadece sermaye sahipleri ile bağlantılı
hale getirildiğinde, gelir dağılımı adaletsizliğinin düşük gelirliler aleyhine gelişeceği
bir gerçektir. Ekonomik gelişme ve gelir dağılımı arasındaki ilişkiyi ilk inceleyenlerden
biri A. Lewis'dir. Lewis gelir dağılımı problemini, kalkınma sürecinin bir gereği olarak kabul
etmiştir.
Büyük bir sermaye birikimi çabası isteyen kalkış aşamasından sonra ücretlilerin durumu göreli
istikrar kazanmaktadır. Bir diğer ifadeyle, büyüme koşullarının kendi kendini beslemesi ekonomilerde
bölüşüm olgusuna uzun dönemde istikrar kazandırmaktadır. Ekonomik büyüme ile gelir dağılımı
arasındaki ilişkinin karşılıklı olduğunu savunan görüşler de mevcuttur. Bu görüşlere
göre, gelir dağılımı ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi bağlantılı hale
getiren temel faktör, politik istikrarsızlıktır. Gelir dağılımı adaletsizliği, politik
istikrarsızlık sonucu gelişen bir ekonomik olgudur. Gelir dağılımı adaletsizliği,
sosyal huzursuzlukların kaynağını oluşturarak toplum kesimlerinin fakirleşmesine neden olmaktadır.
Toplum kesimlerinin giderek fakirleşmesi ise mal ve hizmetlere olan talebi azaltarak, yatırım seviyesini olumsuz
yönde etkilemektedir.
Makroekonomi politikalarının özellikle bütçe yönetiminin, gelir dağılımı üzerine doğrudan
ve dolaylı etkileri vardır. Fiyat istikrarı ve sürdürülebilir bir büyüme politikası gelir dağılımını
olumlu yönde etkilemektedir. Fiyat istikrarının sağlanması, düşük gelirlilerin satın alma gücünü
yüksek gelir gruplarına göre daha fazla arttırmaktadır. Bu durum, gelir dağılımı eşitsizliğini
azaltan önemli bir gelişmedir.
Ekonomilerde varolan yapısal faktörler nedeniyle serbest piyasa ekonomisi sürecinde tam değil, sınırlı
rekabet söz konusu olabilmektedir. Bu durumlarda piyasada monopol veya monopole yakın firmalar fiyatı belirlemektedirler.
Bu nedenle ekonominin monopolleşme derecesi, gelir dağılımını etkileyen önemli bir faktör olmaktadır.
Makroekonomik istikrarın sağlanması, ekonomik büyümeyi olumlu yönde etkilediğinden kamu gelirleri
ve dolayısıyla sosyal harcamalar artmaktadır. Sosyal harcamaların artışı, gelir dağılımının
düşük gelirliler lehine gelişmesini sağlayan önemli bir faktördür. Kamu bütçesinin fazla vermesi, uzun dönemde
gelir dağılımını olumlu yönde etkileyen diğer önemli
bir faktördür. Kamu bütçesinin fazla vermesi, kamu harcamalarına ve yatırımlara ayrılabilecek kaynakların
artmasına neden olmaktadır. Bu nedenle kısa dönemde mali disiplinin sağlanması, orta ve uzun vadede
kullanılabilir kamu gelirlerinin artmasına neden olduğundan, hükümetlerin
gelir eşitliğini sağlama güçleri artmaktadır.
Özellikle gelişmekte olan ülkelerde enflasyonun hanehalklarının satın alma güçleri üzerinde önemli
etkileri vardır. Yüksek oranlı enflasyon, paranın satın alma gücünü düşürmektedir. Enflasyon oranının
düşmesi ise kaynakların yeniden dağılımına neden olarak düşük gelirlilerin satın alma
gücünü arttırmaktadır. Düşük enflasyon oranı, alt gelir grupları açısından kamu transferlerinin
reel değerini arttırmaktadır.
Gelir dağılımı ekonomik büyüme, bütçe fazlalığı ve enflasyon gibi makro ekonomik
değişkenlerin dışında, teknolojik gelişmeler ve göç sürecinden de etkilenmektedir. Teknolojik
gelişmeler, üretimde eğitimli emeğin payını arttırmaktadır. Emeğin eğitim düzeyi,
çalışanlar arasındaki ücret farkını belirleyen temel faktörlerdendir. Eğitimli emeğe olan
talep, emek arzının üzerinde artış gösterdiğinde, eğitimli emek ile eğitimsizler arasındaki
ücret farkı açılmaktadır.
ABD'de 1839-1973 yıllarını kapsayan
ve gelir eşitsizliğinin nedenlerinin araştırıldığı bir çalışmada, elde edilen
sonuçlar üç temel başlık altında toplanmıştır:
1.Nüfus artışı, 2. Teknolojik gelişme düzeyi, 3. İşgücünün niteliksel gelişimi. Buna göre,
teknolojik gelişme, nitelikli işgücüne olan talebi arttırmaktadır. Ancak nitelikli işgücünün gelişimini
olumsuz etkileyen en önemli faktör ise, nüfus artış oranı olarak belirlenmiştir. Çalışmada nüfusun
artış oranı ile işgücünün niteliksel gelişimi arasında, negatif bir korelasyon bulunmuştur.
İnceleme dönemleri boyunca, nüfusun artış hızı, işgücünün niteliksel gelişiminin üzerinde
gerçekleşmiş olduğundan nitelikli ve niteliksiz işgücü arasındaki ücret farkı giderek açılmıştır.
Gelir dağılımını etkileyen veya onu belirleyen temel faktörleri esasen şu şekilde
sıralamak mümkündür; servetin dağılımı, işgücü niteliğinin dağılımı
ve faktör fiyatlarının dağılımıdır. Bu dağılımlar arasındaki dengesizlikler
gelir dağılımını etkilemekte ve onu eşit (adil) olmaktan uzaklaştırmaktadır.
Sosyo-ekonomik grupları önemli ölçüde etkileyen gelir dağılımını, adil olmaktan uzaklaştıran
başka faktörler de bulunmaktadır. Bunlarda bazıları, yüksek enflasyon, para arzı artışları,
yüksek faizler, yüksek devalüasyon, bütçe açıkları, nüfus artışı, iç borçlanma, tekelleşme,
haksız koruma ve teşvikler, gelişme hızı büyüklüğü, etkin olmayan vergi sistemi, özelleştirme
vb. sayılabilir.
Yukarıda sayılan faktörler dışında, daha da önemli olan ve ihmal edilen bir diğer faktör
de demokrasidir. Gelir dağılımı ile demokrasi arasında aynı yönde ve güçlü bir ilişki olduğunu
söylemek yanlış olmayacaktır. Diğer bir deyişle, gelir dağılımı eşitsizlikten
uzaklaştığında (adil duruma geldiğinde) demokrasinin varlığı göze çarpmakta veya demokrasi
yerleştiği ülkelerde gelir dağılımının eşitsizlikten uzaklaştığı
görülmektedir.
3.2. Servet Dağılımını Etkileyen Faktörler
Servet dağılımına etki eden başlıca faktörlerin başında politik, toplumsal,
ekonomik ve hukuki şartlar gelmektedir. Bu faktörler arasında özellikle politik unsur servet dağılımı
konusunda ön planda bulunmaktadır. Burada ekonomik sistemin ve hukukun yerinin ve öneminin belirlenmesi öncelik arz etmektedir.
Çünkü servetin yaygınlaştırılması politikası ile ilgili tartışmaların bir yanı,
sistemin ekonomik ve hukuksal yapısını değiştirmeye kadar uzanmaktadır. Dolayısıyla,
servet dağılımı sorununda politik kararlar önemli bir yer tutmaktadır.
Servet dağılımının düzeltilmesi ve servetin geniş kitlelere yayılmasında izlenilebilecek
yollar başlıca 2 grupta toplanabilir: 1) mevcut servetin yeniden dağıtılması; 2) ekonomik büyüme
ile artan servetin daha dengeli bir biçimde dağılımıdır.
Servet dağılımı
konusu kapitalist ülkelerde ve serbest piyasa ekonomisinin bulunduğu ekonomilerde söz konusu olmaktadır. Çünkü,
servetin tamamının devletleştirildiği bir ekonomide zaten servetin dağılımı gibi bir
kavram söz konusu olmamaktadır. Bu nedenle, servetin yaygınlaştırılması ile ilgili kavramlar
kapitalist batı toplumlarındaki serbest piyasa ekonomilerinde geçerlidir.
Servetin
eşit dağılmaması sistemin esasında kaynaklanmaktadır. Servetin yaygınlaştırılması
politikasının önce düşünce sahasında gelişmesi ve giderek düzenle ilgili değişikliklere
geçebilmesi, herşeyden önce haklar ve servet edinmelerle ilgili hukuki esaslarla da değişiklikleri zorunlu
kılmıştır. Zira, bugün yürürlükteki servet ve miras hukuku, servet dağılımındaki adaletsizlilerin
de önemli bir nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla servet hukuku çok tartışmalı
bir konu olmakla beraber bu konuda genel görüş özel mülkiyet (servet edinme) müessesesinin sınırlandırılması
yönündedir. Bu şekilde toplumda servet dağılımının büyük ölçüde eşitliğe ve adalete
yöneleceği belirtilmektedir. Kişisel mülkiyetin bu şekilde sınırlandırılması yaklaşımı,
ana kapitalleri yaygınlaştırılmış olan anonim ortaklıkların artması sonucunu
doğurmuştur. Bu gelişme, müşterek servetin de piyasa mekanizması içerisinde organize edilebileceğini
göstermiştir.
Servet dağılımına
etki eden faktörlerin en önemlilerinden biri de eğitim sistemidir. Eğitim sistemi servet dağılımına
etkide bulunarak bu dağılıma istikrar sağlamaktadır. Eğitim konusunda fırsat eşitliğinin
bulunması durumunda gelir ve servet dağılımı bundan etkilenecektir. Ancak yine de üst düzey eğitimin
gelir ve servet düzeyi yüksek ailelerin çocukları tarafından alınabiliyor olması gözden kaçırılmaması
gereken bir husustur.
Servet dağılımına
etki eden faktörler genellikle gelir dağılımı üzerinden dolaylı olarak servet dağılımına
yansımaktadır. Bunlar da özellikle piyasadaki yapısal faktörlerle ilgili olup; bunlar bir yandan emek piyasası,
diğer taraftan da tüketim piyasası olarak ortaya çıkmaktadır. Emek piyasasında işgücü arzı
ne kadar sınırlı ise, denk servet dağılımı için de şartlar o derece elverişli
olmaktadır. Öte yandan tüketim piyasasında kartel yasakları, gümrük tarifelerinin indirilmesi ve ithalatın
serbestleştirilmesi gibi rekabeti oluşturan ve böylece fiyatları düşüren önlemler kişiler açısından
servet edinme imkanını arttırmaktadır. Monopolleşme ise bunun tam tersi etkiler yaratarak servetin
yaygınlaşmasını olumsuz etkilemekte ve servetin belirli gruplarda
toplanmasına yol açmaktadır.
Servet dağılımı
açısında bir diğer önemli unsur da vergi politikasıdır. Çeşitli oranlardaki dolaylı ve
dolaysız vergiler, vergi politikalarındaki önlemler, gelirin kullanılmasında ve böylece servetin dağılımında
önemli bir etkiye sahiptir. Bu dolaylı etkinin yanı sıra, veraset ve intikal vergisi ve motorlu taşıtlar
vergisi gibi direkt servet üzerinde etki yaratan vergiler de bulunmaktadır.
Servet dağılımını
etkileyen en önemli faktör esasen tasarruflardır. Elde edilen gelirin harcanmayan kısmından oluşan tasarruflar
servetin kaynağını teşkil eder. Bu noktada tasarruflara ilişkin 2 kavram otaya çıkmaktadır.
Bunlar; tasarruf gücü ve tasarruf iradesidir. Tasarruf gücü gelirin seviyesine bağlı olmaktadır ve gelir arttıkça
tasarruf gücü de artış göstermektedir. Tasarruf iradesi ise büyük ölçüde tecrübeler, alışkanlıklar
ve beklentiler tarafından belirlenmektedir. Bu alışkanlıklar eğitim ve reklamlar aracılığıyla
özellikle tüketim alışkanlıkları açısından değişiklik gösterebilir. Özellikle tüketimi
arttırıcı reklamlar, prestij harcamaları, veresiye satış sisteminin yaygınlaşması
ve kredi kartı gibi uygulamalar halkın tasarruf alışkanlıklarını olumsuz yönde etkilemekte
ve servet dağılımı açısından alt ve orta gelir gruplarının aleyhine bir durum yaratmaktadır.
Servet dağılımında
en etkin faktör olarak belirtilen tasarruflar, kişilerin ve ailelerin elinde oluşabileceği gibi, büyük ölçüde
devlet ve işletmelerin de elinde ortaya çıkmaktadır.
Konuyu Konfüçyus’un
bir cümlesiyle bitirirsek; “Servet merkezileştiğinde insanlar dağılır, servet dağıtıldığında
insanlar bir araya gelir.”
4. SERVET
BİRİKİMİ
Servet birikimi, ekonomik süreç içerisinde, gelirin
oluşumu ve kullanılması safhalarında ortaya çıkmaktadır. Çünkü servet birikiminin gerçek nedenleri
bunlarla ilgili bulunmaktadır. Gelirin oluşumu safhasında fonksiyonel gelir dağılımı ile
ilgili olarak birincil ve ikincil dağılım ortaya çıkmaktadır. Bu noktada, brüt gelirin elde edilişi safhası birincil gelir dağılımını,
brüt gelirin vergilendirilmesiyle ulaşılan net gelir ise ikincil gelir dağılımını gösterir.
Gelirin kullanılması ise; bir yandan tüketim mallarının alınabilmesi için net gelirin harcanmasını,
bir yandan da harcanmayan kısım olan tasarrufların oluşumunu yani servetin teşkilini kapsamaktadır.
Servet birikiminin ana nedenleri yukarıda da bahsetmiş olduğumuz üzere gelirin oluşumu ve gelirin
kullanılması noktasında ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla servet oluşumunun araştırılması
ve servet dağılımına etki edilmesi öncelikle gelir dağılımı teorisine dayanmaktadır.
Bu nedenle gelir dağılımı teorisi ile ilgili olarak fonksiyonel ve kişisel gelir dağılımının
incelenmesi önem arz etmektedir.
4.1. Fonksiyonel ve Kişisel Gelir Dağılımı
Kişisel gelir dağılımı teorisi açısından, hanehalklarının bütçelerinin
gelirlerinin fonksiyonları dolayısı ile bir çok kaynaktan meydana gelmesi, yeterince teorik analiz yapılamamasına
sebep olmaktadır. Bu nedenle, kişisel gelir dağılımını istatistiki olarak saptayabilmek
imkansız görülmektedir. Kişisel gelir dağılımı ile ilgili olarak bu sınırlamalardan
dolayı fonksiyonel gelir dağılımı teorileri ile yetinmek zorunda kalınmaktadır ve mümkün
olduğunca kişisel gelir dağılımına yaklaşılmaya çalışılmaktadır.
Fonksiyonel gelir dağılımında bilindiği üzere, kişilerin veya kurumların ekonomideki
faaliyetlerine göre; ücret, faiz, rant ve kar gibi gelirler söz konusu olacaktadır. Burada emeğin geliri olan ücret
dışındaki faiz, rant ve kar gelirleri üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkına dayanmaktadır.
Fonksiyonel gelir dağılımının kullanılmasının esas amacı yukarıda
da değinildiği üzere kişisel gelir dağılımına ulaşmaktır. Ancak üretim faktörleri
ile ilgili klasik ayrımın yapısında meydana çıkan değişiklikler fonksiyonel gelir dağılımının
da karmaşık bir hal almasına neden olmuştur. Çünkü, özellikle servetin yaygınlaştırılması
politikası sonucunda artık işçiler sadece ücret gelirinin sahibi olarak değil, aynı zamanda diğer
faktör gelirlerinin de maliki olarak anılabilmektedirler. Aynı durum işverenle ve diğer gelir fonksiyonlarının
sahipleri için de geçerlidir.
İktisadi süreç içerisinde fonksiyonel gelir dağılımı ile ilk önce ortaya çıkan gelir,
brüt gelirdir. Yani birincil dağılım fonksiyonel gelirle ilgilidir. İkincil dağılım ise,
gelirin doğuşu ile kullanılışı arasında gelirin yeniden dağılımı ile
ilgili hususları kapsamaktadır. Bu safhada brüt gelirin vergiden arındırılması suretiyle net
gelire ulaşılmakta ve kişisel gelir dağılımına daha fazla yaklaşılmaktadır.
Bu nedenle ikincil dağıtım, devletin araya girerek sosyal ve ahlaki nedenlerle birincil dağılımı
düzeltmesi anlamına gelmektedir. Bu noktada işletme, dış ticaret vs. gibi faktörlerin de etkisi bulunsa
da özellikle devlet ve sosyal güvenlik sistemi önemli rol oynamaktadır.
Gelirin yeniden dağılımı
kavramı; devletin gelirleri daha adil bir düzeye sokma çabaları olarak da adlandırılır. Gelirlerin
dengeli hale getirilebilmesi hususunda devletin elinde iki olanak vardır.
Birincisi, toplanan vergiler kanalıyla geliri yeniden dağıtabilir. Yani kişi ve kurumları gelirlerine
göre farklı vergilere ve farklı oranlara tabi tutabilir. İkincisi, vergiyle elde edilen gelirleri halk sınıfları
arasındaki dengeleri gözeterek harcama yolunu seçebilir.
5. ADİL SERVET DAĞILIMI SORUNU VE ÖLÇÜSÜ
5.1. Adil Servet Dağılımı Sorunu
Günümüz batı toplumlarında gelir
ve servet dağılımlarının adil olmadığı konusu genel kabul görmüş bir husustur.
Bu durum istatistiki rakamlar tarafından da doğrulanmaktadır. Aşağıda çeşitli ülkelerin 1994 yılına ilişkin servet tahminleri görülmektedir
ve servetin ne kadar az adil dağıldığına ilişkin somut bir gösterge teşkil etmektedir.
Seçilmiş Ülkelerin Satınalma Gücü Paritesi
Döviz Kurlarına Göre Servet Tahminleri, İskonto Oranı 4%
( Kaynak : www.worldbank.com )
Dünyadaki Çeşitli Bölgelerin Servet Dağılımı
Tahminlerine Satınalma Gücü Paritesi Açısından
Bakış, İskonto Oranı 4%
( Kaynak : www.worldbank.com )
Yukarıdaki grafiklerde ülkeler ve bölgeler bazında incelediğimiz servet dağılımının
adaletsizliği herhangi bir ülke içindeki dağılım açısından da aynı seyri (adaletsizliği)
göstermektedir. Servet ve gelir dağılımının son derece adaletsiz olması bu sorunun çözüm yolları
ve uygulanması konusunu gündeme getirmektedir. Bu sebeple ekonomiye müdahale edilmesi kaçınılmaz hale gelmektedir.
Ancak, daha iyi bir dağılımının anlamının ve kapsamının belirlenmesi, adil bir
servet dağılımına yönelmenin gereği gibi yaklaşımların ortaya konabilmesi için bir
ölçüye ihtiyaç duyulmaktadır.
5.2. Adil Servet Dağılımı Ölçüsü
Servetin istatistiksel olarak nasıl adaletsiz ve eşit
olmayan bir şekilde dağıldığı göz önünde bulundurulduğunda, adil bir servet dağılım
ölçüsü bulabilmenin ne kadar zor olduğu belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Servet dağılımının
adaletsiz olması sadece ekonomik bir sorun olmayıp, politik, sosyal ve ahlaki bir karar niteliğinde toplumdaki
seviye ve dengeye göre şekil almaktadır. Yani toplumdaki servet dağılımının adil olup olmadığı
politik, ahlaki ve iktisadi gücü ellerinde bulunduran yöneticilerin tutum ve
davranışları sonucunda oluşan bir tercih olmaktadır. Bu nedenle sendikalar toplumdaki gelir ve servet dağılımının adil olmadığı ve bu
durumun işçiler lehine değiştirilmesi gerektiği konusu üzerinde önemle durmaktadırlar.
Servet dağılımı ile ilgili kesin bir ölçüt tespit etme zorluğu dolayısıyla, saptanan
eşitsizlikler ve adaletsizlikler giderilmeye çalışılmaktadır. Böylece her dönem tespiti yapılan
aksayan hususlar düzeltilmekte ancak bu sırada yeni aksaklıklar ve huzursuzluklar meydana çıkmaktadır.
Bu ölçünün tespit edilememesi dolayısıyla sürekli olarak her dönemde
yeni saptamalar, yeni aksaklıklar ve yeni denemeler sürüp gitmektedir. Ancak, toplumda eşitsizliğin, haksızlığın
ve adaletsizliğin özellikle işçi kesimi ile ilgili olduğu bir gerçektir.
Ekonomik açıdan adil bir servet dağılım ölçüsünün bulunamaması, konunun sosyo-politik açıdan
ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Bu durum da dağılım politikası amaçları
ile bunların geçekleştirilmesi süreçleri ile ilgili bulunmaktadır. Dağılım politikası amaçları
içerisinde özellikle dağılım adaleti açısından faaliyet ve ihtiyaca göre dağılım üzerindeki
çalışmalar günümüze kadar gelmektedir.
İhtiyaç
ilkesinin bugünkü gelir ve servet dağılımında önemli bir rolü vardır. Asgari ücretlerin, emeklilik
aylıklarının, memur maaşlarının ve her çeşit yardımların saptanmasında ihtiyaç
ilkesinden hareket edilmektedir. Bu bakımda ihtiyaç ilkesi gelir dağılımı açısından bir
ölçüdür ancak bu ihtiyaçların ölçülebilmesi ile ilgili de sorunlar ortaya çıkmaktadır. Sürekli ilerleyen teknoloji,
reklamlar ve tüketim alışkanlıklarının değişmesi gibi unsurlar ihtiyacın ölçüsünün
de tespit edilmesi bakımında güçlükler doğurmaktadır.
Faaliyete göre bir dağılım
yapılması görüşü adaleti sağlayıcı bir yaklaşım olarak gözükse de, tek tek bireylerin
ekonomiye katkısı hesaplanamayacağından bunun da bir netice doğurmayacağı açıktır.
Özellikle hizmet sektöründe çalışan kişiler açısından bu faaliyetlerin objektif olarak ölçülmesi
mümkün değildir. Ayrıca, faaliyete göre dağılım sadece çalışanlar açısından ele
alınmaktadır. Oysa çocuklar, sakatlar ve emekliler gibi çalışmayanlar açısından da dağılımdaki
adil ölçü hesaba katılmak zorundadır. Dolayısıyla bu durumda da adaletli dağılımla ilgili
bir ölçü bulmak pek mümkün olmamaktadır.
Adil servet dağılımı
ile ilgili yukarıda söylediklerimizin tamamı ele alındığında amaçların saptanmasına,
alanın ve içeriğin tam olarak ortaya konmasına ilişkin gerekli ve zorunlu ölçütler yerine, varolan adaletsizlik
ve sorunlara ilişkin önlemler kendini göstermektedir.
6. SERVET POLİTİKASI KAVRAMI
VE AMAÇLARI
Servet ve gelir dağılımı üzerindeki
modern bilimsel tartışmaların kökü çok eskilere dayanmaktadır. Avrupa kıtasının sanayileşmeye
başlamasında bu yana sermaye ile emek arasındaki ilişki, basit deyimiyle sosyal sorun diye adlandırılan
bir anlaşmazlığın konusunu oluşturmuştur. Servet politikası ile ilgili çalışmalar ise Batı Avrupa’da özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan
sonra büyük bir yoğunluk kazanmıştır.
Kişisel servetin tek yanlı dağılımı ve bunun sonucunda ortaya çıkan sosyal faklılıklar
ve çelişkilerle kişisel mülkiyet müessesesi ve bunu üstüne kurulan iktisadi ve sosyal düzen her devirde ekonomistler
ve sosyal bilimciler tarafından eleştirilmiştir. Bazı iktisatçılar kişisel mülkiyetin olmadığı
devlet modelleri önermişlerdir. Bu yolla eşitliğin sağlanacağı ve adil bir düzenin kurulacağı
görüşü bulunmaktaydı. Ancak düşünürleri tarafından uygulanıp uygulanamayacağı pek dikkate
alınmayan bu görüşler tamamen teori olarak kalmıştır. Sonraki
dönemlerde sanayileşme ve arkasından gelen sınıf farklılıklarıyla kapitalist gelişmenin
hızlanması ve burada özellikle üretim araçlarındaki mülkiyetin tek yönlü dağılımı, kişisel
mülkiyete karşı eleştirileri arttırmıştır. Bunun sonucunda da kişisel mülkiyetin ortadan
kaldırıldığı sosyalist bir iktisadi ve sosyal sistem kurulmuştur (sosyalist devletler).
Diğer taraftan kişisel mülkiyet müessesesi de devamlı taraftar bulmuştur. Ancak, bu sistem tarihi
gelişim içerisinde sosyal reformlar sonucu kişisel mülkiyetin özüne dokunmamakla birlikte, önemli sınırlamalara
uğramıştır ve servetler değişik mülkiyet rejimlerine tabi tutulmuştur.
Servet politikasıyla ilgilenenlerin büyük bir çoğunluğu,
kişisel mülkiyet müessesesini servetin yaygınlaştırılmasıyla ilgili planlarında vazgeçilmez
bir unsur olarak görmektedirler. Özellikle üretim araçlarındaki kişisel mülkiyeti doğal hukukun düzenleyici
unsuru ve özgür bir ekonomik ve sosyal sistemin esası olarak göstermektedirler. Bu durum, aynı zamanda sosyalistlerin
kollektivist iktisadi rejimlerine karşı bir alternatif olarak geliştirilmiştir.
Günümüzde servetle ilgili tartışmaların çoğu sürekli büyümeden hareketle yapılmaktadır.
Büyüyen ekonomilerdeki bu dinamik görünüş servetin yaygınlaştırılması planlarında servetsizleri,
servet sahiplerinden herhangi bir aktarma yapılmaksızın servet sahibi kılmaktadır. Oysa endüstri
öncesi devirlerde bir tarafın servet sahibi olabilmesi diğer tarafın servetinin azalmasını zorunlu
kılıyordu. Buna karşılık, büyüyen endüstride serveti yeniden dağıtmak mümkündür. Bu da
yalnızca yeniden dağıtıma tabi tutulan ekonomik artışın büyüklüğüne ve bundan faydalanacak
olanların sayısına bağlıdır. Bu noktada servetin yaygınlaştırılması
politikası ile amacın ne kadar süre sonra gerçekleştireceği sorusu ortaya çıkmaktadır. Servetin
yeniden dağılımı konusunda işçilerle işverenler arasında farklı görüşler bulunmaktadır.
Ancak yine de her iki grubun da servetin yaygınlaştırılması konusunda genel bir eğilim içerisinde
oldukları söylenebilir.
Servetin ikincil dağılımı ile ilgili üç görüş bulunmaktadır. Bunlardan ilki liberal görüştür.
Bu görüşte olanlar halk kapitalizmi sloganı altında servetin geniş kitlelere yayılmasını
öngörmektedirler. Buradaki amaç, tasarrufu teşvik ve kişisel çalışma araçlarını kullanarak devletin
de çabasıyla yeni bir orta sınıfın yaratılmasıdır. İkinci grubu ise dini görüşten
hareket edenler oluşturmaktadır. Bunlara göre, servet özgürlüğün değişilmez bir parçasıdır
ve servetin yaygınlaştırılması sosyal adalet açısından büyük önem taşımaktadır.
Üçüncü grubu oluşturanlar sosyal demokratlar ve demokratik sosyalistlerdir. Bunlara göre de, emek ile sermaye aynı
haklara sahiptir ve servet dağılımı eşit ve adil olmalıdır. İşçiler kapitalin
otomatik büyümesine katılmalı ve işletme karından pay alıp yönetime iştirak etmelidir. Bu düşünceye
sahip olanlar, girişimci servetindeki gelişmeye işaret ederek, zenginlerin sürekli olarak daha zengin olduklarını
belirtmektedirler.
Servet politikası, ekonomik ve sosyal politikaların bir amacı olarak görülmektedir. Bütün halk gruplarına
ve özellikle de işçilere servetin geniş bir şekilde yayılması yönünde servet dağılımına
aktif bir şekilde tesir edilmesi, ekonomi ve toplum politikalarının amacı olmuştur. Zira, eşit olmayan servet dağılımı mülkiyet müessesesinden kaynaklanmaktadır.
Servet politikası kavramı, genellikle dağılım politikası kavramı ile çok yakın
ilişkilidir. Bu sebeple, servet politikasından, servetin dağılımına etki etme politikası
anlaşılır. Burada, servet politikası amacı daha ziyade kişisel servet dağılımına
yönelmektedir. Ancak, bunun yanı sıra fonksiyonel gelir dağılımı da gelirin kaynağı
olarak ön plana çıkabilir ve bu yolla emek faktöründen elde edilen gelire kapital gelirin de akması söz konusu olabilir.
Esasen kişisel ve fonksiyonel amaç benzerdir ve birbirini tamamlamaktadırlar.
Uygulamada gerek mevcut servetin, gerekse de yeni oluşturulan servetin dağılımı problemi ile
karşılaşılmaktadır. Servetin yaygınlaştırılması politikaları ile de
genellikle yeni oluşturulan servetlerin dağılımı esas alınmaktadır. Demokratik ülkelerde
ekonomide yeni oluşan servetlerin yaygınlaştırılması genel ekonomik büyüme ile de yakından
ilgilidir.
Serveti yayma politikaları başka temel amaçlar üzerinde olumsuz
yan etkiler doğuruyorsa, yani bir amaçlar çatışması söz konusuysa, hedeflerde önemine göre bir sıralama
yapılması zorunlu olacaktır. Dolayısıyla, servet politikaları uygulanırken öncelikle bu
politikaların yan etkilerinin de araştırılması gerekir.
Servet dağılımı politikası ile servet politikası birbiriyle eş anlamlı bir
özellik taşırlar. Uygulamada ücret ve gelirler politikası ile servet politikasının önemi büyük ölçüde
artmış bulunmaktadır. Bu nedenle bugüne kadar uygulanan ücret
ve gelirler politikasının yanı sıra son yıllarda servetin yaygınlaştırılması
politikası da ön plana çıkmıştır. Böylece servet politikasının bir diğer amacı
da, gelir dağılımını etkileyerek bağımlı çalışanların gelirlerinin
yükseltilmesi ve gelir farklılıklarının azaltılması olmaktadır. Esasında, servet politikası
ile ilgili tartışmalar genellikle; servetin geniş kitlelere yayılması politikası ile büyük servetlerin
sınırlandırılması politikası üzerinde yoğunlaşmaktadır. Dağılım
veya servet politikası amacı olarak da özellikle prodüktif (üretken) servetin geniş kitlelere yayılması
toplum politikası açısından önemle ele alınmaktadır. Servetin
yaygınlaştırılması politikası ile halkın büyük bir bölümünün prodüktif servetlere ve onu
büyümesine katılması öngörülmektedir. Ancak, küçük ve orta gelir grubundakiler için bu oldukça zordur. Bu grupların
öncelikle tasarruf ederek bir nakdi servet oluşturmaları ve daha sonra prodüktif servetlere yönelmeleri gerekmektedir.
Servetin yaygınlaştırılması politikası, yalnız iktisat politikasının değil
aynı zamanda devlet politikasının ve toplumsal politikanın da bir amacıdır. Bu politikaların
uygulanması ile servetin yaygınlaştırılması ve servet dağılımındaki adaletin sağlanması esas alınmaktadır.
Servet politikasının uygulanması açısından son yıllarda kişisel servetten ziyade
kollektif servetlere yönelinmektedir. Bu durumda çıkar çatışmaları sonucu sistemin istikrarı ve düzenin
değiştirilmesi sorunu ortaya çıkmaktadır. Ancak yine de günümüzde kişisel ve kollektif servetin bir
karışımı görülmektedir. Özellikle batı toplumlarında kişisel veya kollektif servet şekillerinden
yalnız birinin seçimi, diğerinin sistem dışı kalması anlamını taşımamaktadır.
Bugün, pek çok batı ülkesinde karma ekonomi hakimdir. Ancak, hala üretim araçları üzerindeki kişisel mülkiyetin
lehinde veya aleyhindeki tartışmalar devam etmektedir. Günümüzde özellikle
sendikalarca benimsenen sosyal fon görüşü kollektif servetin yeni bir şeklini oluşturmaktadır. Burada
sözü edilen kollektif servet yaklaşımı Marksist sistemdeki devlet mülkiyeti anlayışından farklıdır
ve kollektif servet deyimi ile ortak mülkiyet veya tüzel mülkiyet kastedilmektedir.
Servet politikasının amaçlarında biri de iktidarın kontrol edilebilmesiyle ilgilidir. Burada sözü edilen iktidar büyük organizasyonları kapsamaktadır ve bu iktidarlar anonim şirket
gibi menfaat grupları veya devlet olabilmektedir. Esasında, servetin iktidar fonksiyonunda asıl sorun, servetin
kişi veya devletle olan ilgisinden ziyade, serveti elinde tutan iktidarın kontrol edilebilir olmasındadır.
Sosyal güvenlikteki artışlar ve işe başlama ile ilgili adaletin sağlanması yönünde katedilen
mesafeler özellikle sendikalarca sistemin istikrarı yönünden yeterli sayılmamaktadır. Sistemin istikrarı,
dağılım adaletinin gerçekleşmesi ve servete dayanan adaletin gerçekleştirilmesi ile mümkündür. Bu
da ancak servet politikası araçları ile gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla, sistemin istikrarına
yönelik bir servet politikası, servet dağılımı adaletine uygun olmalı ve servete dayanan ekonomik
bir iktidar problemini çözebilmelidir.
Bütün bunların ışığında servet politikasının
amaçlarını özetle şu şekilde sınıflayarak sıralayabiliriz;
A – Politik Amaçlar
1-
Vatandaşlık bilincinin arttırılması
2-
Demokrasinin güçlendirilmesi
3-
Komünizm ve kollektivizmden korunma
4-
Kapitalizmde biriken iktisadi ve siyasal
güçten korunma (iktidarın sınırlandırılması)
5-
Sistemin istikrarı
B – Toplumsal ve Sosyal Politik Amaçlar
1- Sosyal gruplar arasındaki gerginliklerin azaltılması
2- Toplumsal ve ekonomik düzenin korunması ve düzeltilmesi
3- Kişi ve grup bağımlılığının
azalması
4- Küçük ve orta işletmelerin korunması
5- Sosyal güvenlik sisteminin kurulması ve korunması
6- Sendikal dayanışmanın arttırılması
7- Sosyal adaletin gerçekleştirilmesi
8- İşçilerin yönetime katılmada eşit hakka sahip olması
9- Kişilerin, gruplar halinde ve bazı kuruluşlar içinde
birleşmelerinin teşviki
C – Ekonomik
1- İktisadi büyümenin gerçekleştirilmesi
2- İktisadi düzenlemenin sağlıklı bir yapıya
kavuşturulması
3- Artan servetin bir kısmının çalışanlara aktarılması
4- Sermaye birikiminin sağlanabilmesi
5- Servetin geniş tabanlara yayılarak iktisadi adaletin sağlanması
6- Küçük tasarrufların birleştirilerek yeni iktisadi organizasyonların
kurulması
7- Artan bir refah seviyesine yönelme olanağı
8- Tüketim servetinin belirli bir tipinin teşvik edilmesi (özellikle
konut)
D – Bireysel Düzeyde Amaçlar
1- Kişisel ahlakın geliştirilmesi
2- Kişisel özgürlüklerde artış sağlanması
3- Kişiliğin geliştirilmesi olanağının artması
4- Eğitim ve kişi onurunun korunması
5- Başlama ve şans eşitliğinin temini
6- Sosyal prestijin arttırılması
7- Sosyal güvenliğin artmasıyla kişisel güvencede artış
sağlanması
8- Kişinin ekonomik gücünün arttırılması (gelirinin
artması)
9- İktidara sahip olma
GELİR DAĞILIMI
RANA ATABAY BAYTAR
I. BÖLÜM
MİLLİ GELİR İLE İLGİLİ MAKRO EKONOMİK KAVRAMLAR
İktisat teorisinin amacı, ekonomik karar birimlerinin
kararları ile davranışlarını incelemektir. Bu davranışlar, aynı zamanda, ekonomik
sistemi de oluşturmaktadır. O halde, iktisat teorisinin amacı, bir ekonominin yani ekonomik sistemin nasıl
çalıştığını incelemektir.
İktisat teorisinin
iki ana alt disiplininden biri olan makro iktisat; ekonominin bütünüyle ilgilenen ekonomi
branşıdır. Makro iktisat, enflasyon, büyüme, ticaret ve GSMH gibi ekonomik konularla ilgilenir.
I)
MİLLİ GELİR
Herhangi bir ülkenin
veya uluslar arası ekonomik sistemin nasıl çalıştığını anlamak için yani ulusal veya
uluslar arası ekonomik faaliyetlerin makro analizi için öncelikle temel akım değişkenlerin ve bunlar arasındaki
ilişkilerin tespiti gereklidir. Ekonomik faaliyetin sonuçta, gelir yaratma ya da elde etme ve gelirlerin kullanımı
şeklinde somutlaştığı görülmektedir. Dolayısıyla ekonomik sistemin işleyişi ve
performansını inceleyebilmek için sistem içinde yaratılan gelir ve harcamaların incelenmesi gerekmektedir.
A. Gelir Akımının Oluşması
ve Dolaşımı
Aşağıda, devletin ve uluslar arası ticaretin olmadığı basit bir ekonominin gelir
akım dolaşım şemasından bahsedilmiştir. Bahsedilen kapalı ekonomide; hükümetin devlet adına
harcamaları ve topladığı gelirleri yani vergileri ayrıca ithalatı ve ihracatı da dışlamış
olacağız. Böyle basit bir ekonomide, geriye, hem faktör piyasalarında hem de mal piyasalarında işlem
yapan firmalar ve hanehalkı kalır.
Hanehalkı, firmaların ürettikleri mal ve hizmetleri tüketmektedirler. Firmalar, bu mal ve hizmetleri üretmek
için, sermaye, işgücü ve toprak gibi üretim faktörlerinin kullanım hakkını satın almaktadır
(faktör piyasası). Faktör piyasalarında, firmalar tarafından, satın alınan üretim faktörlerine karşılık ödeme yapılır. Bunlar, üretim faktörlerinin fiyatı olan, ücret, kâr, rant ve faizdir. Hanehalkları, elde ettikleri bu gelir ile
firmaların satın aldıkları üretim faktörleri ile ürettikleri mal ve hizmetleri mal piyasasında satın
alırlar. Firmalar, sattıkları mal ve hizmetlerden elde ettikleri geliri, satın alacakları üretim
faktörleri için kullanırlar. Sonuçta, firmalarla hanehalkı arasında bir yandan reel bir akım, bir yandan
da buna karşılık gelen parasal bir akım dolaşmaktadır. Sistem içinde dolaşan reel akım
unsurlarını üretim faktörleri oluştururken parasal akım gelir ve harcamalardan oluşur.
II)
MİLLİ GELİR VE GELİR TANIMLARI VE HESAPLARI
Gelir; bir kişiye, bir topluluğa belli zamanlarda, belli yerlerden gelen para olarak değerlendirildiği
gibi üretim ve hizmet süreçleri sonucu elde edilen parasal ya da nesnel getiri
olarak da değerlendirilmektedir. Milli gelir ise, bir ülkede belli bir dönemde üretilen mal ve hizmetlerin üretimine katılan üretim faktörlerinin
üretime katılmaları karşılığında aldıkları payların parasal değeridir. Diğer bir tanımlamayla milli gelir, bir ülkede belli bir dönemde mal ve hizmet üretiminden doğan
üretim faktörleri gelirlerinin toplam parasal değerini, diğer bir deyişle, milli ekonominin bir yıl içinde
yarattığı toplam net hasılayı ifade eder. Milli gelir ekonomi bütününde para akımını
değil, reel olarak mal ve hizmet akımını belirtir, ama bu akım sadece fiyatlarla ifade edilebilir.
Milli gelir
hesapları 2 taraflıdır: üretim tarafı ve gelir tarafı. Üretim tarafında, mallar ve satışlar
hesaplanırken gelir tarafında satışlardan elde edilen hasılatın bölüşümü hesaplanmaktadır.
Üretim tarafında iki büyük ölçüm vardır: GSMH ve GSYİH.
A. GSMH: Bir ekonomide belirli bir yıl içinde
üretilen tüm nihai mal ve hizmetlerin toplam değeridir. GSMH ait olduğu dönem içerisinde ekonomide yeniden yaratılan
mal ve hizmet akımlarını ifade eder. GSMH, ekonominin toplam gelirini ölçen bir büyüklüktür. GSMH’nın yıllık bazda artışları
ise ülke ekonomisinin büyümesini gösterir. GSMH, bir ülkenin toplam üretimidir. Yani toplam üretim GSMH’ya eşittir.
GSMH’nın değeri iki yolla açıklanabilmektedir. İlk olarak, hasılanın elde edildiği
ve ölçüldüğü dönemde geçerli olan fiyatlar kullanılabilir ve böylece cari fiyatlarla GSMH değerine ulaşılmış
olur. İkinci olarak, belli bir temel ya da baz yılın fiyatları kullanılarak (sabit fiyatlarla) hesaplama olanağı vardır. Cari fiyatlarla hesaplanan GSMH’ya
nominal GSMH, sabit fiyatlarla hesaplanan GSMH’ya ise reel GSMH denilmektedir.
B. GSYİH: Günümüzde ülkeler arasında
giderek yoğunlaşan ticarete paralel olarak sermaye ve işgücü akımları artış göstermektedir.
Bazı şirketler diğer ülkelerde yeni yatırımlar yapmakta, ihaleler almakta veya müteahhitlik hizmetlerinde
bulunmaktadır. Bazı durumlarda ülke vatandaşları çeşitli alanlarda hizmet vermek üzere diğer
ülkelere işçi olarak ya da yeteneklerini sergilemek amacıyla çıkış yaparlar.bu ülkelerde elde ettikleri
kazançlarını kendi ülkelerine transfer ederler. Transfer edilen bu gelirler, ülkeler arasındaki milli gelir
rakamlarının karşılaştırılmasında ölçü olarak alınan GSMH rakamlarında sağlıklı
sonuç almayı önler. Bu nedenle özellikle ülkeler arası karşılaştırmalarda GSMH yerine söz konusu
ülkelerin sınırları içerisinde üretilen mal ve hizmetlerin parasal değerini ifade eden GSYİH kavramı
göz önüne alınmaktadır.
O halde GSYİH; bir ülkenin sınırları içinde bir yıl süresince, ister yerli ister yabancı
olsun tüm üretim faktörleri tarafından yapılan üretimi ifade eder. GSMH ise, yurtiçinde veya yurtdışında
olsun, ulusal kaynaklar tarafından gerçekleştirilen üretimi göstermektedir. Yani GSYİH’da üretimin yeri,
GSMH’da ise kaynakların yerli ve yabancı oluşu esas alınmaktadır.
Bir ülkenin GSMH’sından o ülkenin GSYİH’sına ulaşmak için yurtdışından
elde edilen faktör gelirleri o ülkenin GSMH’sına eklenir ve yabancı faktörlerin yurtdışına
transfer ettikleri faktör gelirleri de bundan çıkartılır; diğer bir deyişle GSMH’ya net yurtdışı
faktör gelirleri eklenir.
C. NET (SAFİ) MİLLİ HASILA: Safi Milli Hasılaya, GSMH'dan üretim sırasında kullanılan sabit sermaye unsurlarında
o yıl içinde meydana gelen aşınma ve eskime payları yani amortismanlar çıkarıldıktan sonra
ulaşılır.
D. MİLLİ GELİR (Faktör Fiyatlarıyla Safi Milli Hasıla):
Gayri safi milli hasıla ve safi milli hasıla piyasa fiyatlarıyla ölçülen büyüklüklerdir.Ama piyasa fiyatları
faktör ödemesi olmayan dolaylı vergileri de içerir. Safi milli hasıladan sektörlerin o yıl içinde ödedikleri
dolaylı vergilerin düşülmesi, devletin görev zararı karşılığı olarak üreticilere verdiği
sübvansiyonların eklenmesiyle milli gelir değerine diğer bir tanımlamayla faktör fiyatlarıyla net
milli hasılaya varılmaktadır.
E. KİŞİSEL GELİR: Milli
gelir üretim faktörleri tarafından kazanılan geliri ölçerken, hanehalkı tarafından edinilen (kişisel)
geliri göstermemektedir. Milli gelirin kazanılmış fakat gösterilmeyen bölümü kârları, vergileri, dağıtılmamış
firma kârlarını ve sosyal güvenlik paylarını içermektedir. Öte yandan, hanehalkının edindiği
gelirin bir kısmı henüz kazanılmamış ve bir kısmı hiç kazanılmayacaktır. Bu gelir,
kamu ve özel transfer ödemeleri tarafından karşılanmaktadır. Transfer ödemeleri; sosyal güvenlik, refah,
işsizlik ve hizmet karlarını içermektedir. Bunun yanısıra, tüketiciler tarafından ödenen faiz
ile hükümet borçları üzerinden ödenen faiz ödemeleri de kişisel gelirin içine dahildir.
Dolayısıyla kişisel gelir, vergilerden önce kişilerin eline geçen harcanabilir gelirdir. Başka
bir tanıma göre kişisel gelir üretim faktörü sahiplerinin bir dönem içinde fiilen elde ettikleri gelirlerin toplamıdır.
Kişisel gelire milli gelirden kurumlar vergisi, dağıtılmamış firma kârları, sosyal
güvenlik paylarının çıkarılması ve elde edilen değere transfer ödemeleri, devlet borçları
üzerinden ödenen faizler ve tüketicilerin ödediği faizlerin eklenmesi ile ulaşılır.
Kişisel gelir, transfer ya da faiz ödemelerinin arttığı dönemlerde milli geliri aşabilir.
F. KULLANILABİLİR (HARCANABİLİR)
GELİR: Harcanabilir gelir, bireylerin serbestçe kullanabilecekleri gelirdir. Kişisel gelirden dolaysız
vergilerin çıkarılmasıyla elde edilen harcanabilir gelir en küçük milli gelir büyüklüğüdür. Bu tanıma
göre harcanabilir gelir, bütün kişisel harcamaların ve tasarrufların toplamı olarak da belirtilebilir.
GSYİH
Dış alemden gelen net faktör gelirleri
+_________________________________
GSMH (Piyasa Fiyatları ile)
Amortismanlar
- _________________________________
SMH (Piyasa Fiyatları İle)
- Dolaylı vergiler
+ Sübvansiyonlar
_________________________________
MİLLİ GELİR (Faktör Fiyatları İle SMH)
-
Kurumlar vergisi
-
Dağıtılmamış firma kârları
-
Sosyal güvenlik payları
+ Transfer harcamaları
+ Devlet borçlanma faizleri
__________________________________
KİŞİSEL GELİR
-
Dolaysız vergiler
__________________________________
HARCANABİLİR (KULLANILABİLİR) GELİR
Bu ölçütlerden; Gayri Safi Milli Hasıla ekonominin toplam üretim kuvvetini, net milli hasıla net ekonomik
başarıyı, milli gelir ise ülke sakinlerinin ortalama gelir ve satın alma gücünün seviyesini açıklar.
Bundan ötürü milli gelir ekonomik refah ölçüsü olarak kullanılmaktadır.
III) MİLLİ GELİRİN HESAPLANMASI
Milli gelir üç farklı yoldan hesaplanabilir. Bunlar sırasıyla, üretim yöntemi, gelir yöntemi ve harcama
yöntemidir.
A. Üretim Yöntemi: Bu yöntemde amaç bir ekonomide
aynı mal ve hizmetleri üreten birimlerden meydana gelen faaliyet kollarındaki nihai mal ve hizmet üretim değerlerinin
ölçülmesidir. Bir faaliyet kolunda üretilen mal ve hizmetlerin piyasa fiyatlarıyla değerlendirilmesiyle bu faaliyet
kolunun gayri safi üretim değerine ulaşılır. Bu üretim değeri üretimde bulunabilmek için kullanılan
ara mallarını da kapsar. Üretim yolu ile Gayri Safi Milli Hasıla ise toplam gayri safi üretim değerinden
bu ara mallarının değerinin çıkarılması ile elde edilir.
B. Gelir Yöntemi: Bir ekonomide belirli
bir dönemde üretilen mal ve hizmetlerin üretiminde görev yapan üretim faktörlerinin üretimden aldıkları payları
toplayarak milli geliri hesaplamak mümkündür. Burada önemli olan, tüm üretim faktörlerinin üretime katılmış
ve pay almış olmalarıdır ve gelirlerini beyan etmiş olma zorunluluklarıdır. Ama buradaki
sakınca; vergi kaçağının fazla olduğu ülkelerde beyan edilen gelirlerin düşük olmasıdır.
Bu durum hesaplamada güçlükler doğurmaktadır.
C. Harcama Yöntemi: Harcamalar yönteminde milli ekonomide belli
bir süre içinde tüketime ve yatırıma yapılan harcamalar toplamı olarak Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya
ulaşılır. Bu toplamda tamamlanmış mal ve hizmetler ele alınır. Harcama yapılarak elde
edilen mal ve hizmetlerin bir kısmı yıl içerisinde ara mal olarak başka mal ve hizmetlerin üretiminde
kullanılır. Bir kısmı ise doğrudan tüketime yatırıma ya da stok veya ihracata gider. Bunlar
nihai kullanım olarak adlandırılır.Yıl içerisinde başka bir sınai işlem görmeyerek
nihai alıcılar tarafından satın alınan mallar nihai kullanımın kapsamını oluşturur.
Bir ekonomide satılan bütün nihai mal ve hizmetlerin toplam değeri nihai kullanım değerine bu ise gayri
safi katma değerlerin toplamına eşittir.
2.
BÖLÜM
GELİR
DAĞILIMI VE GELİR DAĞILIMI ADALETSİZLİĞİ
I) GİRİŞ
Gelir dağılımındaki adaletsizlik ve yoksulluk günümüzde
dünyanın karşılaştığı en ciddi sorunlardandır. Dünyada 1980’lerle başlayan
değişim sürecinde gelir dağılımı sorunu sıradan bir ekonomi sorunu olmaktan çıkmış
politik ve sosyal bir sorun olarak algılanmaya başlamıştır. Gelir dağılımı sorunu
genelde yoksulluk sorununa indirgenmeye başlanmıştır. Bu çerçevede “gelir yoksulluğu”,
“sosyal imkan yoksulluğu” ve “insani yoksulluk” gibi yeni kavramlar inşa edilmiştir.
Diğer taraftan, gelirin kişisel, fonksiyonel, faktörel ve bölgesel dağılımını gösteren
çalışmalar eskiden olduğu gibi gelir eşitsizliğinin değişimini izlemekte kullanılmaya
devam etmektedir.
Gelir bölüşümünün adaletsiz olduğu bir ülkede toplumsal huzursuzluğun olması kaçınılmazdır.
Varolan eşitsizlikleri azaltma ve gelir düzeyi düşük kesimlerin gelirlerini ekonomik gelişmeye paralel olarak
arttırmak bu bakımdan önemlidir.
Gelir dağılımı bir ülkedeki tüketim, tasarruf hacmini tüketimin bileşimini etkilemekte ve
bu nedenle gelir dağılımının veya gelir dağılımındaki bozulmanın derecesinin
ve nereden kaynaklandığının bilinmesi gerekmektedir. Etkin bir gelir dağılımı politikasının
uygulanması da bu şekilde mümkündür. Bölüşüm sorunu yalnızca varolanı paylaşmak değildir,
ülkede toplam kaynakların dengeli dağılması sonucunda piyasa genişlemesi sağlanacak ve ekonomide
üretim potansiyeli artacaktır.
II) GELİR DAĞILIMININ TEMEL EKONOMİK AMAÇLAR İÇİNDEKİ
YERİ VE ÖNEMİ
Gelir dağılımını kavramsal çerçeve içerisinde ele alırsak,
gelir dağılımı ekonomik bir kavram olarak ulusal gelirin dağılımı anlamına gelir.
Ekonomik açıdan, coğrafi gelir dağılımı, sektörel gelir dağılımı, fonksiyonel
gelir dağılımı, kişisel gelir dağılımı gibi bölümlemelere gidilebilir.
Ekonomik süreç içerisinde
fonksiyonel gelir dağılımı ile ilk olarak ortaya çıkan gelir brüt gelirdir. Ekonomi teorisi brüt
gelirle ilgilenir, buna faktör gelirlerinin dağılımı, birincil dağılım adı da verilmektedir.
İkincil dağıtım ise, gelirin doğuşu ile kullanışı arasında geçen yeniden
dağılımı ile ilgili konuları kapsamaktadır. Bu nedenle ikincil dağıtım devletin
araya girerek sosyal ve etik nedenlerle birincil dağılımı düzenlemesi anlamına gelir. Böylece devletin
müdahalesi sonucu ortaya çıkan gelir dağılımı ikincil gelir dağılımı olarak adlandırılır
ve birincil dağılıma göre daha eşitçi olduğu kabul edilir. Bir anlamda da devletin gelirleri daha
eşitlikçi bir düzeye sokma çabalarını gelirin yeniden dağılımı olarak ele alabiliriz. Bu amacı gerçekleştirmek için devletin elinde gelir dağılımının fonksiyonunu
ve büyüklüğünü etkileyebilecek çok sayıda araç bulunmaktadır. Mali olmayan politika araçları arasında istihdam, ücret ve fiyat kontrolleri yer alırken vergi politikası,
kamu giderleri politikası ve kamu borçları politikası mali politika araçlarını oluşturmaktadır.
Bu araçlar kadar etkili olmasa da para politikası da gelir dağılımı ve yoksulluk üzerinde etkide
bulunabilir. Gelirlerin daha eşit duruma getirilebilmesi için temel maliye politikası araçlarından biri olan vergiler,
kişi ve kurumların gelirlerine göre farklı uygulanabilir. Bunun yanı sıra kamu harcamalarından
değişik kesimlerin farklı oranlarda faydalanması yoluyla da oransal bir dengeye ulaşılmaya çalışılabilinir.
III) GELİR DAĞILIMINI ETKİLEYEN FAKTÖRLER
Gelir dağılımını etkileyen veya
onu belirleyen bazı temel faktörler bulunmaktadır. Bunlar sırasıyla servetin dağılımı,
işgücü niteliğinin dağılımı ve faktör fiyatlarının dağılımıdır.
Bu dağılımlar arasındaki dengesizlikler gelir dağılımını etkilemekte ve onu eşit
(adil) olmaktan uzaklaştırmaktadır. Sosyo-ekonomik grupları önemli ölçüde etkileyen gelir dağılımını,
adil olmaktan uzaklaştıran başka faktörler de bulunmaktadır. Bunların bazıları, yüksek
enflasyon, para arzı artışları, yüksek faizler, yüksek devalüasyon, bütçe açıkları, nüfus artışı,
iç borçlanma, tekelleşme, haksız koruma ve teşvikler, gelişme hızı büyüklüğü, etkin olmayan
vergi sistemi, özelleştirme vb. sayılabilir. Bu faktörler dışında, daha da önemli olan ve ihmal edilen bir diğer faktör de demokrasidir.
Gelir dağılımı
ile demokrasi arasında aynı yönde ve güçlü bir ilişki olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Diğer bir deyişle, gelir dağılımı eşitsizlikten uzaklaştığında (adil
duruma geldiğinde) demokrasinin varlığı göze çarpmakta veya demokrasi yerleştiği ülkelerde gelir
dağılımının eşitsizlikten uzaklaştığı görülmektedir.
Gelir dağılımını etkileyen en önemli makroekonomik değişken, ekonomik büyümedir.
Ekonomik büyüme, yatırımları ve dolayısıyla istihdam hacmini arttırmaktadır. Gelir dağılımı
adaletinin sağlandığı şartlarda ekonomik büyüme, düşük gelire sahip toplum kesimlerinin gelir
düzeyini olumlu yönde etkilemektedir. Ancak ekonomik büyüme ve gelişme, sadece sermaye sahipleri ile bağlantılı
hale getirildiğinde, gelir dağılımı adaletsizliğinin düşük gelirliler aleyhine gelişeceği
bir gerçektir.
Makro ekonomi politikalarının özellikle bütçe yönetiminin, gelir dağılımı üzerine doğrudan
ve dolaylı etkileri vardır. Fiyat istikrarı ve sürdürülebilir bir büyüme politikası gelir dağılımını
olumlu yönde etkilemektedir. Fiyat istikrarının sağlanması, düşük gelirlilerin satın alma gücünü
yüksek gelir gruplarına göre daha fazla arttırmaktadır. Bu durum, gelir dağılımı eşitsizliğini
azaltan önemli bir gelişmedir.
Makroekonomik
istikrarın sağlanması, ekonomik büyümeyi olumlu yönde etkilediğinden kamu gelirleri ve dolayısıyla
sosyal harcamalar artmaktadır. Sosyal harcamaların artışı, gelir dağılımının
düşük gelirliler lehine gelişmesini sağlayan önemli bir faktördür. Kamu bütçesinin fazla vermesi, uzun dönemde
gelir dağılımını olumlu yönde etkileyen diğer önemli bir faktördür. Kamu bütçesinin fazla vermesi,
kamu harcamalarına ve yatırımlara ayrılabilecek kaynakların artmasına neden olmaktadır.
Bu nedenle kısa dönemde mali disiplinin sağlanması, orta ve uzun vadede kullanılabilir kamu gelirlerinin
artmasına neden olduğundan, hükümetlerin gelir eşitliğini sağlama güçleri artmaktadır.
Özellikle gelişmekte olan ülkelerde enflasyonun hanehalklarının satın alma güçleri üzerinde önemli
etkileri vardır. Yüksek oranlı enflasyon, paranın satın alma gücünü düşürmektedir. Enflasyon oranının
düşmesi ise kaynakların yeniden dağılımına neden olarak düşük gelirlilerin satın alma
gücünü arttırmaktadır. Düşük enflasyon oranı, alt gelir grupları açısından kamu transferlerinin
reel değerini arttırmaktadır.
Gelir dağılımı ekonomik büyüme, bütçe fazlalığı ve enflasyon gibi makro ekonomik
değişkenlerin dışında, teknolojik gelişmeler ve göç sürecinden de etkilenmektedir. Teknolojik
gelişmeler, üretimde eğitimli emeğin payını arttırmaktadır. Emeğin eğitim düzeyi,
çalışanlar arasındaki ücret farkını belirleyen temel faktörlerdendir. Eğitimli emeğe olan
talep, emek arzının üzerinde artış gösterdiğinde, eğitimli emek ile eğitimsizler arasındaki
ücret farkı açılmaktadır.
IV) ÜLKE ÖRNEKLERİ İLE GELİR DAĞILIMI ADALETSİZLİĞİ
Bu yüzyılın başında dünya hasılası %3' ü aşan oranlarda artışlar göstermiştir.
Ancak hasılanın uluslararası alanda dağılımı eşit olmamıştır. Gelir
dağılımı adaletsizliğinin en fazla olduğu ülkeler, Latin Amerika, Aşağı-Sahra
Afrika ülkeleri ile Rusya'dan ayrılıp bağımsızlığını ilân eden dönüşüm süreci
içinde olan ülkelerdir. 1990'lı yıllarda bu ülkelerdeki gelir eşitsizlikleri artış göstermiştir.
Gelir eşitsizliğini ölçmede kullanılan analiz araçları, Lorenz Eğrisi ve Gini Katsayısıdır.
Lorenz
Eğrisi, gelir dağılımındaki eşitsizliği, yatay ekseninde nüfusun kümülatif oranlarıyla,
dikey ekseninde de bu nüfusun elde ettiği gelirin kümülatif oranlarıyla gösteren diyagramdır. Lorenz Eğrisi,
yüzde olarak ülkedeki toplam gelirin ne kadarını kaç kişinin aldığını, diğer bir deyişle;
gelirin paylaşım şeklini göstermektedir. Lorenz Eğrisi, eğer gelirin dağılımında
bir eşitlik söz konusu ise herkesin gelirden eşit ölçüde pay aldığını ifade etmek için “tam
eşitlik doğrusu” adını alır. Lorenz Eğrisinin tam eşitlik doğrusundan uzaklaşmaya
başlayarak daha çukur hale gelmesi, gelir paylaşımında eşitsizlik olduğu anlamına gelmektedir.
Gelir eşitsizliğini
tek bir değerde özetleyen Gini Katsayısı, kişisel gelir dağılımını ölçmede en
çok kullanılan ölçülerden biridir. Gini Katsayısı “0” ile “1” arasında değişen
bir katsayı olma özelliğine sahiptir. Bir toplumda herkes eşit gelir elde ediyorsa Gini Katsayısı
“0” değerini almakta, toplumdaki gelirler yalnız bir kişi tarafından alınmışsa
Gini Katsayısı “1”e eşit olmaktadır. Gini Katsayısının büyüklüğü gelir
düzeyinin büyüklüğüne değil, farklı gelir düzeyleri arasında kalan kişilerin sayısına bağlıdır.
Gini oranının artması eşitsizliğin arttığını, azalması ise eşitsizliğin
azaldığını gösterir.
Dünya ölçeğinde
gelir dağılımı değişim göstermektedir. Gelir eşitsizliğinin en fazla olduğu bölge,
Latin Amerika ve Aşağı-Sahra Afrika'dır. Söz konusu bölgelerde Gini katsayısı yaklaşık
olarak 0.50 civarındadır. Son yıllarda dönüşüm sürecindeki ülkelerde de gelir eşitsizliği artmıştır.
1980'li yıllarda bu ülkelerde Gini katsayısı 0.25 iken 2000 yılında yapılan araştırmada
0.40'ı aştığı görülmüştür.. Çin ve Hindistan gibi dünyada nüfusu kalabalık kalabalık
ülkelere ait gelir dağılımı verileri incelendiğinde, Çin'in Gini katsayısı 0.43, Hindistan'ın
ise 0.38'dir. Çin'de en üst gelir diliminde yer alan nüfusun %10'u toplam gelirin %34.9'unu, Hindistan'da ise %33.5'ini almaktadır.
DİE tarafından yapılan gelir dağılımı anket sonuçlarına göre, 2000 yılı
itibariyle Türkiye'de Gini Katsayısı 0.40'tır.
Ülkeler
arasındaki eşitsizlik 1980’lerde ve 1990’larda artış göstermiştir. Bu dönem boyunca;
gelişmiş ülkeler arasında eşitsizlik 15 ülkede arttı ve sadece 1 ülkede azaldı; geçiş ülkelerinde
eşitsizlik her ülkede keskin bir şekilde arttı; Latin Amerika’da 13 ülkenin 8’inde eşitsizlik
arttı ve Asya’da 10 ülkenin 7’sinde eşitsizlik artmıştır. Sadece verileri tam olarak
belli olamayan Afrika’da eşitsizliği artan ve azalan ülke sayısı birbirine eşittir. Bu hareketlerden
anlaşılan şudur ki; büyüme oranları gelir dağılımını etkilememektedir: geçtiğimiz
yıllarda yaşanan eşitsizlikteki artışlar, yüksek ve düşük büyüme oranına sahip ülkelerin
eşitliğini etkilemiştir.
Tablo 1:
1980-1990 Arası Gelir Dağılımındaki Değişiklikler
|
Eşitsizliği
artan ülke sayısı |
Eşitsizliği
azalan ülke sayısı |
Gelir
dağılımında hiçbir değişiklik olmayan ülke sayısı |
OECD |
15 |
1 |
2 |
Doğu
Avrupa ve CIS |
11 |
0 |
0 |
Latin
Amerika |
8 |
3 |
2 |
Asya |
7 |
3 |
0 |
Afrika |
3 |
3 |
1 |
V) DÜNYA GELİR
DAĞILIMI
Bu başlık altında, dünyanın değişik coğrafi
yerlerindeki değişik ülkelerde-gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler- görülen eşitsizliği
inceleyeceğiz. Aşağıdaki Tablo 2, çeşitli ülkeler ve bölgeler arasında 1999 yılında
gerçekleşen SGP ile ölçülmüş GSMH oranları yer almaktadır. İlk kayda değer gözlem, ileri sanayileşmiş
ülkeler (ABD, Japonya, Batı Avrupa) ile dünyanın geri kalanı arasındaki büyük eşitsizliktir. Dünya nüfusunun sadece %12.81’ine sahip olmalarına karşın dünya
gelirinin %49.55’inr sahipler. Böylece, global gelirin yaklaşık yarısı, global nüfusun en zengin
1/8’ine gitmektedir.
Aşağı-Sahra
Afrika, Amerika’nın 30,600$ olan KBG ile karşılaştırıldığında 1,400$ ile
en düşük KBG’e sahip ülkedir.
Tablo 2:
1999’da Dünya Gelir Dağılımı
Ülke |
Nüfus (mio) |
Dünya Nüfusu (%) |
SGP ile GSMH (myr $) |
Dünya GSMH (%) |
SGP ile KBG |
ABD |
273 |
4.57 |
8,350.1 |
21.52 |
30.6 |
Japonya |
127 |
2.13 |
3,042.9 |
7.84 |
24.0 |
|
365 |
6.11 |
7,834.2 |
20.19 |
21.5 |
Düşük
ve Orta Gelirli Ülkeler |
Doğu
Asya ve Pasifik |
1.837 |
30.74 |
6,423.8 |
16.55 |
3.5 |
Avrupa ve
Merkez Asya |
475 |
7.95 |
2,654.1 |
6.84 |
5.6 |
Latin Amerika
ve Karayipler |
509 |
8.52 |
3,197.1 |
8.24 |
6.3 |
Orta Doğu
ve Kuzey Afrika |
291 |
4.87 |
1,337.5 |
3.45 |
4.6 |
Güney Asya |
1.329 |
22.24 |
2,695.0 |
6.94 |
2.0 |
Aşağı
- Sahra Afrika |
642 |
10.74 |
929.3 |
2.39 |
1.4 |
|
Düşük
ve Orta Gelirli Ülkeler |
5.084 |
85.09 |
17,323.9 |
44.64 |
3.4 |
Yüksek Gelirli
Ülkeler |
891 |
14.91 |
21,763.4 |
56.68 |
24.4 |
Dünya |
5.975 |
100.00 |
38,804.9 |
100.00 |
6.5 |
Dünya ve ülkelerde gelir dağılımı farklılıklarının
oldukça büyük olması, üretim süreçlerinin yapısına bağlı bulunuyor. Genel bir eğilim olarak
fakir ülkelerde üretim sürecine katılan üretim faktörlerinin, (özellikle emeğin kalitesi ve teknolojik seviye) gelişmiş
ülkelere göre durumu daha kötü. Bu da üretilecek mal ve hizmetlerin miktarını bileşimini ve kalitesini etkilediğinden
gelir dağılımının da farklılaşmasının temel nedeni oluyor. Ülkeler arasında
yapılan mukayeselerde eğitim ve öğretim faklılıklarının bireylerin üretim sürecinden aldıkları
payı doğrudan etkilediği görülüyor. Bu nedenle birçok ülkede kamunun en önemli fonksiyonlarından birinin
eğitim imkanlarını ve kalitesini arttırmak olduğu ifade ediliyor.
A.
Kişi Başına Düşen Gelir Düzeyleri Bakımından Gelir Adaletsizliği
Tablo 3’te Dünya Bankası’nın kişi başına milli gelir düzeyleri yönünden yaptığı
ülke sınıflaması gösterilmektedir. Bu tablodan
anlaşıldığı üzere 1999 yılında üst gelirli ülkelerde kişi başına düşen
milli gelir ortalaması 25.730 dolardır. Düşük gelirli ülkelerde ise kişi başına düşen GSMH
sadece 410 dolardır. Türkiye ise 2.900 dolarla orta-üst gelirli ülkeler kategorisinde yer almaktadır. Satın
alma gücü paritesi yönünden ise gelir gruplarına göre durum şu şekildedir: Üst gelirli ülkelerde kişi
başına düşen GSMH ortalaması 24.430, düşük gelirli ülkelerde kişi başına düşen
GSMH ortalaması 790, Türkiye’de ise 6.126 dolardır.
Bu verilerden
çok açık bir şekilde anlaşılacağı üzere ekonomik refah düzeyi yönünden zengin ve yoksul ülkeler
arasında büyük bir uçurum bulunmaktadır.
Tablo 3: Kişi Başına Düşen Milli Gelir Düzeyleri Bakımından Ülke Grupları (1999-
Dolar)
Tablo 4’te
daha spesifik olarak en yoksul ve en zengin 10 ülkede kişi başına düşen GSMH rakamları yer almaktadır.
Kişi başına düşen GSMH’nın (satın alma gücü paritesi yönünden) en düşük olduğu
ülkelerin başlıcalar şunlardır: Nijer, Mali, Yemen, Zambia, Angola, Etyopya, Malawi, Burundi, Tanzanya,
Sierra Leone. Bu ülkelerin tamamında kişi başına düşen GSMH 1000 doların altındadır.
Dünyanın en zengin 10 ülkesi ise Tablo 5’te gösterilmiştir. Bu ülkelerde ise kişi başına düşen
GSMH 23.000 dolar ile 30.000 dolar arasındadır.
Tablo 4:
Kişi Başına Düşen Milli Gelir Düzeyleri Bakımından Dünyanın En Yoksul 10 Ülkesi
(Kişi Başına Düşen GSMH-
Satın Alma Gücü Paritesi)
Tablo 5:
Kişi Başına Düşen Milli Gelir Düzeyleri Bakımından Dünyanın En Zengin 10 Ülkesi
(Kişi Başına Düşen GSMH-
Satın Alma Gücü Paritesi)
Tablo 6’da dünyada kişisel gelir dağılımı
yönünden göreceli olarak eşitsizliğin en kötü ve yine göreceli olarak en iyi olduğu 10 ülke gösterilmiştir.
En son yapılan gelir dağılımı araştırmaları çerçevesinde dünyada gelir dağılımında
eşitsizliğin en kötü olduğu ülkelerin başlıcaları şunlardır: Guatemala, Paraguay,
Brezilya, Sierra Leona, Güney Afrika, Merkezi Afrika Cumhuriyeti, Kolombiya vs. Bu ülkelerde nüfusun en alt yüzde 20’lik
kısmının milli gelirden aldığı pay ile nüfusun en üst yüzde 20’lik kısmının
milli gelirden aldığı pay arasında ciddi bir uçurum bulunmaktadır. Örneğin, Guatemala’da
en yoksul yüzde 20’lik kesimin milli gelirden aldığı pay yüzde 2.1 iken, en zengin yüzde 20’lik
kesimin milli gelirden aldığı pay yüzde 63’tür.
Dünyada zengin ile yoksul arasındaki gelir eşitsizliğinin
göreceli olarak daha iyi olduğu başlıca 10 ülke ise şunlardır: Slovak cumhuriyeti, Japonya, Avusturya,
Finlandiya, Çek Cumhuriyeti, Beyaz Rusya, Norveç, Mısır, İsveç, Belçika ve Lao. Bu ülkelerde en yoksul ile
en zengin arasında milli gelirden aldıkları pay oranı yönünden fark giderek kapanmaktadır. Örneğin,
Japonya’da en yoksul yüzde 20’lik kesimin milli gelirden aldığı pay yüzde 10.6 iken, en zengin
yüzde 20’lik nüfusun milli gelirden aldığı pay yüzde 35.7’dir. Bu oranlar tabloda yer alan diğer
ülkelerde de benzer durumdadır.
Tablo 6:
Dünyadaki Gelir Dağılımındaki Eşitsizliğin Göreceli Olarak En Kötü ve En İyi Olduğu
10 Ülkenin Karşılaştırılması
3. BÖLÜM
KAYITDIŞI EKONOMİ VE TÜRKİYE
I) KAYITDIŞI EKONOMİ
Günümüz
ekonomilerinin önemli sorunlarından birisi olan kayıtdışı ekonomi, nedenleri, sonuçları ve işleyişi
bakımından karmaşık bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle, kayıtdışı
ekonominin kayıt altına alınması hem gelişmekte olan ülkeler için hem de gelişmesini tamamlamış
ülkeler için çözümlenmesi gereken ciddi bir sorun olmaktadır.
Kayıtdışı
ekonomi, etki oluşum ve sonuçları itibariyle bir iktisadi bir anlam ve değeri olduğu halde kayıtlarda
yer almayan ve bu nedenle de çeşitli sonuçları bulunan faaliyetleri ifade etmekte ve ekonominin denetim izlenme
ve yönlendirilmesinde ciddi bir belirsizlikler seti oluşturmaktadır. Kısaca, kayıtdışı
ekonomi, kamu otoritelerinin denetimi dışında kalan her türlü ekonomik işlemdir.
Kayıtdışı
ekonomi hayatın bir gerçeği olmayı sürdürürken ne yazık ki yükseliş trendi içerisinde olduğu
yönünde önemli göstergeler de bulunmaktadır. Birçok toplum bu tür faaliyetleri kısıtlamak için eğitim
ve cezalandırma gibi önlemlere başvururken problemin asıl kaynağı olan vergi ve sosyal güvenlik reformunu
yapmaktan uzak bulunmaktadırlar. Kayıtdışı ekonomik faaliyetin gizliliği bu konuda sağlıklı
veri bulmayı zorlaştırmaktadır. Ancak kayıtdışı ekonomik faaliyet alanında sağlıklı
verilerin sağlanması etkili ekonomi politikalarının oluşturulmasında hayati bir öneme sahiptir.
Kayıtdışı
ekonominin büyümesini çeşitli faktörler etkilemektedir. Bunlardan en önemlisi vergi yükünün artışı, sosyal
güvenlik katkı oranlarının artışı, kayıtlı ekonomideki yasal düzenleme ve sınırlamaların
artışı, işsizlik ile kamu kurumlarına karşı sadakatin azalması olarak sayılabilir.
Tüm ülkelerde kayıtdışı ekonominin yükselişinin en önemli sebebi vergi yükü ve sosyal güvenlik
yükümlülüğü gösterilmektedir. Ekonomideki net ücret ile brüt ücret ve vergi öncesi net gelir arasında fark büyüdükçe
kayıtdışı ekonomi büyümektedir.
Kayıtdışı
Ekonomi, dünyanın küreselleşme sürecine girmesiyle birlikte kontrolünün daha da güçleştiği bir ivme kazanmaya
başlamıştır. Boyutu konusunda farklı rakamlar ve yöntemler ortaya konmaktadır. Uluslararası
ölçümlere göre ise kayıtdışı ekonominin büyük boyutlarda olduğu ülkelerde durum şu şekildedir:
Tablo 7: Kayıtdışı
Ekonominin GSYİH’ya Oranı (%)
Ülkeler |
% |
Ülkeler |
% |
Ülkeler |
% |
Nijerya |
76 |
Yunanistan |
27 |
Fransa |
15 |
Tayland |
70 |
Macaristan |
26 |
Almanya |
14 |
Mısır |
68 |
İtalya |
24 |
Avustralya |
13 |
Filipinler |
50 |
İspanya |
22 |
Hollanda |
12 |
Meksika |
49 |
Belçika |
21 |
İngiltere |
11 |
Türkiye |
45 |
Arjantin |
20 |
Hong Kong |
11 |
Rusya |
40 |
İsveç |
19 |
Avusturya |
10 |
Malezya |
39 |
Danimarka |
19 |
ABD |
9 |
G.Kore |
38 |
Kanada |
15 |
Japonya |
8 |
Brezilya |
29 |
Çek Cum. |
15 |
İsviçre |
8 |
II)
TÜRKİYE’DE KAYITDIŞI EKONOMİ
A. Kayıtdışı
Ekonomiye Yol Açan Faktörler
Türkiye’de hızla artan nüfus, göç ve kentleşme, kayıtdışı ekonominin gelişmesi
için uygun bir ortam yaratmıştır.
Kayıtdışı çalışmanın kapsamı ve boyutunu etkileyen diğer faktörler arasında,
vergi ve sosyal katkı düzeyleri, bürokratik engeller, düzenleyici ve idari yükler, işgücü piyasasına ilişkin
mevzuatın uygun olmaması, sanayinin yapısı ve KOBİ’lerin ağırlığı,
düşük rekabet gücü, kültürel açıdan kabul görme sayılabilir.
Küçük işletmelerin yaygınlığı, izlemeyi ve denetlemeyi zorlaştırdığı
için bu, işletmelerin kayıtdışında kolaylıkla faaliyet göstermesine imkan vermektedir.
Vergi yükü, kayıp ve kaçağı kayıtdışı ekonominin önemli bir unsurudur. Türk vergi
sisteminin içerdiği istisna ve muafiyetlerin fazlalığı, yarattığı bürokrasi, vergi idaresinin
yeterince etkinliğe kavuşmamış olması ve vergi denetiminin sınırlı kalması kayıtdışı
ekonominin oluşumunda etkili olmaktadır.
İstihdama yönelik yasal yükümlülüklerin toplam işgücü maliyeti içinde önemli bir paya sahip olması kayıtdışı
istihdamı artırmaktadır. Türkiye’de toplam işgücü maliyeti içinde işverenlerin ücret dışı
(overhead) maliyetleri %18 ile OECD ortalamasına (%19) çok yakındır. AB ortalaması %25’tir. Yeni
sanayileşen dört Asya ülkesinde (Kore, Hong-Kong, Singapur, Tayvan) ve Meksika’da bu oran %12’dir. Türkiye’de
ücret dışı yükler gelişmiş ülkelere yakın düzeylerdedir. Ancak gelişmekte olan ve rekabet
ettiğimiz ülkelerle kıyaslandığında Türkiye’de ücret dışı yüklerin yüksek olduğu
görülmektedir.
B. Kayıtdışı
Ekonominin Etkileri-Sonuçları
Kayıtdışılık, hukuki düzenlemeleri anlamsız kılması nedeniyle kurallı
ekonomiyi dışlamaktadır. Vergi yükü kayıtlı işletmeler ve çalışanlar üzerinde toplandığı
için, haksız rekabet oluşmaktadır. Çalışanlar açısından ise sosyal güvenlik ve iş
hukukundan doğan haklardan yoksunluk ve böylelikle sosyal politika etkisizliği ortaya çıkmaktadır. Ayrıca,
kamunun vergi, sosyal güvenlik primi gibi gelirlerinde kayıplara yol açmaktadır.
Kayıtdışı çalışma, sosyal güvenlik kurumlarının açıklarını artırmaktadır.
SSK’nın en önemli sorunlarından biri, kayıtdışı çalışma nedeniyle, gelirlerin
harcamalara yetmemesidir.
Kayıtdışı ekonomi, işçi ve işveren sendikacılığının güç kaybetmesine,
toplu iş sözleşmelerine tabi kesimin daralmasına ve sendikal sistemden kaçışa neden olmaktadır.
Vergi ve sosyal güvenlik primi gibi mali yükümlülüklerin yerine getirilmemesi nedeniyle kamu açıkları ve
kamu kesimi borçlanma gereği artmakta, makro ekonomik dengesizlikler büyümekte, rant ekonomisi şartları oluşmaktadır.
İşletmeler açısından, uzun vadede ihracat potansiyeli azalmakta, marka yaratan büyük işletmecilik
zayıflamaktadır.
Yabancı kaçak işçi istihdamındaki artış, işçilerin sosyal güvenlik konusundaki pazarlık
gücünün azalmasına ve kayıtdışı istihdamın artmasına neden olmaktadır.
Sonuç olarak kayıtdışı ekonomi; toplumda ahlaki değerlerin bozulması, devlet otoritesinin
zayıflaması ve devlete olan güven kaybı, tüketici haklarının korunmaması, çevre kirliliği
ve çarpık kentleşme gibi pek çok soruna da dolaylı olarak yol açmaktadır.
C.
Rakamlarla Kayıtdışı Ekonomi
Kayıtdışı
ekonomi, bütün ülkelerde yaşanan ve dünyada 80’li yıllardan itibaren artış gösteren bir sorun olmasının
yanı sıra Türkiye’de kayıtdışı ekonomi çok gelişmiştir ve DPT’de yapılan
bir araştırmaya göre 1985 yılında %38 düzeyinde bulunan kayıtdışı ekonomi, kayıtlı
ekonominin % 66’sı büyüklüğüne ulaşmıştır.
Söz konusu araştırmaya göre 2001 yılı kayıtlı GSMH büyüklüğü 179.5 katrilyon TL
iken, kayıtdışı GSMH 118.9 katrilyon TL'dir.
Buna göre ulusal ekonomimizin % 40'ı kayıtdışındadır. Yani ekonomide
yaratılan her 100 milyon TL’nin 40 milyon TL’si kayıtdışıdır.
Kayıtlı ekonominin resmi
GSHM’ya oranı Türkiye’de % 66 iken, gelişmiş ülkeler ortalaması % 15, gelişmekte olan
ülkeler ortalaması ise % 30’dur.
Tablo 8: Kayıtdışı
Ekonominin Resmi GSMH'ya Oranı (%)
Gelişmiş Ülkeler Ortalaması |
15 |
Gelişmekte Olan Ülkeler Ortalaması |
30 |
Türkiye |
66 |
Kayıtdışı ekonomi, belirli ölçüler içinde ekonomileri şoklara karşı koruyan bir
faktör olarak kabul edilmekle birlikte, Türkiye’de kontrolden çıkarak kalkınmayı engelleyen boyutlara
ulaşmıştır.
GELİR DAĞILIMI: Temel Kavramlar, Başlıca Gd’nın Türleri, Gd’a Yönelik Teorik Yaklaşımlar
Ve Gd’ Nın Ölçülmesi
Bu bölümde gelir dağılımı (income distribution) ve gelir eşitsizliği
(income inequality) konusunda temel kavramlar ortaya konulmakta ve kısaca gelir dağılımına yönelik
başlıca yaklaşımlar incelenmektedir. Daha sonra da gelir dağılımının ölçülmesinde
geliştirilmiş başlıca yöntemler ve kısaca gelir dağılımını belirleyen faktörler
ele alınmaktadır.
Gelir dağılımı, bir ülkede belirli bir süre içinde üretilen ulusal hasıla veya
gelirin bireyler, gruplar veya üretim öğeleri arasında dağılımı olarak tanımlanabilir.
Gelir dağılımının balıca türleri; fonksiyonel, kişisel, bölgesel ve sektörel gelir dağılımıdır.
Bu dört farklı gelir dağılımının her birini birincil ve ikincil gelir dağılımı ayrımı yaparak da incelemek mümkündür.
1.
BAŞLICA GD TÜRLERİ:
1.1.
Fonksiyonel gelir dağılımı
Ulusal gelirin üretilmesine katkıda bulunan çeşitli üretim faktörlerinin milli gelirden
aldıkları payı, yani milli gelirin ücret, faiz, rant ve kar arasındaki dağılımını
ifade eden bir kavramdır. milli gelirin farklı sosyal sınıflar arasında nasıl dağıldığı
konusunda bilgi edinmeyi mümkün kılan bu dağılım türünde ulusal gelir üretime katılan üretim faktörleri
sayısı kadar parçalara ayrılır. İkili ayrıma göre ulusal gelirin emek ve mülk gelirlerinin toplamından
oluştuğu varsayılırken Klasik iktisatçılar üretim faktörlerini üç gruba ayırırlar ve üç
gelir grubunun varlığını savunurlar. Buna göre toprak sahipleri rant gelirine, sermaye kar gelirine ve
emek ücret gelirine hak kazanırlar. Çeşitli sosyal tabakaların milli gelirden aldıkları paylar konusunda fonksiyonel gelir dağılımı ancak kaba hatlarıyla bir bilgi
sağlayabilir.
1.2.
Kişisel gelir dağılımı
Milli gelirin kişiler ve / veya hane halkı arasındaki dağılımını
gösterir. Kişisel gelir dağılımında önemli olan elde edilen gelirin kaynağı ve bileşimi
değil, miktarıdır. En yüksek ve en düşük gelir grupları arasındaki farklar ve bu farklara yol
açan mekanizmalar incelenir. Bu dağılımda ülke nüfusu genelde beş eşit gruba ayrılır. Nüfusun
% 20’sini temsil eden her bir gruba düşen milli gelir hesaplanarak hane halkının yüzde dağılımı
ile gelirin yüzde dağılımı karşılaştırılır. Hane halkının toplumun
hangi kesimlerini temsil ettiği belli olmadığından sermaye sahipleri, işçiler gibi toplumu oluşturan
farklı sınıflar arasında tarafsız bir dağılımı öngörür.
Yukarıda açıklanan bu iki gelir dağılımı türü haricinde başlangıçta
da belirtildiği gibi başlıca iki tür gelir dağılımı kavramı daha vardır. Kısaca
bunları da izah edersek: Bölgesel gelir dağılımı, bir
ülkenin farklı bölgelerinde yaşayan kişilerin ulusal gelirden ne oranda pay aldıklarını gösterir.
Bu gelir dağılımı bir ülkenin gelişmiş ve az gelişmiş bölgeleri arasındaki farklılıkları
tespit etmeye yarar. Sektörlere göre gelir dağılımı ise çeşitli
üretim sektörlerinin sosyal hasıladan aldıkları payları gösterir. Başka bir ifadeyle, tarım,
sanayi ve hizmet sektörlerinin ulusal gelirden aldıkları payları, bunların uzun vadedeki seyirlerini,
ulusal gelir dağılımındaki değişikliklerin hangi sektörlerin lehine ya da aleyhine geliştiğini
ortaya koyar.
2.
GELİR DAĞILIMINA YÖNELİK BAŞLICA YAKLAŞIMLAR VE BÖLÜŞÜM ADALETİ
2.1. Ricardo’nun Gelir Dağılımı
Teorisi
Ricardo’nun gelir dağılımı teorisinde ekonomi endüstri ve tarım olmak üzere
kabaca iki kesime ayrılır. Ekonominin genel gelişimi açısından önemli olan kesim tarım kesimidir. Teori, üç ana varsayıma
dayanır. Bu varsayımlardan ilkine göre, tarım arazisi sınırsız olmadığından ve
tarım arazisi aynı kaliteye sahip olmadığından, tarım azalan verimler yasasına tabidir.
İkinci varsayım Malthus Yasası. Üçüncü ve son varsayım ise, iktisadi gelişmede anahtar role sahip olan sermaye birikimi için kar
son derece önemli bir unsurdur.
Ricardo Kuramında ekonominin çıktısı kiralar, ücretler ve karlar olmak üzere üç ana
pay arasında bölüşülür. Kira arazi üzerinden elde edilen bir getiridir ve azalan verim ilkesi nedeniyle ortaya çıkar. Ücretler
ise emeğin getirisidir. Emeğin doğal fiyatı (ücreti) piyasa ücretinin uzun dönemde yöneleceği ücretler
düzeyidir. Bu ise çalışan kesimleri asgari bir yaşam düzeyinde korumaya ancak yeten bir ücret düzeyidir. Asgari
geçim düzeyi, çalışanların fiziki, kültürel ve toplumsal gereksinmelerini karşılayacak bir asgari
standardı ortaya koyar. Emeğin doğal fiyatı, piyasadaki fiili ücret düzeyi olup arz ve talep tarafından
belirlenir. Emek talebi kar oranına ve dolayısıyla sermaye birikim düzeyine bağlıdır. Sermaye
birikim düzeyi yüksek ise emeğe olan talep artar ve bu durum emeğin piyasa fiyatının emeğin doğal
fiyatının üzerine çıkmasına yol açar. Gelir toplamındaki üçüncü pay olan kar, gelir toplamından
ücret ödemeleri ve kiraların çıkarılmasından sonra geriye kalan miktardır. Karlar, iktisadi gelişmenin
esas kaynağını oluşturan net yatırımı ya da sermaye birikimi oranını belirlediklerinden
ve sermaye birikimini olanaklı kılan tasarrufun kaynağı olduklarından son derece önemli bir etmendirler.
Ricardo’nun gelir dağılımı kuramı iki ayrı ilkenin işleyişine
dayandırılabilir. Birincisi, milli hasılanın kira, ücretler ve karlar arasındaki bölüşümünü
açıklamakta kullanılan “ marjinal ilkesi” ve ikincisi, milli hasıladan kiranın çıkarılmasından
sonraki bakiyenin ücretler ve karlar arasında bölüşümünü açıklamakta devreye konulan “artık (surplus)
ilkesi”.
Bu iki ilkenin işleyiş biçimi, ekonominin tarımsal kesiminde rol oynayan güçleri simgeleyen,
bir şekille gösterilebilir. Şekilde, tarımsal çıktı ya da temel geçim araçları dikey eksende, tarımda çalışan
işçi sayısını simgelemek üzere emek yatay eksende gösterilmiştir. AP eğrisi ortalama emek hasılasını
ve MP eğrisi marjinal emek hasılasını simgelemektedir. burada her iki eğri de azalan verimler yasası
gereği aşağı doğru eğimlidirler ve marjinal hasılanın ücret ve karların toplamına
eşit olduğu varsayılmıştır. Zira uzun dönemde ücretler düzeyi marjinal emek verimliliğince
değil, emeğin doğal fiyatı tarafından belirlenmektedir. Bu nedenle OÜ mesafesi doğal (asgari
geçim) düzeyine eşittir ve tarımsal çıktı cinsinden mevcut işgücünü asgari bir geçim standardında
eksiksiz muhafaza etmeye ancak yetecek bir düzeydedir. Böylece, marjinal hasılanın ücret ve karlar toplamına
ve istihdam düzeyinin 0N’ye eşit olduğu zaman ÜK birim çıktı başına karı simgeler.
Emeğin ortalama ve marjinal verimi arasındaki fark olan kira ise KR mesafesine eşittir. Net yatırım
emek talebini artırmaya yarayan çıktı düzeyini yükselttiğinden fiili istihdam düzeyi (0N) sermaye birikimi
oranı tarafından belirlenir.
Şekil- 1: Ricardo’nun Gelir Dağılımı Teorisi
Kaynak:Peterson (1976), s.454 ve Akalın, (1981), s.241.
Tarımsal kesimde çıktı arttıkça yüksek düzeyde karlar ortaya çıkar ve karların
artması da sermaye birikimini artırır. Çıktı artışı emeğe olan talebi artıracağından
piyasa ücreti doğal ücretin üzerine çıkar. Bu durum ise nüfusu artırır ve artan nüfus tarımsal ürünlere
olan talebi artırarak tarımsal çıktı artışını tetikler. Tarımsal arazi sınırsız
olmadığı için daha fazla emek kullanılarak tarımsal çıktıyı artırma çabaları
azalan verimler yasası nedeniyle sonuçsuz kalır ve neticede üretim maliyeti, tarımsal ürünlerin fiyatı
ve kiralar (KR mesafesi boyunca) artar. Tarımsal çıktının artması, emekçilerin işgücünü asgari
geçim standardında muhafaza edebilmeleri için, cari parasal ücretlerin de artırılması anlamına gelecektir.
Gerçek çıktı cinsinden doğal ücret (OÜ mesafesi) değişmeyecek, ancak ücretlerin aldığı
toplam çıktı payı artmak zorunda kalacaktır. Başka bir ifadeyle toplam çıktıdaki ücret
payını temsil eden dikdörtgeninin alanında büyüme söz konusu olacaktır. Başlangıçta ON istihdam
düzeyinde ONTÜ alanı düzeyinde iken istihdamın OM mesafesinin simgelediği üst sınıra ulaşmasıyla
bu alan uzayacaktır. Bu süreçte kar, ON istihdam düzeyinde ÜK mesafesinde iken MP’nin doğal emek fiyatına
eşit olacak bir düzeye düştüğü noktada en sonunda ortadan tamamen kalkıncaya değin sürekli olarak
azalacaktır.
Sabit bir teknoloji ve sabit bir gerçek doğal ücretin söz konusu olduğu varsayımı altında,
Ricardo gelir dağılımı kuramı, çıktı ve istihdam düzeyinin artması ile birlikte çıktıdaki
göreli ücretler payının artacağını öngörür. Bu durumda karın göreli payı gittikçe azalır
ve en sonunda sıfıra düşer. Sonuçta ekonomideki tüm sermaye birikimi, nüfus artışı ve teknik
gelişme durur. Azalan verim ilkesinin yol açtığı bu durgunluğu
teknik gelişme geçici olarak durdursa da ortadan kaldıramaz.
2.2.
Marx’ın Gelir Dağılımı Teorisi
Marx’ın gelir dağılımı kuramı da genel hatları itibarıyla
Ricardo’nun artık ilkesinin uyarlanmasına dayanır. Ancak iki kuram arasında bazı farklar bulunmaktadır
Marx’ın öngördüğü yapı bir mal ya da hizmetin değerinin onu üretmek için gerekli olan emek
miktarı tarafından belirlendiğini belirten “değerin emek kuramı”na dayanır. Buna göre emeğin arz fiyatı, işgücünü eksiksiz olarak muhafaza edecek asgari geçim düzeyini
oluşturan mal ve hizmetleri üretmek için gerekli olan işgücü miktarınca belirlenir. Emeğin bir doğal
fiyatı, işgücünün hayatta kalmasını ve kendisini yeniden üretmesini sağlamaya yeterli bir gerçek
ücretler düzeyi bulunmaktadır. Bu asgari geçim düzeyini karşılayan gerçek ücret değerini asgari yaşam
standardına giren malları üretmek için gerekli işgücü miktarı belirler.
Marx’a göre artık değerin varoluş nedeni belli bir devrede emeğin işgücünü
eksiksiz korumaya yetecek asgari gerçek ücretten veya emeğin arz fiyatı ile ölçülen kendi maliyetinden daha fazla
iktisadi değer yaratmasıdır. Toplam çıktı değeri ile emeğin arz fiyatı arasındaki
fark emek dışı kaynakların sahipleri olan kapitalistlerin el koyduğu artık değeri simgeler.
Kapitalistler fiziksel üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmaları sayesinde işçi sınıfının
ortaya koyduğu artık değere sahip çıkarak gelir dağılımını kendi lehlerine çevirirler.
Karın kaynağı artık değerdir. Kapitalistlerce el konulabilecek artık değer miktarı,
karın toplam gelirdeki göreli payını da belirler. Bir nihai mal
veya hizmetin değeri üç bileşenden meydana gelir. Bunlar, hammaddeleri ve sermaye tüketimini (sabit sermaye) simgeleyen
( c), üretim sürecine giren işgücünün değerini (değişken sermaye, ücret fonu) simgeleyen ( v) ve artık
değeri ya da karı (net kar+faiz+rant) simgeleyen ( s)’dir. Buna göre bir mal ya da hizmetin değeri (
c+ v+ s)’ye eşittir. Tüm ekonomi için gayri safi hasılanın değeri ise C+V+S olarak tanımlanabilir. Kar payının ücret payına oranı ( S/V) sömürü oranının
ölçüsü olmanın ötesinde çıktı toplamındaki ücret ve ücret-dışı (kar) gelirlerinin göreli
payındaki değişikliklerin de göstergesidir. Bu oranda bir yükseliş, sömürü oranındaki bir artışı,
yani gelir toplamında ücretlere göre karların payında bir artışı simgeler. Başka bir ifadeyle,
gelir dağılımında kar elde eden kesimler lehine bir iyileşmenin meydana geldiğini temsil eder.
Marx’a göre komünizmin ilk aşaması olan sosyalizmde kişiler bireysel çabalarına
ve topluma yaptıkları katkıya göre, nihai aşama olan komünizmde ise ihtiyaçlarına göre ödüllendirileceklerdir.
Ancak bu şemaların her ikisinde de önerilen bu ilkeler mutlak eşitliği öngörmez. Değerin emek kuramına
göre yaratılan değer miktarı işçilerin kalifiye olup olmadıklarına ve emeklerinin karmaşık
olup olmadığına bağlıdır. Karmaşık işlerde çalışan bir işgücü
basit bir işte çalışana göre daha fazla değer üretir. Bu nedenle sosyalist gelir dağılımı
teorisi yüksek kalifiye işgücünün düşük kalifiye olanına kıyasla daha fazla ücret alması gereğini
onaylar. Kişisel çabalar, eğitim ve tecrübe sonucunda emeğin daha fazla kalifiye hale gelmesi halinde ortaya
çıkacak gelir farklılıkları da meşru olacaktır. Öte yandan, kişiler arasında doğuştan
gelen fiziki (daha güçlü olma veya daha fazla çalışabilme) veya entelektüel farklılıklar da gelir dağılımında
eşitsizliğe yol açabilir. Bu nedenle, sosyalist eşitlik, kişilerin sahip oldukları gelirlerin eşit
olmasını değil; gelir elde etme fırsat ve koşullarında eşit olmayı içerir.
Komünizm aşamasında “yeteneklerine göre herkesin katkıda bulunması, ihtiyaçlarına
göre herkese katkı sağlanması” ilkesi de gelirde mutlak eşitliği öngörmez. Kişiler fiziki
ve entelektüel düzeyde farklı oldukları sürece farklı ihtiyaçlara sahip olacaklar ve bu nedenle gelir dağılımında
eşitsizlik komünizm aşamasında da devam edecektir. İki tür komünizmden bahsedilebilir: kaba komünizm ve
gerçek komünizm. Daha iptidai bir nitelikte olan ve daha önce baskı altında
bulunan ve imtiyaza sahip olmayan kesimin güçlü ve zengin olan kesime karşı tepkide bulunacağı kaba komünizm
döneminde yalnızca ücretlerde eşitlik talebinde bulunulacaktır. Zira bu dönemde gösterilecek tepkiler kıskançlık
ve çekememezliğin bir ifadesidir ve herkesin ayrı ayrı sahip olmadığı her şeyin tahrip
edilmesini amaçlar. Marx, güç kullanarak yetenek ve becerilerin ortadan kaldırılmasını ve insanların
şahsiyetlerinin reddini gerektiren bu tip bir komünizm anlayışını reddeder. Marx, özel mülkiyetin
reddedilmesinin ötesinde daha önceki dönemlerde edinilen servet farklılıklarını ortadan kaldırmayı
amaçlayan gerçek komünizmi önerir. Marx’ın öngördüğü gerçek komünizm ise, dağıtıcı adaleti
gerektirir.
K. Marx kapitalist sistemde ortaya çıkan gelir dağılımı eşitsizliği
ve adaletsizliğini eleştirse de sosyalist ve komünist aşamalarda da gelirlerin eşit bir düzeye getirilmesini
ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin tamamen ortadan kaldırılmasını öngörmez.
Toplumu meydana gelen sınıflar, etnik gruplar sonucunda oluşan veya siyasi ve sosyal güç ve yetkilerin kullanılması
neticesinde ortaya çıkan eşitsizlikler ile piyasa ekonomisinin faaliyette bulunması sonucu ortaya çıkan
eşitsizlikler ortadan kaldırılmalıdır. Bununla birlikte, doğal farklılıklara (fiziki
veya entelektüel farklılıklar) dayanan eşitsizlikler ile beceri ve bilgi edinimi ile kişisel tercihlerden
(daha fazla çalışma ya da boşta kalma tercihleri gibi) eşitsizlikler engellenemez ve meşru görülebilir.
Ancak, bireysel özgürlüğü kısıtlayan ve bireylerin potansiyellerini geliştirmelerini engelleyen gelir
dağılımındaki eşitsizlikler ortadan kaldırılmalıdır.
2.3.
Kaldor’un Gelir Dağılımı Teorisi
Kaldor’un gelir dağılımı teorisi, yatırımın gelire olan oranındaki
değişikliklerin kar ve ücretlerin gelir toplamındaki göreli paylarında ne gibi değişiklikler
ortaya koyacağını göstermeye çalışır. Toplum maaş ve ücret erbabı ile müteşebbisler ve
mülk sahipleri olmak üzere iki ana kategoriye ayrılırsa milli gelir (MG), ücret (Ü) ve karlardan (K) oluşur
(MG = Ü + K). Gelir dengesinin yatırım (Y) ve tasarruf (T) eşitliğine (Y = T) bağlı olduğu
varsayımı altında ekonomideki toplam tasarruf (T) ücret gelirlerinden yapılan tasarruf (Tü) ve kar gelirlerinden
yapılan tasarruf (Tk) toplamına (T = Tü + Tk) eşit olur.
Ekonomide tam istihdam koşullarının hüküm sürdüğü ve ücretli ve ücret-dışı
gelir gruplarının her ikisi için de tasarruf eğilimlerinin sabit olduğu varsayımları dikkate
alındığında toplam gelirdeki kar payı, yatırımın gelire oranının bir işlevidir.
Başka bir ifadeyle yatırım/çıktı oranındaki (Y/MG) bir artış gelirdeki kar payında
(K/MG) bir yükselişe yol açar. Tam istihdam koşullarında, yatırım harcamalarındaki gerçek bir
artışın hem yatırımın çıktıya oranında hem de tasarruf-çıktı oranında
bir artışa yol açması gereklidir. Tasarruf-çıktı oranında
bir yükselme olmazsa, fiyatlar genel düzeyinde bir artış meydana gelir. Başka bir ifadeyle, Kaldor’un
gelir dağılımı teorisi, daha yüksek bir reel yatırım düzeyinde tam istihdam dengesinin sürekliliğinin
sağlanması açısından gerekli olan daha yüksek bir tasarruf-çıktı oranını gerçekleştirmek
için gelir dağılımında bir kaymanın gerekli olduğunu ortaya koyar.
2.4.
Sidney Weintraub’un Gelir Dağılımı Teorisi
Sidney Weintraub’un gelir dağılımı teorisi, gelirin fonksiyonel dağılımını,
modern gelir ve istihdam teorilerinde önemli bir kavram olan toplam arz fonksiyonu ile çözümlemeye çalışır. Weintraub, sabit fiyatlar yerine cari fiyatlar cinsinden oluşturulan bir toplam arz fonksiyonunun gelir
ve istihdam teorisiyle toplam gelir dağılımı arasındaki ilişkiyi kuracağını ileri
sürer. Bu şekilde oluşturulan toplam arz eğrisi, istihdam (ve çıktı) düzeyi değiştikçe
fonksiyonel gelir dağılımının nasıl değiştiğini göstermekte kullanılır.
Toplam arz eğrisi sabit yerine cari fiyatlarla ölçülen parasal hasılayı istihdam düzeyine bağlar. Buna
göre, toplam arz fonksiyonu (TA), toplam ücretin (TÜ) parasal ücret haddi (PÜ) ve istihdam düzeyinden (İ) oluştuğu
varsayımı altında, toplam ücret (TÜ), kiralar, faiz ve sözleşmeli maaşlar gibi sabit ya da sözleşmeli
gelirler veya ödemeler (SG) ile bakiye ya da kar (K) toplamından (TA = TÜ + SG +K) meydana gelir.
Ekonominin toplam arz eğrisini meydana getiren üç tür gelir arasındaki ilişki bir şekille
gösterilebilir. Şekilde, toplam arz fonksiyonu (TA) eğrisi, parasal ücretlerin sabit olduğu varsayımı
altında toplam ücretleri (TÜ) doğrusu ve sabit ya da sözleşmeye bağlı ödemeleri (SG) doğrusu
simgelemektedir. Buna göre kar ya da bakiye, toplam arz eğrisi ile sabit ya da sözleşmeye bağlı ödemeler
doğrusu arasındaki farka (K = TA-SG) eşittir. N1 istihdam düzeyine kadar hasıla faktör maliyetleri altında
kalmakta, yani ekonomi bu istihdam düzeyine ulaşıncaya değin karlar negatif olmaktadır. Bu durum, firmaların
zararına çalışmaları anlamına geleceğinden ekonomi uzun süre N1 istihdam düzeyinin altında
kalamaz.
Şekil-2: Weintraub’un Toplam Arz işlevinin
Kurulması
Kaynak: Peterson ,1976, s.471.
Weintraub’a göre toplam arz esnekliği (TAE) istihdamdaki bir yüzde değişikliğin ( ∆İ / İ ) hasıladaki bir yüzde değişikliğe
( ∆TA / TA ) oranıdır. Artan verimlilik koşulları altında
(TAE) birden büyük bir değere sahip olurken azalan verimlilik koşulları altında (TAE) değeri birden
büyük olacaktır. Ek emeğe azalan verim ilkesinin hakim olduğu ve parasal ücretin sabit olduğu varsayımları
altında (TA) eğrisi yukarı sola doğru bir eğime sahip olacaktır.
Bu durumda birim çıktı başına emek maliyeti artar. İstihdamın (ve çıktının)
artması halinde, mutlak parasal durum değişmeyeceğinden fiyatlar sabit kalsa bile, icar ya da sabit gelir
grubunun durumu kötüleşecektir. Sabit parasal ücret ve azalan verim varsayımları geçerli olduğu sürece
bu kesimin durumunda bir iyileşme olmaz zira istihdam arttıkça fiyatlar genel seviyesinde bir düşüş meydana
gelmez. Şekle göre çıktı düzeyi arttıkça toplam hasıladaki ücretlerin payı azalır. (TAE)’
nin birden büyük olması halinde verimin veya marjinal hasılanın artması anlamına geleceğinden
toplam gelir içindeki ücret payı artacaktır zira ücretler sabitken marjinal hasılanın artması durumunda
fiyatlar düzeyi düşer (TÜ ile TA arasındaki açık azalır). (TAE)’ nin birden küçük olması halinde
ise tam tersi bir durum meydana gelecek ve emeğin toplam gelir içindeki payında bir azalma meydana gelecektir. İstihdam
ve çıktının artmasına paralel bir şekilde karların toplam gelirdeki göreli payları da artacaktır.
Çünkü çıktı arttıkça irat sahibi sınıfın gelirindeki göreli düşüşten girişimci
gruplar ve kar geliri elde edenler yararlanacak ve paylarını artıracaklardır. Sonuçta azalan verimler
ilkesi ve parasal ücretlerin sabit olduğu varsayımları geçerli ise gelir ve çıktı düzeyindeki bir
artış büyük bir ihtimalle ücretlilerin (sabit gelirlilerin) aleyhine, kar geliri elde edenlerin lehlerine gelir
dağılımını değiştirecektir.
2.5. Bölüşüm Adaleti Teorileri
Bölüşüm adaleti (distributive justice) teorileri gelir dağılımının nedenlerini
değil adil bir gelir dağılımının nasıl olması gerektiğini incelerler. Başka
bir ifadeyle, gelir dağılımında adaletin araştırıldığı bu teoriler büyük
ölçüde normatif değer yargılarını içeren teorilerdir. Adalet kavramı ile kastedilen değerin
ne olduğu konusunda ise fikir birliği bulunmamaktadır. Bu çalışmanın kapsamı açısından bölüşüm adaleti ayrı bir araştırma
konusudur. Ancak çalışmanın son bölümünde yoksullukla mücadele konusu incelenirken bölüşüm adaleti konusunun
genel hatları itibariyle bilinmesinde yarar olduğu düşünülmektedir. Genel olarak bölüşüm adalet teorileri;
Mutlak Eşitlik Teorisi, Farklılık Teorisi, Kaynak Yönlü Teoriler, Refah Yönlü Teoriler, Liyakat Yönlü Teoriler ve Libertarian Teoriler olarak karşımıza çıkmaktadır.
3. GD ADALET(SİZ)LİK ÖLÇÜTLERİ VE MODELLER
Gelir dağılımı adaletsizlik ölçütleri kabaca iki kategori altında değerlendirilebilir. Objektif ölçütler, gelirlerin
birbirlerinden ya da ortalama gelirden farklarının istatistiksel ölçümlerini kullanarak eşitsizlik derecesini
tespit etmeye çabalarken normatif ölçütler
gelir dağılımı oranlarına ilave olarak sosyal refah anlayışı doğrultusunda fayda
fonksiyonunu da dikkate almaktadırlar. Ayrıca, gelir dağılımı statik ölçütler kullanılarak grafiksel olarak gösterilebilir.
Adaletsizlik ölçütlerinin belirli koşulları yerine getirmesi beklenir. Bu koşullar şunlardır:
Pigou-Dalton transfer İlkesi; yoksul bir kişiden zengin bir kişiye
yapılan bir gelir transferi eşitsizlikte bir artışa yol açmamalıdır ya da en azından bir
azalma meydana getirmemelidir ve zenginden yoksula yapılan bir gelir transferi eşitsizlikte bir azalmaya yol açmamalıdır.
Gelir ölçeğinden bağımsız olma ilkesi; eşitsizlik ölçütü
aynı tarzdaki oransal değişikliklerden etkilenmemelidir: herkesin gelirinde aynı oranda bir değişiklik
varsa eşitsizlik değişmemelidir. Nüfus ilkesi; eşitsizlik ölçütleri nüfus artışına
karşısında değişmemelidir (iki benzer dağılımın birleştirilmesi eşitsizliği
değiştirmemelidir). Simetri ilkesi; Eşitsizlik ölçütleri bireylerin
gelirlerinin dışındaki özelliklere karşı duyarsız olmalıdır. Ayrıştırma ilkesi; Dağılımı oluşturan alt-gruplardaki eşitsizliklerdeki
değişiklikler dağılımın geneline de aynı yönde yansımalıdır.YaniAlt-gruplarda
eşitsizlik artıyorsa eşitsizlik genelde de artmalıdır.
3.1.
Objektif Ölçütler
Objektif gelir eşitsizliği ölçütlerine; aralık (the
range), göreli ortalama mutlak sapma, varyans ve değişme katsayısı,
logaritmik standart sapma, logaritmik sapmaların ortalaması, Gini Katsayısı, Kuznets Katsayısı ve Genel Entropi Ölçütleri ve Theil Endeksi örnek
olarak gösterilebilir. Ölçütlerin açıklanmasında kullanılan bazı notasyonlar, farklı bir şekilde belirtilmemiş
ise:
Yi = i. nci hanenin geliri,
µ = Gelirlerin aritmetik ortalaması,
n = Hane sayısını nitelemektedir.
3.1.1. Aralık
Aralık, en yüksek ve en düşük gelir düzeyleri arasındaki farkın ortalama gelire oranıdır.
Aralık A ile gösterilirse: Max(Yi): Maks. hane geliri, Min(Yi): Min. hane geliri.
A = [ Max (Yi) - Min (Yi) ] / Ỹ
Eğer tüm gelirler eşit dağılmışsa bu takdirde A=0, tüm geliri bir kişi
almışsa A= n değerini alır. A genellikle 0 ve n arasında bir değer alır ve iki uç nokta
arasındaki dağılım hakkında bilgi vermez.
3.1.2. Göreli
Ortalama Mutlak Sapma
Dağılımdaki bütün gelir düzeyleri ortalama gelir ile karşılaştırılır
ve tüm farkların mutlak değerlerinin toplamı toplam gelire oranlanırsa göreli ortalama mutlak sapma (G)
elde edilir:
Eğer dağılımda tam
eşitlik varsa G=0, tüm geliri bir kişi almışsa G= 2(n-1)/n değerini alır. Aralık ölçütünden
farklı olarak, göreli ortalama sapma tüm dağılımı kavrar. Ancak bu ölçüt, ortalama gelire göre aynı
bölgede yer alan iki kişi açısından daha az gelir sahibi olandan daha fazla gelir sahibi olana yapılan
gelir transferine karşı duyarlı değildir.
3.1.3. Varyans ve Değişme Katsayısı
Mutlak farkların değerlerinin
basit toplamını almak yerine bu farkların kareleri alınıp toplanırsa ortalamadan uzaklaşan
farklara vurgu yapılmış olur. Bu sonuç transfer ilkesinin karşılanmasını sağlar. Değişmenin
ortak istatistiki ölçüsü olan varyans bu koşulu yerine getirir:
Gelir transferlerinin eşitsizlik üzerindeki etkisini hesaba katan bu ölçüt ortalama gelir düzeyinden
etkilenir ve ortalamaları çok farklı olan iki dağılımı karşılaştırmada kullanılamaz.
Bu tip yetersizlikleri bünyesinde barındırmayan ölçütlerden biri olan değişme katsayısı göreli
değişme üzerinde durur. Bu katsayı varyansın karekökü olarak tanımlanan standart sapmanın ortalama
gelir düzeyine bölünmesi ile elde edilir. Buna göre, S standart sapmayı göstermek üzere değişme katsayısı:
D= S / µ
Değişim katsayısının değeri sıfıra yaklaştıkça gelir
dağılımı daha adil bir hale gelir. Bu katsayı (D) her düzeydeki gelirler arasındaki gelir transferlerine
karşı duyarlı olma özelliğine sahiptir ve varyanstan farklı olarak ortalama gelir düzeyinden de bağımsızdır.
Ancak, gelir farkları büyük olduğunda transfer etkisini ölçmekte yetersiz kalmaktadır.
3.1.4. Logaritmik Standart Sapma
Gelir düzeylerinin logaritması
alınarak hesaplanan bir ölçüttür. Logaritmik standart sapma;
log µ =Hane gelirlerinin log. ortalaması, log Yi = i. nci hane gelirinin log.
Logaritmik olmasının gereği düşük gelir gruplarına daha fazla ağırlık
veren bir ölçüttür. yüksek gelirlilerden düşük gelirlilere gelir transferinin olması durumunda logaritmik standart
sapma (L) değerinde düşme meydana gelir. Ölçütün ölçme birimlerinden
bağımsız olma özelliğine sahip olması uluslararası ve dönemsel karşılaştırmalarda
kullanılmasına olanak tanımaktadır.
3.1.5. Gini Katsayısı
Gini Katsayısı bir Lorenz
Eğrisi ölçütüdür ve 0 ila 1 arasında değer alır. Katsayının
1’e yaklaşması eşitsizliğin artığını, 0’a yaklaştıkça azaldığını
gösterir. Gelir dağılımındaki eşitsizliği ölçmede en çok kullanılan bu katsayı yukarıda
değinilen ölçütlerin sahip oldukları farkların ortalama etrafında temerküzünden sakınabilmekte ve
her düzeydeki zenginden yoksullara yapılan transferlere karşı duyarlı olabilmektedir.
Yi = i. nci hanenin geliri,
Yj = j. nci hanenin geliri,
f (Yi) = i. nci hanenin gelir çokluğu,
f (Yj) = j. nci hanenin gelir çokluğu.
Gelir grupları arasındaki gelir transferleri Gini Katsayısını etkiler. Objektif
bir istatistiki bir ölçüt olmasına rağmen üst ve alt gelir düzeyindeki yığılmaları dikkate almaz.
Bu nedenle yığılmanın alt gelir gruplarında yoğun olduğu Gelişmekte Olan Ülkeler ile
yığılmanın orta kesimlerde daha yoğun olduğu Gelişmiş Ülkelerin Gini katsayılarının
karşılaştırılması halinde sonuçlar dikkatle yorumlanmalıdır.
3.1.6. Kuznets Katsayısı
Kuznets Katsayısı, Gini Katsayısı gibi sektörlere göre sınıflandırılmış
bir Lorenz Eğrisi ölçütüdür. Katsayı 0 ila 1 arasında bir değer alır ve sadece iki sektörlü bir ekonomi
için uygulanabilir. Sektörel ortalama ülke ortalamasına eşitse Katsayı sıfıra eşit olur. Toplam
üretimin tek bir sektör tarafından yapılması ve bu sektörün istihdamdaki payı son derece önemsiz ise Katsayının
değeri 1 olur.
K = Yi I (Xi
/ Yi )- 1 I
Xi = i. nci sektörün üretimdeki payı,
Yi = i. nci sektörün istihdamdaki payı.
Kuznets Katsayısı, sektörel işgücü ve üretim arasındaki farkların mutlak değerlerinin
her bir sektörün işgücündeki payı ile ağırlandırılarak toplanması, sektörel ortalama ürünler
arasındaki eşitsizliğin bir ölçüsü olarak kullanılır. Örneğin, sanayi sektörü toplam üretimin % 60’ını üretir ve toplam işgücünün % 50’sini
istihdam ederse, aradaki fark (% 10) sanayi sektöründe işçi başına ürünün, toplam işgücündeki sanayi payı
ile ağırlıklandırılmış olarak, ülke ortalaması oranı farkına eşittir.
Örnekte Kuznets Katsayısı şudur:
K =0.50* I 0.60 / 0.50 –1 I = 0.60
Katsayı, kişisel veya hane halkı gelirlerinin tespitinde güçlük çekilen ülkelerde gelirin fonksiyonel
dağılımını belirlemek açısından uygun bir ölçüttür.
3.1.7. Genel Entropi Ölçütleri ve Theil Endeksi
Bilgi teorisindeki entropi kavramından geliştirilen ve yukarıda değinilen koşulların tümünü karşılayan
gelir eşitsizliği ölçütlerinin tümü Genel Entropi Ölçütleri olarak adlandırılmaktadır.
Bu eşitsizlik ölçütünün genel formülü şudur:
n = örneklemdeki kişi (hane halkı) sayısı,
Yi = i. nci kişinin geliri,
GE’nin değeri 0 ila ∞. arasında değişir. Sıfır eşit dağılıma
karşılık gelirken yüksek değerler eşitsizliğin arttığını gösterir. α
parametresi gelir dağılımındaki farklı noktalarda yer alan gelirler arasındaki uzaklığı
ortaya koyan bir ağırlıktır ve herhangi bir reel sayının değerini alabilir. Düşük
α değerlerinde GE değişikliklere karşı daha duyarlıdır. en fazla 0, 1 ve 2 parametreleri
kullanılır. α = 1 ise, dağılım boyunca eşit ağırlık söz konusudur. α
değerinin artması ağırlığın üst gelir grupları yönünde artması anlamına
gelir. GE, 0 ve 1 parametrelerine sahipse Theil Endeksi’ne eşittir.
Theil Endeksi, tüm koşulları
karşılayan bir endekstir. Kişiler arasında yapılan gelir transferlerine karşı endeks duyarlıdır.
Örneğin zengin bir kişiden fakir bir kişiye yapılan transfer bu iki kişinin gelirleri arasındaki
orana bağlı olarak Endeksi küçültür.
3.2. Normatif Ölçütler
Normatif ölçütler, Dalton Ölçütü ve Atkinson Endeksi olmak üzere iki grup altında incelenebilir.
3.2.1.
Dalton ölçütü
Dalton ölçütü ekonomik refahı da içeren bir ölçüttür. Gelirin marjinal faydasının gelir
arttıkça düştüğü varsayımından hareketle toplam faydanın fiili düzeyleri ile gelirin eşit
dağılması durumunda elde edilecek toplam fayda düzeyinin karşılaştırılmasına
dayanır. Herkes için aynı tip fayda fonksiyonu söz konusu olduğu için toplam refahın maksimizasyonu gelirin
eşit bir şekilde bölüşülmesi halinde mümkün olacaktır. Ölçüt, fiili sosyal refahın, maksimum sosyal
refaha oranını eşitlik ölçüsü olarak almaktadır.
U (yi) =i. nci kişinin (hane halkının) fayda fonksiyonu.
Dalton ölçütü, fayda fonksiyonunun pozitif ve doğrusal transformasyonu durumunda sabit kalamamaktadır.
3.2.2.
Atkinson Endeksi
Toplumsal refah fonksiyonundan türetilmiş bir diğer ölçüt Atkinson endeksidir. Toplumsal refah fonksiyonu,
her bir bireyin refah fonksiyonunun toplamından oluşan toplanabilir, simetrik ve içbükey bir fonksiyondur. Bu varsayım
kişisel faydanın karşılaştırılabilir olduğunu varsayar. Atkinson endeksi aşağıdaki
gibi hesaplanır:
ε = Eşitsizlik parametresi, 0 < ε < ∞
ε’ nin değeri ne kadar artarsa toplum eşitsizliğe o ölçüde duyarlı hale
gelir ya da başka bir ifadeyle toplum o ölçüde eşitsizdir. Endeksin 0.26 değerini alması, toplam gelir
100 birim iken, gelirler eşit dağılmış olsaydı bu 100 birimlik gelirin 74 birimiyle mevcut toplumsal
refaha ulaşılabileceğini ve dolayısıyla gelirlerin eşit dağılmaması nedeniyle
26 birimlik refah kaybının söz konusu olduğunu gösterir.
3.3. Statik Eşitsizlik
ölçütü: Lorenz Eğrisi
Gelir dağılımı çalışmalarında yaygın olarak kullanılan Lorenz
eğrisi gelir dağılımındaki eşitsizliğin grafiksel olarak gösterilme yollarından biridir.
Eğrinin yatay ekseninde kişi veya hane halkları nüfusunun birikimli yüzde payları, dikey eksende ise bu
kişi veya hane halklarının elde ettikleri gelirin birikimli yüzde payları yer alır. Bu tip bir Lorenz
eğrisi çizimi aşağıda yer almaktadır.
Şekil-3’de (OB) doğrusu üzerinde yer alan her noktada nüfus yüzdesi ile bu nüfusa karşılık
gelen gelir yüzdesi birbirine eşittir. Milli gelirin bütün kişilere eşit bir şekilde dağıtıldığı,yani
kişi veya hane halklarının nüfus içindeki yüzde paylarının gelirden aldıkları yüzde paylara
eşit olduğu bu noktalardan oluşan ve her bir eksenle 45°’lik açı yapan OB doğrusu “mutlak
eşitlik eğrisi” olarak adlandırılır. OAB eğrisi ise milli gelirin en yüksek düzeyde eşitsiz
bir şekilde dağıldığını ifade eder. OB arasında bu iki eğri arasında yer
alan diğer tüm eğriler Lorenz eğrisi olarak isimlendirilir ve milli gelirin dağılımı bakımından
söz konusu olabilecek diğer gelir bölüşüm olasılıklarını gösterirler. Bu eğriler mutlak
eşitlik eğrisine yaklaştıkça milli gelirin dağılımındaki eşitsizlik azalırken
bu eğriden OAB eğrisine doğru uzaklaştıkça eşitsizlik artar.
Şekil-3: Lorenz Eğrisi
% Aile geliri
%
Aile
Gelir dağılımında eşitsizliğin olması durumunda, en alt gelir grubu
örneğin nüfusun en az gelire sahip % 10’u toplam gelirin % 10’undan daha azını alırken nüfusun
en yüksek gelirli % 10’u toplam gelirin % 10’dan daha fazlasını alacaktır. Bu nedenle fiili gelir
bölüşümünü gösteren Lorenz eğrisi daima mutlak eşitlik eğrisinin altında yer alır.
Lorenz eğrisinden aynı ülke içinde farklı zamanlardaki gelir dağılımlarındaki
eşitsizliği ya da farklı ülkelerin gelir dağılımlarındaki eşitsizliği karşılaştırmak
için yararlanılabilir. İki farklı gelir dağılımı karşılaştırıldığında
birinci dağılımın Lorenz eğrisi, dağılımın her noktasında diğer dağılımın
Lorenz eğrisine göre OB doğrusuna daha yakın ise ilk dağılım daha az eşitsiz bir dağılım
gösterir. Lorenz eğrisi Gini Katsayısının hesaplanmasında
da kullanılabilir. Buna göre Gini katsayısı, OB doğrusu ile Lorenz eğrisi arasında kalan koyu
renkli alanın (X) OAB üçgeni içinde kalan alana oranlanması ile ölçülür (G=X/(X+Y).
MG ve YOKSULLUK: ÜLKE ÖRNEKLERİ: İSTATİSTİK ve ANALİZ.
2.1.
Dünyada Gelir Dağılımında Adaletsizlik
Dünyada gelir dağılımındaki adaletsizliğin hangi boyutlarda olduğunu araştırmak
son derece önem taşımaktadır. Dünya Bankası istatistiklerinden yararlanarak oluşturulan tablolar
yardımıyla gelir dağılımında adaletsizliğin hangi boyutlarda olduğu karşılaştırmalı
olarak incelenecektir. Ayrıca yoksulluk ve yoksullukla mücadele kavramlarının nedenli önemli ve insani bir
konu olduğunu vurgulama açısından İnsani Gelişme Raporunun İnsani Gelişme İndekslerinden
de yararlanılmıştır.
Dünya Bankası’nın nüfusu 30 binin üstünde olan 208 ülkelerde kişi başına
milli gelir (KBMG) düzeyleri yönünden yaptığı ülke sınıflaması Tablo-1’ de olduğu
gibidir:
Tablo-1: KBMG Düzeylerine göre Ülke Grupları:
ÜLKE GRUPLARI |
KİŞİ BAŞINA DÜŞEN GSMH ($) |
Düşük
Gelirli |
735 ve altı |
Orta-
Alt Gelirli |
736 - 2 935 |
Orta
-Üst Gelirli |
2 936 - 9 075 |
Yüksek
Gelirli |
9 076 ve üstü |
Kaynak: World Bank, Word Development
Indicators database, World Bank list of Economis, july,2003.
Dünya Bankasının Ağustos 2003 tarihinde hazırladığı rapor ve istatistiklerinden
yararlanılarak yukarıda hazırlanan tablodan da anlaşıldığı üzere: Kişi başına
düşen milli gelir düzeylerine göre yüksek gelirli ülkeler grubuna; 9076 $ ve bunun üzerindeki ülkeler, orta-üst gelirli
ülkeler grubuna; 2936 $ ile 9075 $ arasındaki ülkeler, orta-düşük gelirli ülkeler grubuna 736 $ ile 2935 $ arasındaki
ülkeler ve düşük gelirli ülkeler grubuna da 735 $ ve altı ülkeler girmektedir.
Yukarıda izah edilen ve 2002 verileri ile oluşturulan ülke gruplandırmasına göre düşük gelirli ülkelerde kişi başına düşen GSMH sadece 430 $’dır. Türkiye ise orta-düşük gelirli ülkeler kategorisinde yeralmakta olup kişi başı
milli geliri 2500 $’dır. Üst
gelir grubuna dahil olan ülkelerin ise KBMG 26310 $’ dır. Toplu
olarak KBMG düzeylerine göre ülke grupları ortalaması Şekil-4’ deki gibidir.
Şekil: 4: Ülke Gruplarının KBMG ( Dolar )
Kaynak: World Bank Word Development Indicators database,
World Bank list of Economis, july, ,2003.
Satın alma gücü paritesi yönünden ise gelir gruplarına göre durum şu şekildedir: Üst
gelirli ülkelerde kişi başına düşen GSMH ortalaması 27590 $, düşük gelirli ülkelerde kişi
başına düşen GSMH ortalaması 2040 $’ dır. Türkiye’de ise 6.120 $’dır. Toplu
olarak KBMG (Satın alma gücü paritesine göre) düzeylerine göre ülke grupları ortalaması Şekil-5 deki gibidir.
Şekil:5 : Ülke Gruplarının KBMG (SGP , Dolar)
Kaynak: World Bank Word Development
Indicators database, World Bank list of Economis, july, ,2003.
Şekil-4 ve Şekil-5’ den açıkça anlaşılacağı gibi ekonomik refah
düzeyi yönünden zengin ve yoksul ülkeler arasında büyük bir uçurum bulunmaktadır. Şekil-6’ de ise ülke
gruplarına göre KBMG SGP göre hesaplanan KBMG ile karşılaştırmalı olarak gösterilmiştir. Görüldüğü gibi SGP ile hesaplanan KBMG düşük
gelirli ülkelerin gelirlerini, KBMG ile hesaplamasına göre yaklaşık 5
kat artımışsa da SGP ile hesaplanan yüksek gelirli ülkeler göre fark gene de yüksek gelirli ülkelerin 14 de
biri (1/14) kadar olup bu fark küçümsenmeyecek orandadır.
Şekil-6: Ülke Gruplarının Göre KBMG Dolar (Atlas Method-SGP karşılaştırması)
Kaynak: World Bank Word Development Indicators database, World Bank list of Economis,
GNI per capital 2002- Atlas Method and PPP, july, ,2003.
Şekil-7 ve Şekil-8’ de ise daha spesifik olarak en yoksul ve en zengin 20 ülkede kişi
başına düşen GSMH rakamları aradaki uçurumu daha net görebilmek için verilmiştir.
Şekil-7: En Yoksul 20 Ülke (
SGP ile KBMH , Dolar )
Kaynak: WB, Word Development Indicators database, World Bank list of Economis, july, ,2003.
Şekil-8: En Zengin 20 Ülke (
SGP ile KBMH , Dolar )
Kaynak: World Bank Word Development
Indicators database, World Bank list of Economis, july, ,2003.
Tablo-2’de ise dünyada kişisel gelir dağılımı yönünden göreceli olarak eşitsizliğin
en kötü ve yine göreceli olarak en iyi olduğu on ülke ile Dünyada zengin ile yoksul arasındaki gelir eşitsizliğinin
göreceli olarak daha iyi olduğu başlıca on ülke gösterilmiştir.
Dünyada gelir dağılımında eşitsizliğin en kötü olduğu ülkelerde nüfusun
en alt yüzde 20’lik kısmının milli gelirden aldığı pay ile nüfusun en üst yüzde 20’lik
kısmının milli gelirden aldığı pay arasında ciddi bir uçurum bulunmaktadır. Örneğin, Guatemala’da en yoksul yüzde 20’lik kesimin milli gelirden aldığı
pay yüzde 2.1 iken, en zengin yüzde 20’lik kesimin milli gelirden aldığı pay yüzde 63 dür. Dünyada zengin
ile yoksul arasındaki gelir eşitsizliğinin göreceli olarak daha iyi olduğu ülkelerde en yoksul ile en
zengin arasında milli gelirden aldıkları pay oranı yönünden fark giderek kapanmaktadır. Örneğin,
Japonya’da en yoksul yüzde 20’lik kesimin milli gelirden aldığı pay yüzde 10.6 iken, en zengin
yüzde 20’lik nüfusun milli gelirden aldığı pay yüzde 35.7 dir. Bu oranlar tabloda yeralan diğer
ülkelerde de benzer durumdadır.
Tablo-2: GD Adaletsizliğinin En Kötü ve en İyi Olduğu10 ülke karşılaştırması
Kaynak:
World Bank, Development Report,s:282-284,2000-2001
Şekil-9’ da nüfusunun %49’ dan fazlası günde 1$’ ın altında yaşamak
zorunda olan 13 ülke ile bu kesimin ülke nüfuslarına oranı ve ülke nüfusları gösterilmiştir. Sadece bu
kesimin bile dünya nüfusunun %5,6’ nı oluşturması daha vahim tabloyu görmek için yeterlidir. İlaveten
nüfusunun %50’ den fazlasının günde 2 $’ ın altında yaşamak zorunda olan ülke sayısı
da 175 ülke arasında hiç küçümsenmeyecek sayıda, 40 kadar olduğu tespit edilmiştir.
Şekil-9: Yoksulluk Göstergesi (Veriler İnsani Gelişme Raporu WB-İstatistikleri CD-
ROM, 2003-2001 verileri ve WB Development Rapor, 2003-2002 verilerinden
yararlanılarak hazırlanmıştır.)
%
Milyon
Tablo-3’ de ise Şekil-9’ daki ülkeler için İnsani Gelişme Raporundan (WB, 2003.
Word Development Indicator CD-ROM, Washington.DC.) yararlanılarak elde edilen İnsani Gelişme ve GSMH endeksleri verilmiştir. Şekil-9 (Yoksulluk göstergesi şekli) ile bu endekslerin
bir bütünlük sergilediği görülmektedir. Karşılaştırma açısından endekslerin ülke gruplarına
göre ortalama değerleri tablo sonunda verilmiştir. Yine aynı tabloda Türkiye’ nin İnsani Gelişme
ve GSMH endeksi sırasıyla 0.734 ve 0.68 olarak gösterilmiştir. En yüksek İnsani Gelişme Endeksine
0.944 ile Norveç sahipken Luksenbourg’ da 1.00 ile en yüksek GSMH endeksine sahiptir. Ayrıca Ek-1’ de veri
elde edilebilen ülkelerin %10 ve %20 nüfus dilimlerinin milli gelirden aldıkları pay ve gini katsayıları
ile kişisel gelir dağılımları verilmiştir.
Tablo-3: Karşılaştırmalı İnsani Gelişme
ve GSMH Endeksi
(Tablo
İnsani Gelişme Raporu, 2003 - Word Development Indicator CD-ROM, Washington.DC. 2003-2001 verilerinden yararlanılarak
hazırlanmıştır.)
Nufusunu %49’dan
Fazlası
Aşırı Yoksul Ülkeler |
İnsani Gelişme Endeksi |
GSMH Endeksi |
Nicaragua |
,64 |
,53 |
Uganda |
,48 |
,45 |
Madagascar |
,46 |
,35 |
Gambia |
,46 |
,50 |
Nigeria |
,46 |
,36 |
Zambia |
,38 |
,34 |
Afrika |
,36 |
,43 |
Ethiopia |
,35 |
,35 |
Burundi |
,33 |
,32 |
Mali |
,33 |
,35 |
Burkina Faso |
,33 |
,40 |
Niger |
,29 |
,36 |
Sierra Leon |
,27 |
,26 |
ÜLKE GRUPLARI
(Gelirlerine göre) |
|
|
Düşük Gelirli |
,56 |
,52 |
Orta Gelirli |
,74 |
,67 |
Yüksek Gelirli |
,93 |
,93 |
TÜRKİYE |
,73 |
,68 |
DÜNYA ORT. |
,72 |
,72 |
YOKSULLUK VE
YOKSULLUKLA MÜCADELE STRATEJİLERİ:
Gelir dağılımı, belirli bir yoksulluk sınırı altında kalan kişi
ya da hane halkının dağılımından daha ziyade nüfusun tümüne ait dağılımı
belirlediği için yoksulluktan daha geniş bir kavramdır. Ancak, gelir dağılımı ve yoksulluk
birbirleriyle yakından alakalı kavramlardır. Belirli bir gelir düzeyinde gelir dağılımındaki
eşitsizlik ne kadar artarsa yoksulluk içinde yaşayan kişilerin oranı da o ölçüde artar. Bu nedenle gelir
dağılımı adaletsizliğinİ belirleyen temel faktörler incelendiğinde aynı zamanda yoksulluğun
belirleyicileri de ele alınmış olur.
3.1.
Gelir Dağılımını Belirleyen Faktörler
Doğal ya da insan yapımı afet ve felaketlerin belirli kişi ve gruplar üzerinde geçici bir süre
için açlık, kıtlık ve yoksulluğa neden olan etkileri bir yana bırakılırsa gelir dağılımı ve yoksulluk üzerinde önemli etkilere sahip olan faktörleri dört ana başlık
altında toplamak mümkündür: yapısal faktörler, sosyal norm ve düzenlemeler ile kamu politikaları. Burada yapısal faktörler ile sosyal norm ve düzenlemeler
ele alınacak kamu politikaları ise ayrı bir başlık altında incelenecektir.
3.1.1.
Yapısal Faktörler
Gelir dağılımını belirleyen faktörler birincil dağılımı belirleyen
faktörler ve ikincil dağılımı belirleyen faktörler olmak üzere iki ana başlık altında da
toplanabilir. Burada piyasa sürecinin oluşturduğu gelir dağılımını belirleyen unsurlar
üzerinde durulacaktır.
3.1.1.1.
Emek Piyasasında Arz-Talep Dengesi
Tam rekabet koşulları altında kişilerin elde ettikleri kazançlarındaki değişiklikler
arz-talep dengesi neticesinde belirlenir. Belirli bir emeğin gerçekleştirdiği hizmete olan talep arza göre
daha fazla artarsa o emek grubundakilerin elde ettikleri gelirler artar; aksi halde ise azalır. İşgücü, kalifiye olan ve olmayan işgücü olarak kabaca iki grup altında toplanabilir.
Kalifiye olma, eğitim süreci boyunca elde edilen yetenek ve beceriler, çalışma yaşamı boyunca edinilen
tecrübeler ve yapılan işle alakalı özel yetenekler şeklinde değerlendirilebilir. Kalifiye olan ya
da olmayan işgücünün aldığı ücret verimlilikleri ile doğrudan alakalıdır. İşgücünün
verimliliği ise mevcut üretim teknolojisine ve bu işgücünün arzına bağlıdır.
Kalifiye işgücü arzında meydana gelen bir artış kalifiye işgücü ücretlerini aşağıya
doğru çekecek, kalifiye olmayan işgücü arzındaki bir düşüş ise kalifiye olmayan işgücü ücretlerini
artıracaktır. Her iki türden işgücünün talepleri arasındaki farklılıklar artarsa kalifiye işgücü
ücretlerinde ılımlı bir artış, kalifiye olmayan işgücü ücretlerinde ise bir azalma meydana gelir. Kalifiye işgücü talepte meydana gelen bu artışlar nedeniyle görece
daha fazla gelir elde edeceğinden gelir dağılımı zamanla kalifiye işgücü lehine değişecektir.
Kalifiye işgücü talebinin artmasına yol açan temel unsurlar üç ana başlık altında toplanabilir: globalleşme,
teknolojik değişim ve sanayi sektörünün görece ağırlığının ortadan kalkması.
3.1.1.2.
Üretim Faktörlerinin Dağılımı
Ulusal gelirin milli hasılanın üretimine katkıda bulunan üretim faktörlerine ödenen gelirlerin
toplamı olarak tanımlarsak üretim faktörlerine sahip olmayanların herhangi bir geliri elde etmeleri de söz
konusu olamaz. Başka bir ifadeyle, gelir elde etmenin temel koşulu üretim faktörlerine sahip olmak ve bunları
fiilen üretimde kullanmaktır. Ulusal gelirin, emek ve servet gelirlerinin toplamından oluştuğunu varsayarsak
gelir dağılımını belirleyen asli unsurların şunlar olduğunu görürüz: Emeğin dağılımı,
servetin dağılımı ve faktör fiyatları.
3.1.1.3.
Enflasyon ve İktisadi Krizler
İstikrarsız bir ekonominin göstergesi olan enflasyon gelir dağılımında eşitsizliğe
yol açan temel unsurlardan biridir. Sermaye gelirleriyle emek gelirleri arasında emek aleyhine dengesizliğe yol
açan en önemli araçlardan biri enflasyondur. Enflasyon, gelir dağılımı üzerinde lineer olmayan bir etkiye sahiptir: yüksek enflasyon
gelir dağılımındaki eşitsizliği önemli ölçüde artırır; ancak, enflasyon oranının
aşağı çekilmesi gelir dağılımında doğrudan doğruya bir iyileşmeye yol açmaz.
Öte yandan, enflasyon gelir dağılımı üzerinde tersine artan oranlı bir vergi ile benzer etkilere
sahiptir. Yüksek gelire sahip kesimler enflasyon karşısında genellikle kendilerini iyi koruyacak imkanlara
sahiplerken enflasyon sabit gelirli kişiler üzerinde son derece kötü etkilere sahiptir. Yüksek enflasyon, iktisadi krizlerin gelir dağılımı
üzerinde olumsuz etkilerin ortaya çıkmasına yol açtığı tek kanal değildir. İktisadi krizler,
milli paranın değer yitirmesi, işsiz kalma, iflas etme ve benzeri yollarla gelir dağılımını
olumsuz yönde etkilemektedir. Krizlerin ortaya çıkardığı iktisadi ve sosyal şokların olumsuz
etkilerini hafifleten veya ortadan kaldıran sosyal güvenlik ağlarının genellikle yetersiz olduğu
Gelişmekte Olan Ülkeler’ de iktisadi krizlerin etkisi daha fazla olmaktadır. Bu durumda emekçiler üç seçenekle
karşı karşıya kalmaktadırlar: daha düşük bir ücreti kabul etme, enformel sektöre kayma veya
işsiz kalma. Her üç halde de gelir dağılımı olumsuz yönde etkilenmektedir. Bu tip krizler sonrası
en fazla etkilenen kesimler en marjinal durumda olanlardır: işsizler, yaşlılar ve yoksullar. İktisadi krizleri ortadan kaldırmak için uygulamaya
konulan istikrar ve uyum programları da gelir dağılımı üzerinde olumsuz etkilere sahiptir. Zira,
bu programlar kişilerin tüketimlerinin azalmasına yol açan daraltıcı para ve maliye politikalarını
yürürlüğe koyarlar. Öte yandan, milli paranın değer yitirmesi reel ücretleri baskı altına alır.
Çalışan kesimler, bir yandan ücretlerin dondurulması, istihdam olanaklarının kısıtlanması
ve ücret dışındaki menfaatlerdeki kesintilerden etkilenirken; diğer yandan, sübvansiyonların kamuya
olan yükünün azaltılması ve kamu açıklarının kapatılması amacıyla kamu kesimince üretilen
mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki artışla yüz yüze kalırlar. Sonuçta, bu tip uygulamalar gelir dağılımındaki
eşitsizliği doğal olarak artırır.
3.1.1.4.
Eğitim Düzeyi
Geçmişte tarım kesiminin ekonomide ağırlıklı bir yere sahip olduğu bir
çok Gelişmekte Olan Ülke’ de toprak sahibi olma gelir dağılımının en önemli belirleyicisi
konumundaydı. Günümüzde toprak artık önemli bir üretim faktörü değildir ve kentleşmenin, sanayileşmenin
ve hizmet üretiminin artması sonucu gelir dağılımındaki eşitsizliğin temel nedeni olma
özelliğini önemli ölçüde kaybetmiştir. Öte yandan, ekonomilerin gittikçe artan oranda dışa açılması
ve dış ticaret engellerinin önemli ölçüde azaltılması sonucu rekabetin artması ve şirketlerin
piyasalarda tekel oluşturma güçlerinin aşınması nedeniyle eşitsizlik unsuru olarak tekelleşme
de eski önemini sürdürememektedir.
Günümüzde beşeri sermaye en önemli üretim faktörü konumundadır. Eğitim alanındaki eşitsizlikler
gelir dağılımındaki eşitsizliklerin ortaya çıkmasına yol açan unsurların başında
gelmektedir. Arazi ve fiziki sermaye gibi üretim faktörlerinde herhangi bir kişinin sahip olabileceği miktar konusunda
herhangi bir sınır söz konusu değilken bir kişinin sahip olabileceği bilgi konusunda doğal bir
sınır bulunmaktadır. Bu nedenle, toplumun eğitim düzeyi arttıkça gelir dağılımındaki
eşitsizlik de o ölçüde azalma eğilimine girecektir.
3.1.2. Sosyal Norm ve Düzenlemeler
Gelir dağılımı ve yoksulluk üzerinde doğrudan ya da dolaylı yollardan etkide
bulunan çok sayıda sosyal norm ve düzenleme bulunmaktadır. Ülkeden ülkeye farklılıklar gösteren bu tip
norm ve düzenlemelerden gelir dağılımı üzerinde önemli etkilere sahip olanlar şunlardır: Kira sözleşmeleri:
Gayrimenkul mülkiyetinin küçük bir azınlık elinde yoğunlaştığı ve kiralar üzerinde kamusal
denetimin söz konusu olmadığı ülkelerde gelenekler kira sözleşmelerinde etkili olmaktadır ve özellikle
tarım arazilerinin kiralanmasında yaygın olarak uygulanan “yarılık sistemi” tarımsal
gelirlerin dağılımını belirlemede önemli bir role sahip olmaktadır. İş sözleşmeleri: Kore ve Japonya gibi Asya ülkelerinde çalışma yaşamındaki
gelenekler gereği işçiler yaşam boyu istihdam garantisi ile işe alınmakta ve iktisadi durgunluk dönemlerinde
bile işten çıkarılmamaktadır. Bu gelenek zımni ve hükümet dışı bir sosyal güvenlik
sistemini yürürlüğe koymakta ve gelir dağılımı üzerinde olumlu etkiler meydana getirmektedir. Evlilikle ilgili kurum ve normlar: Çeyizlerin değerini, eş seçimini, evlilik
masraflarını, evlilik yaşını, düğünde verilen hediyeleri belirleyen ve etkileyen gelenekler
gelir ve servetin dağılımı üzerinde çok önemli etkilere sahiptir. Zenginin zenginle yoksulun yoksulla
evlendiği ülkelerde gelir dağılımının uzun yıllar değişmeden kalma olasılığı
vardır. Modernleşme ve globalleşmenin bu gelenekler üzerinde meydana getirdiği değişimler gelir
dağılımını olumlu yönde etkileyecek niteliktedir. Miras ile alakalı kural ve gelenekler: Geleneksel toplumlarda beşeri sermayeye
kıyasla servet ve servetin miras yoluyla sonraki kuşaklara aktarılma biçimi gelir dağılımındaki
eşitsizliğin önemli bir belirleyicisidir. Bazı toplumlarda mal
ve mülkün yanı sıra “sosyal sermaye” de miras olarak sonraki kuşaklara aktarılabilmektedir.
Aile adı, bu adın itibar ve şöhreti, aile bağlantıları ve ailenin toplumdaki mevkii sosyal sermayeyi
oluşturmaktadır. Sosyal sermaye açısından avantajlı konumda olanlar daha yüksek gelir elde etme olanağına
sahip olabilmektedir.
Mevcut sosyal normlar kamusal karar ve düzenlemeler yoluyla değişebileceği gibi globalleşme
ve önemli iktisadi gelişmeler de bu normları değiştirebilir. Modernleşme emeğin mobilitesinin
artmasına yol açmaktadır. Bu durum ise evlilikle ilgili kurum ve normları değiştirmektedir. Evlilikte
mal ve mülk sahibi olma ve çeyizin değerli olması yerine beşeri sermayenin niteliği belirleyici olmaktadır.
Örneğin, iyi eğitimli kişiler yine iyi eğitimli olanlarla evlenmektedirler. Bu eğilim ise gelir dağılımındaki
eşitsizliğin azalmasına yol açan yeni normların oluşmasına katkıda bulunmaktadır
3.1.3. Globalleşme
Globalleşme olarak adlandırılan süreçte ülkeler dünya ekonomisine gittikçe daha fazla entegre
olmaktadırlar. Bu entegrasyonda mal ve hizmetlerin yanı sıra teknolojiler, finansal akımlar, doğrudan
yabancı sermaye yatırımları, göç eden emek, bilgi ve kültürel akımlar önemli göstergelerdir. Bu süreçle
birlikte sosyal ilişkiler, ulusal sınırlar, zaman ve mesafe gibi kısıtlamaların etkisinden uzakta
oluşmaktadır.
Globalleşme süreci, ticaretin ve yatırımın önündeki engellerin kaldırılması
sürecini de beraberinde getirmektedir. Bu eğilim uluslararası sınırları aşma yeteneğine
sahip olan gruplar lehine gelir dağılımını değiştirir. Sermaye sahipleri, yüksek vasıflı
işçiler ve kaynaklarını talebin en çok olduğu yerde arzetme imkanına sahip olan kesim bu gelişme
sonucunda refahını artırırken vasıfsız veya az vasıflı işçiler ile orta düzeydeki
yöneticilere yönelik talep daha esnek bir hale geldiğinden, başka bir ifadeyle, çalışan nüfusun geniş
katmanları tarafından sunulan hizmetler milli sınırlar ötesindeki insanlarca kolayca ikame edilebilir
bir hale geldiğinden, bu kesim refah kaybı ile karşı karşıya kalmaktadır. İşçilerin
ikame edilebilirliğinin artması, bu kesimi ücret dışı maliyetlerin daha büyükçe bir kısmını
üstlenmek, ücretler ve çalışma koşulları açısından daha büyük bir güvensizlik ve istikrarsızlık
ile karşı karşıya kalmak ve pazarlık güçlerinin azalması sonucunda daha düşük ücretler
ve ödenekler almak zorunda bırakmaktadır.
Globalleşme, hükümetlerin sosyal güvenlik sağlamasını gittikçe zorlaştırmaktadır.
Ekonomilerin dış ticarete açıklığıyla sosyal güvenlik talebi arasında pozitif bir korelasyon
bulunmaktadır. Ancak, yabancı yatırımcıları çekmek için dış ticarete yönelik korumacı
uygulamaları gevşetmek ve vergi rekabetine girişmek zorunda kalan hükümetlerin, vergi tabanında meydana
gelen erimeye bağlı olarak, vergi toplama yeteneklerinde azalma meydana gelir. bu durum ise hükümetlerin eğitim,
sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerini yerine getirmede güçlüklerle karşılaşmalarına yol açar.
Bu süreç, neticede, geniş halk kitlelerinin yoksullaşması ve yoksulluk riski ile karşı karşıya
kalmasına ve gelir dağılımının bozulmasına yol açar.
Globalleşme, genel olarak, istihdam olanaklarını artırmaktadır. Ancak düşük vasıflı
işçilerin refahını son derece olumsuz bir şekilde etkileyecek gelişmelere de yol açmaktadır.
Bu tip gelişmelere yol açacak iki gösterge bulunmaktadır. Bunlardan
birincisi vasıflara göre ücret farklarının genişlemesi; ikinci gösterge ise, emek piyasasının
gittikçe daha az istikrarlı ve daha az güvenilir bir hale gelmesidir. Sonuçta, kazançlar ve çalışma saatlerinde
daha yüksek kısa dönemli değişkenlikler ve vasıflı işçiler arasındaki eşitsizlikler
artmakta ve ortaya çıkan istikrarsızlık düşük vasıflı işçilerin yaşam standartlarının
kötüleşmesine yol açmaktadır. Geleneksel sektörlerde işlerini kaybedenlerin büyüyen ve gelişen sektörlerde
iş bulabilmeleri mümkün olsa da bu ancak vasıflı işçiler için güçlü bir ihtimaldir. Öte yandan, istihdam
coğrafi ve sektörel açıdan yoğunlaşmışsa özellikle vasıfsız işçilerin iş
bulabilme imkanı azalır ve bu durum yoksulluk ve eşitsizliği artırabilir. Globalleşme, dış ticareti ve dolayısıyla iktisadi büyümeyi artırır.
İktisadi büyümenin artması ile birlikte iç ve dış piyasalara erişim olanağı artacağından
verimlilik ve elde edilen ortalama gelir artar; ancak, gelir elde etme olanaklarının yetersizliği nedeniyle
yoksul kesim bu artıştan diğerleri kadar yararlanamaz. Bu nedenle globalleşme, hem yurt içinde hem de
ülkelerarasındaki gelir farklılıklarını artırabilir.
Globalleşme, iyi yönetilirse bu süreç sonucunda yaratılan servet ve gelir imkanları milyonlarca
yoksulun bu durumdan kurtulmasına imkan sağlayabilir. Kötü yönetilmesi halinde ise marjinalleşme ve güçsüzlük
ile yoksulluk ve gelir eşitsizliğini artırabilir.
3.1.4. Teknolojik ve Organizasyonel
Değişim
Teknolojik gelişme ve değişim kalifiye işgücünün verimliliğinde artışlara
yol açacağı için bu türden işgücünün lehine sonuçlar doğurur. Yalnızca kalifiye işgücü teknolojik
gelişmelerden avantaj elde etme olanağına sahiptir. Yaygın teknolojik değişiklikler kalifiye
olmayan işgücünü olumsuz yönde etkileyebilmektedir.
Sanayileşmiş ülkelerde örgütsel anlamda bir devrim söz konusudur. Bu değişimin asıl
unsurlarını üretimin, işin, ürün dizaynının, planlamanın ve şirketlerdeki otoritenin örgütlenmesindeki
değişiklikler meydana getirmektedir. Örgütsel değişimler de gelir dağılımının
yapısı üzerinde etkili olmaktadır. Örgütsel değişime yol açan temel faktörler şunlardır:
Fiziki sermayede meydana gelen değişim: Son zamanlarda fiziki sermayede,
bu tip sermayeye sahip olanların gelir dağılımını kendi lehlerine çevirmelerine yol açacak,
önemli bir değişim söz konusudur. Çok amaçlı makineler, programlanabilir imalat ekipmanları, bilgisayar
destekli dizayn ve imalat gibi yenilikler farklılaşmış ürünlerin kitlesel düzeyde ve daha az maliyetle
üretilebilmesini sağlamaktadır. Makinelerin çok boyutlu görevleri ifa edebilmeleri ve daha yetenekli bir hale gelmeleri
bu makineleri kullananların da daha yetenekli olmasını gerektirmekte ve bu tip yeteneklere sahip olan çalışanlara
avantaj sağlamaktadır. Enformasyon teknolojisindeki değişim:
Enformasyon teknolojisinde son zamanlarda meydana gelen değişiklikler bilgiyi yöneticilerden işçilere, firmalardan
tedarikçilere ve üreticilerden tüketicilere doğru aktarmaktadır. Günümüzde
bir çok yönetici ve işçi dizayn sorunları, üretimdeki darboğazlar, girdilerin tedariki, müşteri talepleri
ve diğer bir çok iş açısından daha fazla ve tam zamanında bilgi sahibidir. Üretimde rol alan unsurlar
içerisinde üst düzey yöneticilerin dışında kalanların daha fazla ve daha değerli bilgilere sahip
olma olanaklarının artması ikinci grubun elde ettiği gelirleri artırmakta ve gelir dağılımını
olumlu yönde etkilemektedir. Beşeri sermayedeki değişim: Eğitim
ve öğretim sistemlerinin gelişmesi ve genç neslin daha iyi bir eğitim görmeye başlaması kalifiye
işgücü arzını tedricen artırmaktadır. İyi eğitim belirli bir alanda uzmanlaşmayı
artırmanın yanı sıra belirli ürünlerin üretiminde daha üretken ve beceri sahibi olmayı gerektirdiği
için daha iyi eğitim almış kişilerin gelirleri artmaktadır. İşçi
ve tüketicilerin tercihlerindeki değişim: İnsanlar beceri düzeyi daha yüksek ve çok yönlü bir beşeri
sermayeye sahip olunca çalışma yaşamlarındaki tercihlerinde değişiklikler meydana gelmektedir.
Eğitimli işçiler, eski tip tekrara dayanan sıkıntı verici meslekler yerine inisiyatif alabilecekleri,
yaratıcılıklarını gösterebilecekleri ve karar alma yetkisine sahip olabilecekleri değişken
yapıdaki işleri tercih etmektedirler. Tüketicilerin ürün çeşitliliğine
önem vermeleri ve tüketici tercihlerine dayalı standart ve seri üretim olmayan ürünlerin üretilmesi zorunluluğu
bu tercihi güçlendirmekte ve örgütsel yapıyı değişime zorlamaktadır. Çok yönlü beceriye sahip olan
ve bu becerilerini uygulamaya koyma imkanına sahip olan çalışanlar daha fazla gelir elde etme olanağına
sahip olmaktadırlar.
Örgütsel değişim, çalışma hayatında gerekli olan becerileri yeniden tanımlamaktadır.
Yeni yapıda, kalifiye olmak çeşitli görevleri çok boyutlu olarak yapabilmeyi, yeni görevleri çabucak kavramayı,
diğer çalışanlarla iletişim kurma yeteneğine sahip olmayı, sorumluluk ve karar verme yeteneğine
sahip olmayı ve değişen müşteri ihtiyaçlarına cevap vermede inisiyatif alabilmeyi gerektirmektedir.
Özetle söylersek, örgütsel değişim farklı nitelikte bir işgücü talep etmektedir. Bu niteliğe sahip
olanların kazançları diğerlerine göre artmaktadır.
3.2. Kalkınma Teorileri Çerçevesinde Gelir Dağılımı
Ve Yoksulluk
İktisadi büyüme, yoksulluğun ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin
azaltılmasında gerekli unsurlardan biridir. Yoksul ülkelerin büyük bir kısmı yoksulluktan kurtulmalarını
sağlayacak bir iktisadi büyümeyi sürdürülebilir bir çerçevede gerçekleştirememektedirler. Klasik model, yoksul ülkeleri
mevcut durumlarından kurtarmak için sermaye birikiminin artırılarak emek verimliliğinin yükseltilmesi,
teknolojik gelişmelerden yararlanarak ekonominin tümünde verimliliğin artırılması ve nüfus artış
hızının azaltılması gerektiğini ileri sürer. Ancak, yoksul ülkelerde bu hedeflere ulaşmayı
önleyen ciddi engeller bulunmaktadır. Bu tip ülkelerde, gelir düzeyi düşüktür, eğitim ve sağlık hizmetleri yetersizdir, gelir
dağılımındaki eşitsizlik yüksektir ve genel olarak yaşam standardı düşüktür; verimlilik
düşüktür; nüfus artış oranı ve işsizlik oldukça yüksektir; ülke ekonomisinde tarım kesiminin
payı yüksektir; ihracat tarım, petrol, orman ürünleri ve hammaddeler gibi temel ihraç ürünlerine dayalıdır
ve nihayet uluslararası ilişkilerde bağımlılık, etki altında kalma ve yüksek bir riske
maruz kalma temel özelliktir.
Yoksul ülkelerin kalkınma problemlerinin nedenlerini ortaya koyan ve bu ülkelerin yoksulluktan kurtulmaları
konusunda çözüm üreten belli başlı teoriler dört ana başlık altında incelenebilirler: ekonomik büyüme
aşamaları modeli, yapısal değişim teorileri, bağımlılık yaklaşımı
ve neo-klasik yaklaşım.
3.2..1.
Ekonomik Büyüme Aşamaları Modeli
Bu modele göre iktisadi kalkınma süreci birbirini takip eden bir dizi aşamadan meydana gelir. Model, Gelişmekte
Olan Ülkelerin Gelişmiş Ülkelerin daha önce izledikleri lineer iktisadi büyüme çizgisini takip etmeleri gerektiğini
varsayar. Ülkelerin gelişmeleri için ekonomileri kalkınma yolunda bir dizi aşamadan geçmek durumundadır.
Ülkelerin gelişmelerinde birbirini izleyen beş aşama bulunmaktadır: i.Geleneksel toplum, ii.Kalkışa hazırlık, iii. Kalkış, iv. Gelişen topluma
geçiş ve v.Olgunluk.
Birinci aşamada, üretim tekniğinin son derece geri olduğu, işbölümünün sınırlı olduğu,
piyasa mekanizmasının tam anlamıyla oluşmadığı, iktisadi egemenliğin büyük toprak
sahiplerinin elinde bulunduğu ve ekonomide tarım kesiminin ağırlıklı bir yere sahip olduğu
bir yapı söz konusudur. Gelir düzeyi son derece düşük olduğundan halkın büyük bir kesimi tasarruf yapamamaktadır.
Tasarrufta bulunan kesimler ise geniş halk yığınlarının yararına olacak alanlarda bu tasarruflarını
değerlendirmediklerinden iktisadi yapı varlığını sürdürmektedir.
İkinci aşamada, iktisadi kalkınmanın başlaması için ülkelerin bazı ön koşulları
yerine getirmeleri gerekmektedir. Ülkeler, girişim potansiyeli yüksek bir orta sınıf geliştirmek, sosyal
sermaye birikimini artırmak, eğitimli bir nüfus meydana getirmek, maddi alt yapıyı geliştirmek ve
iktisadi kalkınmanın önünü açacak bir yasal sistemi oluşturmak zorundadırlar. Üçüncü aşamada, kalkınma süreci süreklilik göstermeye başlar. Bu aşamada yabancı
ve yurtiçi tasarrufların harekete geçirilip iktisadi büyümeyi hızlandırmak için üretken yatırım oranının
yeterli bir düzeye yükseltilmesi ve hızla gelişen birden fazla temel imalat sanayii dalının kurulması
gereklidir.
Dördüncü aşamada, modern teknoloji kullanımının ve kitlesel üretim tarzının yaygınlaşması
ile birlikte sanayi sektörü ekonomideki en önemli sektör haline gelir.
Son aşamada, ekonomi olgunluk dönemindedir; toplum ise artık bir “refah toplumu” dur. Kişi
başına gelir düzeyi artmış ve gelir dağılımı iyileşmiştir. İmalat sanayiinde yatırım mallarının oranı artmış ve ekonomi teknoloji
ihraç eder hale gelmiştir. Devlet, artık “sosyal refah devleti” dir ve artan gelirlerin büyük bir kısmını
toplumun refah ve güvenliğini artıracak harcamalara yöneltebilmektedir .
3.2.2.
Yapısal Değişim Teorileri
Yapısal değişim teorileri, Gelişmekte Olan Ülkelerin iktisadi yapılarının
geçimlik tarım ekonomisinden sanayi ekonomisine dönüştürme mekanizması üzerinde dururlar ve bu dönüşüm
sürecini tanımlamak için neo-klasik fiyat ve kaynak dağılımı teorisini temel alırlar. Bu teorilerin
en çok tanınan yaklaşımlarından biri olan A. Lewis’in “İki Sektörlü Emek Fazlası”
yaklaşımına göre gelişmemiş ekonomi iki sektörden meydana gelir: Geleneksel, marjinal emek verimliliği
sıfır olan, aşırı kalabalık nüfusa sahip geçimlik tarım kesimi ya da başka bir ifadeyle,
tarım kesimindeki mevcut üretimi düşürmeksizin bu kesimden sanayi kesimine emeğin aktarılabileceği
emek fazlasına sahip kesim ve geleneksel kesimden emeğin transfer edilebildiği verimliliği yüksek modern
kentli kesim. Bu yaklaşımın odak noktasını tarım kesimindeki emek fazlasını sanayi
kesimine transfer etme aşaması ve bu aşamanın sonucunda verimliliği yüksek olan sanayi kesiminde
üretim ve istihdamın artması süreci oluşturur. Üretimdeki bu artışın hızı ise, modern
sektördeki yatırım hızı ve sermaye birikim oranı tarafından belirlenecektir. Emeğin tarım
kesiminden sanayi kesimine transfer edilebilmesi için sanayi kesimindeki ücret düzeyinin sabit olduğu ve tarımdaki
geçimlik ücret düzeyinden yüksek olması varsayılmaktadır. Verimliliği yüksek olan modern kesim tarım
kesimindeki emek gücü fazlasının transferini sağladığı ölçüde daha fazla üretim gerçekleşecek
ve kapitalistlerin tüm karlarını yeniden yatırıma kanalize edeceği varsayımı altında,
fazla üretimden sağlanan karlar yatırımların artmasına yol açacak ve böylece emeğin transferi
ve üretimin artması sürecine devamlılık kazandıracaktır. Bu
süreç kırsal kesimdeki emek fazlası modern kesim tarafından absorbe edilene kadar sürer. Başka bir ifadeyle,
bu transfer kırsal kesimde tarımsal arazi-emek gücü oranının düşmesi sonucu tarım kesimindeki
emeğin marjinal üretiminin sıfır olmayacağı, yani emek transferinin gıda ve yiyecek üretiminde
kayıplara yol açacağı ana dek sürecektir. Bu süreç sürdüğü ölçüde ülkeler iktisadi büyüme ve kalkınma
aşamasında olacak ve iktisadi kalkınmanın etkinliği ölçüsünde yoksulluk zamanla azalacaktır. Bu yaklaşımın bazı varsayımları Gelişmekte Olan
Ülkelerin koşullarına uymamaktadır.
Lewis modelinin aksine büyüme aişamaları teorisinde yatırım ve tasarruflar iktisadi
kalkınmanın gerekli ama yeterli koşulu değildir. Geleneksel yapıdan modern yapıya geçişte
sermaye birikimine ek olarak ülkenin ekonomik yapısında birbiriyle bağlantılı bir dizi değişikliğin
gerçekleşmesi gereklidir. bu yapısal değişiklikler, üretim alanındaki transformasyonu, tüketici taleplerinin
niteliğindeki değişiklikler, uluslararası ticaretin yapısındaki değişiklikler, kaynak
kullanımındaki değişiklikler ile kentleşme ve nüfus artışı gibi faktörleri içerir. Gelişmekte Olan ülkeler arasındaki kalkınmışlık farkları kaynak yoğunluğu,
ülkelerin büyüklüğü ve nüfus gibi iktisadi faktörler ile sermaye, teknoloji ve uluslararası ticarete erişim
kabiliyeti gibi faktörlerden kaynaklanır. Yeterli iktisadi kaynağa erişebilen, yeterli büyüklüğe ve nüfusa
sahip olan ve sermaye, teknoloji ve dış ticarete erişim potansiyeli yüksek olan ülkeler hızla kalkınır
ve yoksulluğu azaltabilirler.
3.2.3.
Bağımlılık Yaklaşımı
Marksist teoriden ve Lenin’in Emperyalizm teorisinden etkilenen bağımlılık teorisine
göre Üçüncü Dünya ülkelerinin azgelişmişliği kapitalist sistemin dünya gelir dağılımında
yol açtığı eşitsizliğin sonucudur. Kapitalist yayılma azgelişmiş ülkelerde kapitalist
gelişmeye uygun koşulları yaratmaz. Tam aksine zengin kapitalist ülkelerin varlığını ve
zenginliğini sürdürecek koşulları, yani azgelişmişliğin koşullarını yaratır.
Kapitalist sistem Gelişmiş ülkeler ile azgelişmiş ülkeler arasında eşit olmayan güç ilişkilerinin
söz konusu olduğu bir uluslararası iktisadi ve politik sistem meydana getirir ve bu sistem yoksul ülkelerin kendi
kendilerine yetmelerini ve bağımsız olmalarını engeller. Gelişmekte Olan Ülkelerde temel çıkarları
kapitalist zengin ülkelerin çıkarları ile uyumlu olan bazı gruplar (büyük toprak sahipleri, komprador kesim,
askeri bürokratlar, kamu görevlileri ve sendikalar) yüksek gelire, yüksek bir sosyal statüye ve siyasi güce sahiptir. Bu gruplar, ya çok uluslu şirketler, uluslararası yardım kuruluşları
ve uluslararası mali kurumlar (Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, v.b.) tarafından yönlendirilir ve
desteklenir veya bunlara hizmet ederler. Bu gruplar, geniş halk kesimlerinin lehine olan reform çabalarını
engellerler ve yürüttükleri faaliyetlerle halkın yaşam standardını düşürür ve azgelişmişliğin
sürmesine yardımcı olurlar.
Neo-Marksist, Neo-Kolonyal görüşe Üçüncü Dünya ülkelerinde yoksulluğun süregelmesini zengin Kuzey
ülkelerinin politikalarına ve bu ülkelerde halkının çıkarları yerine Kuzey ülkelerinin temsilcisi
gibi davranarak zengin kapitalist ülkelerin çıkarlarını koruyan güçlü elit-komprador grupların varlıklarına
bağlar. Dolayısıyla bu görüşlere göre yoksulluğun önlenebilmesi ve azgelişmiş ülkelerin
Kuzey ülkeleri ve onların müttefiki konumunda bulunan yerli baskı ve çıkar gruplarının tahakkümünden
kurtulabilmelesi için devrimci mücadelelerin sürdürülmesi veya en azından kapitalist sistemin yeniden yapılandırılması
gereklidir.
Üçüncü Dünya ülkelerinin azgelişmişliğini dışsal faktörlere dayandıran ve
gelişmiş ülkelerin rolüne atıfta bulunan diğer modeller; Yanlış Paradigma Modeli (False Paradigm Model) ve İkili-Kalkınma Teorisi (Dualistic-Development Theory) dir.
3.2.4.
Neo-Klasik Yaklaşım
Neo-klasikler, rekabetçi bir serbest piyasa ekonomisinin çalışması ve gelişmesine ve
kamu iktisadi işletmelerinin özelleştirilmesine olanak tanıyarak; serbest ticareti ve ihracatı teşvik
ederek, yabancı sermayeyi destekleyerek, kamusal regülasyonların yol açtığı ve piyasalarda mevcut
olan sağmaları ortadan kaldırarak hem iktisadi etkinliğin hem de iktisadi büyümenin artırılabileceğini
ileri sürerler. Neo-klasiklere göre, üçüncü dünyanın geri kalmışlığının nedenleri arasında
birinci dünyanın faaliyetlerinin (bağımlılık teorisinin varsayımı) yanı sıra
kamu ekonomisinin büyüklüğü ve verimsizliği ve yozlaşma gibi faktörler (içsel faktörler) yer alır. Gerekli olan uluslararası kapitalist sistemin reformu değildir; tam aksine,
geri kalmış ülkelerin iç bünyelerinde ortaya çıkan ve kalkınmayı önemli ölçüde engelleyen içsel faktörlerin
olumsuz etkilerinin azaltılması ve serbest piyasa ekonomisinin teşvik edilmesidir.
Neo-klasik serbest piyasa teorisinin dayanak noktalarından birisi de ulusal piyasaların serbestleştirilmesinin
yurtiçi ve yabancı yatırımları ve dolayısıyla sermaye birikimini artıracağı varsayımıdır.
Geleneksel neo-klasik büyüme modelleri tasarruflara büyük önem veren Harrod-Domar ve Solow modellerinin bir devamıdır.
Harrod-Domar modeline göre her ülke eskiyen sermaye mallarının yenilenmesi için ulusal gelirinin bir kısmını
tasarruf etmek ve büyüyebilmek için sermaye stokuna yeni ilavelerde bulunmak, yani yeni yatırımlar yapmak zorundadır.
Modele göre gayri safi yurt içi hasıladaki büyüme hızı ( ΔY / Y . ) tasarruf oranı (S) ile sermaye-çıktı
oranı (K)’na bağlıdır ( ΔY / Y = S / K ). Başka bir ifade ile ulusal gelirdeki büyüme
oranı tasarruf oranı ile pozitif ve sermaye-çıktı oranı ile negatif yönde ilişkilidir. Buna göre geleneksel neo-klasik büyüme modellerinde milli gelirdeki artışlar
üç faktörden kaynaklanır: (1) Emeğin miktar (nüfus artışı) ve kalitesindeki (eğitim) artışlar;
(2) Yatırım ve tasarrufların artması yoluyla sermaye birikimindeki artışlar ve (3) teknolojideki
gelişme ve iyileşmeler.
Yeni büyüme teorileri (Endojen büyüme teorisi) de geleneksel teoride olduğu gibi geri kalmış
ülkelerde hızlı bir iktisadi büyümenin sağlanması açısından tasarrufların sahip olduğu
öneme işaret eder. Ancak geleneksel teoriden farklı olan bazı noktalar bulunmaktadır: (1) Ulusal büyüme
oranları, tasarruf oranı ve teknolojik düzeye bağlıdır ve ülkeler arasında farklılıklar
gösterir; (2) Aynı tasarruf oranına sahip olsalar da sermaye yoksulu ülkelerin zengin ülkeleri yakalama şansları
yoktur. Bu nedenle durgunluğun söz konusu olduğu bir ülke ile daha zengin olan ülkeler arasındaki gelir açığı
artar ve (3) Gelişmiş ve geri kalmış ülkeler arasındaki eşitsizliklerin en önemli kaynaklarından
birisi gelişmiş ülkelerin daha fazla yararlandıkları sermaye akımlarıdır. Bu teorilere
göre geri kalmış ülkelerin düşük sermaye-emek oranı nedeniyle ortaya çıkan yüksek getiriye dayalı
avantajları bu ülkelerde beşeri sermaye, altyapı ve araştırma-geliştirme gibi tamamlayıcı
yatırımların yetersiz olması nedeniyle ortadan kalkmaktadır.
3.3.
Yoksulluğun
Nedenleri ve Mücadele Stratejileri
Yoksulluğun bir değil pek çok nedeni bulunmaktadır. Yoksulluk, fazla üretememeden ve aynı
zamanda üretilen değerler karşılığında elde edilen değerlerin bireyler arasında, bölgeler
arasında, sektörler arasında vs. adil bir şekilde paylaşılamamasından kaynaklanır. İlk
olarak, fazla üretim yapamamanın nedenlerini incelemek gerekir. En başta iklim ve doğa koşulları
yönünden bazı ülkeler ya da bazı ülkeler içinde bazı bölgeler daha fazla üretme kapasitesinden yoksun olabilirler.
Bu durumda o ülkede ya da bölgede yaşayan insanlar ister istemez daha yoksul olurlar. Hızlı nüfus artışı,
bir yandan ülkelerin daha fazla üretim yapmalarına imkan sağlarken, öte yandan ülkelerin daha fazla tüketmelerine
de neden olur. Üstelik, iklim ve doğal koşulları açısından çok iyi konumda bulunmayan ülke ya da
ülke içindeki bölgelerde hızlı nüfus artışı mevcutsa, bu takdirde yoksullaşma kaçınılmaz
olur. Yoksulluğun kaynakları arasında şu faktörleri de sayabiliriz:
Adaletsiz vergi sistemi,
Yüksek faiz ve rant ekonomisi,
Doğal afetler,
Çalışamayacak durumda olan özürlü sayısının fazla olması,
Bireyler arasındaki yetenek farklılıkları,
Miras yoluyla elde edilen gelirler,
Piyasada tekelleşmenin olması,
Devlet teşvikleri,
Enflasyon, İşsizlik vs.
Bir ülkede fazla üretim yapılamaması aynı zamanda devlet müdahalesi ile de yakından
alakalıdır. Devlet müdahalesinin fazla olduğu ülkelerde bireylerin ekonomik faaliyetlerde bulunmaları
doğrudan ve/veya dolaylı olarak sınırlanmış olur. Örneğin; vergi oranlarının
yüksek olduğu bir ülkede bireylerin çalışma ve yatırım yapma arzuları olumsuz olarak etkilenir.
Aynı şekilde, devletin borçlanma yoluyla ekonomiye müdahalede bulunduğu ekonomilerde, ister istemez rant ekonomisi
ortaya çıkar ve bu üretim ekonomisinin daralmasına neden olur. Devletin teşvik politikasını araç
olarak kullanarak ekonomiye müdahale etmesi halinde de yine belirli kesimler lobicilik yoluyla haksız teşvikler
alarak zengin olabilirler. Önemle belirtelim ki, yoksulluk ve gelir dağılımındaki adaletsizlik sorununun
çözümlenmesi konusunda devletin rolünün ne olması gerektiği iktisatçılar arasında her zaman tartışma
konusu olmuştur. Sosyal refah devletini savunanlar ile liberal devlet felsefesini savunanlar yoksulluk sorununun çözümüne
farklı açılardan bakmaktadırlar.
3.3.1.
Müdahaleci Devlet ve Gelirin Yeniden Dağılımı
Sosyal refah devleti taraftarları devletin maliye politikası araçlarını yani vergi ve harcama politikalarını
etkin bir şekilde kullanarak yoksulluk sorununu çözebileceğini savunmaktadırlar. Yoksullukla mücadelede refah
devletinin çözüm önerilerini şu şekilde sıralayabiliriz:
Vergi Politikası Önerileri:
Negatif gelir vergisi uygulanmalı,
Artan oranlı vergi tarifesi uygulanmalı,
Servet vergilerine ağırlık verilmeli,
Ücretlilerin en az geçim indirimi dahilindeki gelirleri vergi dışında bırakılmalı
(asgari ücret vergi dışında bırakılmalı),
Gelir vergisi uygulamasında ücretliler için özel indirim uygulanmalı (ayırma ilkesi.),
Kamu Harcamaları Politikası:
Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetleri devlet tarafından bedava sunulmalı,
Bölgeler arasındaki dengesizliklerin azaltılması için devlet bu bölgelerde kamu yatırım
harcamalarını artırmalı,
Tam istihdamı sağlamaya yönelik kamu harcamaları artırılmalı,
Tarım kesimine sübvansiyonlar verilmeli; tarımsal destekleme alımları politikası
uygulanmalı,
Esnaf ve sanatkarlara yönelik teşvikler sağlanmalı,
İşsizlik sigortası oluşturulmalı,
Yoksullara direkt parasal yardımlar yapılmalı,
İşsizlere yönelik bilgi ve beceri kazandırma kursları açılmalı,
Toprak reformu ile yoksul vatandaşlara arazi ve arsalar dağıtılmalı.
Bu saylan önerileri daha da geliştirmemiz ve sınıflandırma yapmamız mümkündür.
Özet olarak, müdahaleci devlet taraftarları gelir dağılımı ve yoksulluk sorununun çözümünde devlete
önemli görev düştüğü görüşündedirler ve ikincil gelir dağılımı politikalarıyla (gelirin
yeniden dağılımı politikaları) sorunun çözümleneceği inancındadırlar.
3.3.2.
Liberal Devlet Perspektifinden GD ve Yoksulluk Sorunu
Liberal devlet taraftarları müdahaleci devlet anlayışını savunanlardan farklı
olarak devletin yoksulluk sorununun çözümü değil, çoğu zaman kaynağı olduğu görüşündedirler.
Liberallere göre yoksullukla mücadelede sosyal refah devletinin sonuçları; hizmetlerde kalitesizlik, israf, savurganlık,
verimsizlik, ağır vergi yükü dolayısıyla düşük yatırım ve işsizlik vs. sorunlardır.
Liberal iktisatçılar yoksulluğu azaltmaya yönelik yeniden-dağıtıcı maliye
politikalarının önemli sosyal maliyetlerinin olduğuna dikkat çekmektedirler. Liberal iktisatçılardan Robert
Higgs “Gelirin Yeniden Dağıtımının İhmal Edilen 19 Sonucu” başlığını
taşıyan makalesinde yoksullara yapılan transferlerin toplumu daha da yoksullaştırdığını
belirtmektedir. Higgs, makalesinin sonuç bölümünde ise şu görüşlerini ifade etmektedir: “İronik bir şekilde, tam anlamıyla hükümetin yüzlerce farklı programla geliri yeniden dağıtmakla
meşgul olduğu bir transfer toplumunda, bireyler çok nadir olarak daha iyi bir konuma gelir. Transfer toplumunda
bireyler vergi ödemekten de vazgeçerler...Transfer toplumunda, genel toplum sadece daha fakir değil daha az mutlu, daha
az özerk, daha kinci ve daha politize bir hale gelir. Bireyler çok daha az gönüllü toplumsal faaliyetlerde ve çok daha sık
politik mücadelelerde yer alırlar. Bireyler yeniden dağıtımı öngören politikaların zehirli atmosferinde
nefes alamazlar. Daha da önemlisi, hükümetine gelirini çok geniş bir yelpazede yeniden dağıtma izni veren bir
toplum kaçınılmaz olarak özgürlüğünden çok şeyi feda etmek zorunda kalır...Sonuç olarak, farkına
varılmalıdır ki bazıları konuya merhametin kurumsallaştırılması olarak yaklaşsa
da, transfer toplumu gerçek erdemin değerini düşürür. Hükümetin zorlamasıyla gelirin yeniden dağıtımı
hırsızlığın bir çeşididir. Transfer harcamalarının yapılmasını savunanlar
demokratik prosedürlerin ona yasallığını verdiğini iddia ederek temel karakterini gizlemeye çalışırlar,
ancak bu doğrulama aldatıcıdır. İster bir tek hırsız tarafından, isterse de birlikte
hareket eden 100 milyon tanesi tarafından gerçekleştirilsin, hırsızlık hırsızlıktır
ve hırsızlığın kurumsallaşması üzerine bir toplum inşa etmek imkansızdır.”
Liberallerin yoksulluğun ortadan kaldırılmasına yönelik görüş ve önerilerini özet
ile sıralarsak:
Piyasa ekonomisi güçlendirilerek üretim artırılmalı; böylece işsizliğin azaltılması
amaçlanmalı,
Düşük vergi oranları ile üretimin artırılması amaçlanmalı; böylece işsizliğin
azaltılması ve bireylerin gelirlerinin ve refah düzeyinin artırılması sağlanmalı,
Zorunlu özel sosyal güvenlik sistemi uygulanmalı; devlet sadece primini ödeyemeyecek durumda olanların
primlerini karşılamalı,
Zorunlu özel sağlık sigortası sistemi uygulanmalı; devlet sadece primini ödeyemeyecek
durumda olanların primlerini karşılamalı,
Özel eğitim kurumları güçlendirilmeli; eğitimin bedelini ödeyemeyecek durumda olanların
harçları devlet tarafından karşılanmalı veya yoksul öğrencilere karşılıksız
veya uzun vadeli düşük faizli burs sağlanmalı,
Devlet hiçbir sektöre ve kesime direkt parasal yardım yapmamalı, İşsizlik sigortası
kaldırılmalı,
Bireylerin bilgi ve becerileri geliştirilerek, nitelikli işgücü haline getirilmeli.
3.4.
Yoksullukla Mücadele ve Negatif Gelir Vergisi
Yoksullukla mücadele, çeşitli yollarla kişilere asgari bir gelir sağlamayı ve onları
sosyal ve iktisadi risklerden korumayı amaçlayan refah programlarının yetersizliğini gündeme getirmektedir.
Yoksul kesime verilen yardımlar bir çok ülkede son derece yetersizdir. Yoksulların çoğu kamu yardım programlarından
yararlanma hakkını elde edememektedir. Bu hakkı elde eden bir çok yoksul ise bu programlardan yararlanamamaktadır
zira yardım almaya hak kazananları tespit edebilmek için çok fazla prosedür bulunmakta ve bazen yoksulların
onurunu incitici uygulamalara rastlanmaktadır. Öte yandan, çalışan yoksullar genellikle bu tip programların
kapsamı dışında kalmaktadır.
Negatif Gelir Vergisi ( NGV ), refah programların yerine ikame edilebilecek basit, kapsamlı ve yoksulluk sınırı altında
kalan herkese ülkesinin zenginliği ölçüsünde bir mali desteği garanti eden bir sistem önermektedir.
3.4.1.
NGV’ nin Tarihçesi
George Stigler, 1946 yılında, yoksulluğun azaltılmasında verimliliğin azalmasına
ve ekonomide sapmalara yol açan asgari ücret uygulaması yerine gelirleri düşük olan kişilere belirli bir gelir
seviyesinin altında ödemenin yapılacağı bir gelir vergisi önerdi. Negatif Gelir Vergisi (NGV) olarak bilinen bu kavram Milton Friedman 1962 yılında “Capitalism and Freedom” adlı
kitabında yeniden gündeme getirdi. Friedman, yoksulluğun azaltılmasında “tamamen mekanik bir temele
dayanan” NGV’ni önerir’. Friedman’a göre kapsamlı bir nakdi gelir desteği olan ve pozitif gelir vergisi ile bağlantılı
olarak uygulamaya konulan bir NGV, karmaşık ve çok fazla sayıda spesifik programın yer aldığı
mevcut refah sistemlerinin yerini alacak bir mali araçtır. Negatif Gelir Vergisi, çeşitli mahzurlara sahip mevcut refah
programlarının bir kısmını, transferleri ve yardımları kaldırıp bunların
yerine daha homojen, daha iyi şahsileştiği için geliri yeniden dağıtıcı ve yoksulluğu
azaltmada daha etkin olabileceği varsayılan bir mali garantiler sistemi olarak aralarında Milton Friedman,
Robert Lampman, Robert Theobald ve James Tobin’in de yer aldığı bir grup iktisatçı tarafından
önerilmiştir. Bu vergi 1974 yılında OECD tarafından üye ülkelere önerilmiş, ABD ve İngiltere’de
pilot proje olarak uygulanmış; ancak, 1980’li yıllarda NGV’ne olan destek giderek azalmıştır.
Friedman’a göre “NGV programının uygulamaya konulması başlangıçta bir hayaldir. Bu fikri
engelleyen ideolojik, siyasi ve mali nitelikte çok fazla sayıda çıkar çevresi bulunmaktadır”. Son zamanlarda,
NGV, aralarında Block ve Manza, Dawkins ve Freebairn ve Keating ve Lamber gibi iktisatçılar tarafından yeniden gündeme getirilmektedir.
3.4.2. NGV Teorisi
Yoksulluğu azaltmayı ve gelir dağılımındaki eşitsizliği düzeltmeyi
amaçlayan sosyal politika ve programların ortak bir takım sakıncaları bulunmaktadır: Öncelikle, bu
tip uygulamalar, yüksek maliyete sahiptir, piyasa mekanizmasının işleyişini bozucu niteliktedir, kişilere
tanınan avantajlar benzer hukuki durumları nedeniyle tanındığı ve kişilerin içinde bulundukları
ekonomik eşitsizliklerin dayanak olarak alınmasına daha az önem verildiği için gelir dağıtıcı
nitelikleri zayıftır ve enflasyonist etkileri yüksektir. İkinci olarak, sosyal programların ihtiyacı olan herkesi kapsaması gereklidir. Mevcut uygulamaların
çoğu ihtiyacın varlığının yanı sıra muhtaç durumdaki kişilerin bu programlardan
yararlanmaları için haklı bir gerekçeye –hastalık, yaşlılık, sakatlık, özür v.b.-
sahip olmalarını da gerekli gördükleri için yoksul ve muhtaç durumda olan bir çok kişi bu uygulamalardan yararlanamamaktadır.
Öte yandan, kimlerin kamu yardımlarına ihtiyaç duyduğu, kişi ve hane halkının durumu dikkate
alınarak objektif bir şekilde de belirlenmemektedir. Keza bu tip uygulamalar çoğunlukla nakdi nitelikte değildirler
ve gıda, konut ve sağlık gibi belirli bir alanda harcanması şartına bağlı olarak kişi
ve hane halkına verilmektedirler. Bu durum ise subjektif yoksulluğun azaltılmasını engellemektedir.
Nihayet mevcut refah program ve uygulamaları kişilerin kendi çabalarıyla yaşam standartlarını
yükseltmelerine olanak tanıyan vergilerin azaltılması türü teşvik uygulamalarından da yoksundurlar. Negatif Gelir Vergisi, “toplumsal olarak minimum kabul edilen
gelirin altında geliri olan herkese para yardımı yaparak minimum geliri garanti eden bir tekniktir”.
Bir başka ifadeyle, Negatif Gelir Vergisi mükelleflerin belirli bir gelir seviyesinin (açlık sınırı
veya yoksulluk sınırı) üzerindeki gelirlerini vergiye tabi tutarken bu seviyenin altında gelire sahip
olan kişilere bu düzeydeki geliri garanti edecek şekilde nakdi yardım yapılmasını sağlayan
bir mali araçtır. Negatif Gelir Vergisi gelir bölüşümü daha adil bir hale getirmeyi ve belirli bir gelir düzeyinde
vergiyi negatif yaparak yoksullukla mücadeleyi amaçlayan bir politika aracıdır. Henderson, NGV’ni “garanti
edilmiş asgari gelir” (GAG) olarak tanımlar. Bu kavram, vergi
ve transferleri, pozitif vergilemenin başladığı “başabaş” seviyesi çerçevesinde
tanımlamaz; tam aksine, vergileme sınırının olmadığını ve kazanılan ilk
Liradan itibaren vergilemenin söz konusu olduğunu kabul eder. Aşağıdaki tabloda basit bir NGV örneği
yer almaktadır.
Tablo- 4: Kuramsal Bir Negatif Gelir Vergisi
Kişisel
Gelir |
Vergiye Tabi
Gelir |
Vergi Oranı |
Vergi |
Vergi Sonrası
Gelir |
0 |
-900 |
%50 |
-450 |
450 |
150 |
-750 |
%50 |
-375 |
525 |
300 |
-600 |
%50 |
-300 |
600 |
600 |
-300 |
%50 |
-150 |
750 |
900 |
0 |
%50 |
0 |
900 |
1300 |
400 |
%50 |
200 |
1100 |
1600 |
700 |
%50 |
350 |
1250 |
Milyon TL.
Negatif Gelir Vergisini simgeleyen yukarıdaki tabloda vergileme sınırını oluşturan
gelir düzeyi aylık olarak 900 milyon TL olarak belirlenmiştir. Vergi oranı vergileme sınırının
üstünde ve altında kalan gelir düzeyleri için % 50 olarak tespit edilmiştir. İlk sütunda kişisel gelir
yer almaktadır. İkinci sütunda yer alan vergiye tabi gelir kişisel gelirden vergileme sınırını
oluşturan tutarın (900 milyon TL) çıkarılması ile elde edilmektedir. Vergi matrahı pozitif ise
hesaplanan vergi devlete ödenir; negatifse hesaplanan miktar kadar devlet negatif vergi öder. Son sütun, vergi sonrası
geliri (kişisel gelir artı/eksi vergi alacağı/borcu) meydana getirir.
Tablo-5’ de NGV’nin bir başka türü olan GAG temsil edilmektedir . İlk sütunda kişilere
ödenen aylık GAG yer almaktadır. İkinci sütun kişisel geliri, üçüncü sütun ise toplam geliri (GAG + kişisel
gelir) oluşturmaktadır. Son sütun vergi sonrası geliri (toplam gelir x vergi oranı) meydana getirmektedir.
Her iki tablodan da görülebileceği gibi kişisel geliri aynı olan kişilerin ödeyeceği vergi (vergi
sonrası gelir) her iki yöntemde de aynıdır. NGV, yoksulluk sınırı
altında bir gelir düzeyine sahip olan yoksul kesimin gelirini artırmak ve vergi adaletini sağlamak amacına
ulaşmak için üç temel unsuru bünyesinde barındırır: i. Garanti edilmiş asgari gelir (ailenin geliri ve birey sayısına göre değişir), ii.
Gelire göre vergi oranı ve iii. Negatif gelir vergisinin sona erdiği ve pozitif vergilemenin başladığı
gelirin başabaş seviyesi.
Tablo- 5: Garanti Edilmiş Asgari Gelir
Garanti Edilmiş
Asgari Gelir |
Kişisel
Gelir |
Toplam Gelir |
Vergi Oranı |
Vergi Sonrası
Gelir |
900 |
0 |
900 |
%50 |
450 |
900 |
150 |
1050 |
%50 |
525 |
900 |
300 |
1200 |
%50 |
600 |
900 |
600 |
1500 |
%50 |
750 |
900 |
900 |
1800 |
%50 |
900 |
900 |
1300 |
2200 |
%50 |
1100 |
900 |
1600 |
2500 |
%50 |
1250 |
Buna göre, (G) garanti edilmiş yıllık veya aylık asgari geliri, (B) başabaş
gelir seviyesini ve (O) NGV oranını göstermek koşuluyla bu değişkenler arasındaki ilişki
şu şekilde gösterilebilir: G= O x B, O = G / B ve B = G / O
Garanti edilmiş asgari gelir için açlık sınırı ile yoksulluk sınırı
arasında kalan bir tutar seçilebilir. NGV oranı ekonominin içinde bulunduğu şart ve imkanlar ile siyasi
tercih ve kararlara dayanmak ve garanti edilmiş asgari gelirin devlete yüklediği maliyeti telafi edecek bir düzeyde
olmak zorundadır.
NGV önerilerinin çok sayıda çeşidi bulunmaktadır. Kuramsal bir NGV için yukarıda yer
alan tabloda önerilen veriler NGV diyagramını izah etmede kullanılabilir. Şekil-10 ‘da ayda asgari
450 milyon TL’lik bir mali yardım, 900 milyon TL yoksulluk sınırı ve % 50 marjinal vergi oranına
dayalı basit bir NGV önerisi yer almaktadır. Öneri, dört kişilik bir aileye aylık bazda asgari (açlık
sınırı ile yoksulluk sınırı arasında) gelir düzeyi sağlamaktır. Buradaki amaç
kişi ve hane halkının kendi başına geçimini sağlayabilme yeteneğini ortadan kaldırmaksızın
bu gelir miktarını (en az 450 milyon TL) sağlamaktır. Sistemde
mali yardımla vergi birleştirilmektedir. Buna göre garanti edilen asgari gelir düzeyinin üzerinde bulunan bir başa
baş düzeyde hane halkı ne devletten mali yardım alacak ne de vergi ödeyecektir. Başa baş düzeyinin
(A noktası: 900 milyon TL) altında gelire sahip hane halkına devlet mali destekte bulunacaktır, yani bu
düzeyde gelire sahip olanlar devlete negatif vergi ödeyeceklerdir. Bu düzeyin üzerinde gelir elde edenler ise devlete pozitif
vergi ödeyeceklerdir.
Şekil -10: Negatif Gelir Vergisi (Basit Bir Model)
Kaynak: Lipsey, Steiner ve
Purvis (1987), s.437.
Şekil-11’de başabaş düzeyinin üzerindeki gelir düzeyinde artan oranlı bir pozitif
vergilemenin söz konusu olduğu bir NGV modeli yer almaktadır. Modelde iki çocuklu bir aile için yoksulluk sınırının
aylık bazda 900 milyon TL ve başabaş düzeyinin 1 200 milyon TL olduğu varsayılmaktadır. Buna
göre X bölgesi NGV’nden yapılan transferleri, OADB eğrisi ise başabaş düzeyinin üzerinde artan oranlı
pozitif vergileme sonucu oluşan dağılımı (ikincil dağılım) göstermektedir. Aylık
geliri 1 200 milyon TL’nin altında olan aileler pozitif vergilemeye tabi değildir. Bu miktarı aşan
gelirler, büyüklüklerine göre artan oranlı bir vergilemeye tabidir. Toplam vergi, yukarıdaki şekile göre OABD
eğrisi ile 45 derecelik açıyı gösteren hat (birincil dağılım) arasındaki alan kadardır.
Modelde hiç geliri olmayan bir aile aylık 450 milyon TL vergi geliri elde edecektir. Elde edilen garanti edilmiş
asgari gelir aile geliri arttıkça artacak ve aile geliri başabaş düzeyinin altında kaldığı
sürece gelir transferinden faydalanacaktır.
Şekil-11: Negatif Gelir Vergisi (Karma Model)
Kaynak: Kabasakal (1975), s.185.
NGV
önerilerinin en önemli özelliklerinden birisi vergi ve transfer politikalarını hem çalışan hem de çalışmayan
yoksul kesimi korumak için kullanabilmesidir. Herhangi bir kişi işini
kaybederse NGV işsizlik sigortası ile aynı işlevi görür. Öte
yandan, çalışan ancak kendisini ve bakmakla yükümlü olduğu hane halkı üyelerini yoksulluktan kurtaracak
düzeyde bir gelire sahip olmayan kişilere asgari düzeyde de olsa karşılıksız bir transferde bulunur.
NGV, yoksulların asgari gelir düzeyine ulaşmalarını, yoksulların onurlarını kıracak
şekilde değil; bu kesimi kamu görevlileriyle muhatap etmeden daha insani bir yolla gerçekleştirmektedir. Üstelik,
yoksulluğu, diğer birçok yardım programlarının potansiyel bir ikamesi olarak, çok daha az bir idari
maliyetle ve bir çok refah programında olan sayısız istisnalar ve bürokratik işlemler olmaksızın
önlemektedir.
NGV, mevcut refah program ve uygulamalarının tümüne alternatif olabilecek kadar kapsamlı;
ancak, aynı ölçüde de basit bir sistemdir. Gerçekleştirilmek istenen amaçlara göre çok fazla sayıda NGV modeli
oluşturulabilir. Friedman, pozitif vergi yapısının değişmediği, pozitif vergileme sınırının
ve politikaların mevcut şekliyle uygulanmaya devam edeceği ve NGV oranının % 50 olacağı
bir NGV önermektedir. Bu vergi uygulamaya girdiğinde mevcut refah programları gereği yardım alan bazı kişiler
bu yardımlardan faydalanamayacaktır. Bazı NGV modelleri, asgari gelir düzeyleri konusundaki farklı alternatiflerin
siyasi karar alma mekanizmasının onayına sunulmasını önerirken diğerleri pozitif vergi oranında
değişiklik yapılmasını ve tüm vergi mükelleflerinin aynı vergi oranına tabi tutulmasını
(düz oranlı vergi) ve bu uygulamanın negatif vergileme ile bütünleştirilmesi gerektiğini ileri sürmektedir.
Diğer bir alternatif ise NGV’ nin farklı oranlara sahip olmasıdır. Vergileme sınırının
altında farklı vergi oranlarının uygulanması mümkün olmakla birlikte yaygın görüş bu düzeyin
altında tek bir NGV oranının bulunması yönündedir.
3.4.2.
NGV Avantajları ve Dezavantajları
NGV’ nin sahip olduğu avantajlar yoksulluğun azaltılmasında sahip olduğu
varsayılan başarısı ile alternatif refah politikalarına kıyasla daha az maliyetli bir araç olmasında
saklıdır. Herhangi bir NGV uygulamasının yoksulluğu azaltma yönündeki başarısı büyük
ölçüde vergi mükelleflerinin sisteme sahip çıkmalarına ve vergi ödeme konusundaki samimiyetlerine bağlıdır.
NGV, yardıma en fazla ihtiyaç duyan kişilere destek olur ve bu kesimin başa baş seviyesi (açlık sınırı
ile yoksulluk sınırı arasında belirlenir) civarında bir gelire sahip olmalarını sağlar.
Bu NGV’nin asgari ücret ve çalışma piyasası ile ilgili diğer politikalara kıyasla üstün olduğu
tek alan değildir. Yoksul olmayan hane halkının çok büyük bir kısmını kapsamına alan asgari
ücret uygulaması “aşırı kör bir politika aracıdır”. Asgari ücretin aksine NGV, yalnızca en fazla ihtiyaç duyan yoksul kesime vergi sübvansiyonu sağlar.
Kişi ve hane halkının sahip olduğu varlık ve serveti tespit etmeye çalışmadan herkese fon
tahsisinin yapılması daha kapsamlı bir sosyal güvenlik ağından herkesin yararlandırılması
anlamına gelir ve bu tahsisatın önemli bir düzeye ulaşması halinde mutlak yoksulluğun önemli düzeyde
azaltılması mümkün olur. Friedman, toplumsal birlik ve bütünlüğün
önemini vurgulayarak önerdiği NGV’nin toplumun kamu fonlarına katkıda bulunanlar ve bu fonlardan destek
alanlar olmak üzere iki sınıfa bölünmesini önleyeceğini ileri sürer. Bunun yanı sıra NGV, yaşlı, hasta, özürlü veya başka bir şekilde dezavantajlı
durumda bulunan kişilere yapılan ödemelerde hiç bir ayrımcılık yapmaz; tam aksine, nedeni ne olursa
olsun yetersiz gelire sahip olmak sistemden yararlanmak için geçerli sebeptir. Dolayısıyla NGV, sahip olunan etnisite
ve özürlü olmak gibi ikincil ve keyfi gerekçeler yerine yoksulluğa yol açan tek bir faktörü, yani yetersiz geliri hedef
alır. Öte yandan, bu sistemde NGV’nin yol açtığı refahın mükelleflere yüklediği maliyet
de açık ve belirlidir.
NGV, çalışma piyasasına yönelik mevcut programlarla çalışan yoksullara sağlanan
desteğin aynısını temin etmeyi amaçlayan bir mali araçtır. NGV, çalışma piyasasında
hali hazırda uygulanan asgari ücret gibi katı uygulamaların yerine kullanılabilir. NGV, nominal ücretlerin
dondurulmasına ve enflasyona gerek duyulmaksızın reel işgücü maliyetlerinin azalmasına yol açacağı
için düşük ücretlerle çalışan kesimin gelirlerini azaltmaksızın daha fazla istihdamın yaratılmasını
sağlayacaktır.
NGV’nin mevcut pozitif vergi sistemine entegre edilmesi halinde uygulama maliyetleri azaltılırken
sistemin basitliği artırılabilir. Refah program ve uygulamalarını idare eden geniş hacimli bürokrasi
vergi-transfer politikalarını çekip çeviren bir vergi idaresi ile yer değiştirir. Bilgi alış-verişine
yönelik ölçek ekonomisinin oluşması nedeniyle kamu politikalarının etkinliği artar ve denetimin güçlü
olması koşuluyla, herkes vergi beyannamesini doldurmakla yükümlü olacağından muhtemelen vergi kayıp
ve kaçağını da azaltır. Çok fazla sayıda ve karmaşık yapıdaki refah program ve uygulamalarının
yerini basit bir sistem alır ve idari maliyetlerin azalmasının yanı sıra refahın etkin ve tam
olarak dağıtılmasını sağlar.
Negatif Gelir Vergisinin en önemli dezavantajı kısıtlı iktisadi kaynaklarla en fazla
muhtaç durumda olanlara yeterli düzeyde bir gelir sağlamak amacı ile maliyetlerin ve çalışma şevk
ve isteği konusundaki muhtemel olumsuz etkilerin asgari düzeye indirilmesi amacı arasında ortaya çıkabilecek
çatışma ile bağlantılıdır. Amaçlar arasındaki bu tip çatışmalar kaçınılmazdır.
Zorluk, aynı anda, en fazla muhtaç durumda olanlara yeterli bir gelir düzeyini sağlarken refah ödemelerinin mevcut
düzeyinin korunması ve marjinal vergi oranının düşük tutulmasına çalışılması
halinde ortaya çıkar. Bu problemin çözülmesi için ya marjinal vergi oranlarının artırılması
veya sistemden yararlananlara daha az destek sağlanması gereklidir. Ortaya çıkan maliyetin vergi mükelleflerine
yüklenilmesi durumunda artan vergiler çalışma şevk ve isteğini muhtemelen azaltacaktır. Bu ise tasarruf
ve yatırımların azalmasına yol açabileceği için iktisadi büyüme yavaşlayacak ve istihdam olanakları
azalacaktır.
NGV’nin uygulanması sırasında ortaya çıkabilecek muhtemel sorunlar şunlardır:
NGV uygulamasında esas alınan birim ailedir. Ancak, aile tanımı üzerinde uzlaşma
söz konusu değildir. Genel olarak anne, baba ve iki çocuktan oluşan çekirdek ailenin temel alınması öngörülmektedir.
Bu modele uymayan aile tanımlarının (çocuksuz aileler, tek ebeveynli aileler, ayrı yaşayan çiftler,
v.b.) sisteme nasıl dahil edileceği belli değildir.
Başabaş seviyesini belirlemek ve bunu aile ile ilişkilendirmek için herkesin üzerinde uzlaşabileceği
objektif bir ölçüt bulmak son derece zordur. Benzer bir şekilde aile büyüklüğü
ile NGV transferi arasındaki bağlantıyı tesis edecek objektif bir ölçüt geliştirmek kolay değildir.
Kayıtdışı ekonominin büyük olduğu ve beyan sisteminin iyi işlemediği
ülkelerde gayri safi gelirin belirlenmesinde büyük güçlüklerle karşılaşılabilir.
Aile gelirinin belirlenmesinde yıllık esasın kabul edilmesi durumunda NGV transferine hak
kazanan aileler bu gelirden bir yıl mahrum kalacakları için sistemden beklenen yarar azalacaktır. Aylık
esasın kabulü halinde ise programın maliyeti artacağından kamu bütçesi ve maliyesi üzerinde çeşitli
olumsuz yansımalar ortaya çıkacaktır.
NGV, hali hazırda sosyal güvenlik sistemleri ve refah programları yeterli olmayan ülkeler için
yoksulluğun azaltılmasına yönelik iyi bir öneri olabilir. Ancak,
bu açıdan belli bir mesafe kaydeden ülkelerde NGV ile sağlanan transferlerin mevcut programlarla yoksul kesime sağlanan
transferlerden daha fazla olmaması halinde sistemin uygulamaya konulması kamuoyunun tepkisini çekecek ve uygulama
sınırlı kalacaktır.
NGV, kişisel gelirlerde artışa yol açtığı ölçüde çalışma şevk
ve isteğini azaltabilir.
NGV programlarının uygulanması önemli bazı teknik sorunların ortaya çıkmasına
yol açabileceği görüşü sadece NGV’ ne özgün problemler değildir ve büyük bir kısmı mevcut pozitif
vergileme sistemlerinde zaten mevcut olan sorunlardır. NGV’nin yol açacağı sorunlardan birisi de etkin
ve basit bir araç olması nedeniyle refah düzeylerini ziyadesiyle artırmak isteyenlerin yoğun bir şekilde
talepte bulunmalarına yol açma ihtimalidir. NGV, vergi yükünde ortaya çıkacak bir miktar artışın
yanı sıra sistemin genişlemesine yönelik baskıların yoğunlaşmasına da neden olacaktır.
SONUÇ MAHİYETİNDE GENEL BİR DEĞERLENDİRME
Yoksullukla mücadelede şüphesiz devlete önemli görevler düşmektedir. Ancak, dünyada yoksullara direkt parasal yardımlarda bulunmayı öngören “sosyal yardım
devleti” anlayışı artık önemini kaybetmiştir. Yoksulluğun
ortadan kaldırılması için paternalizm tarzı çözümler değerlendirilmemelidir. Yoksulluk, ancak uzun
vadede çözümlenebilecek bir sorun olarak düşünülmelidir. Bunun için de öncelikle piyasa ekonomisinin kurumsallaştırılması
gereklidir. Piyasa ekonomisinin sonuçları her zaman adil bir gelir dağılımı anlamına gelmez. Bununla birlikte, sosyal yardım devleti ve paternalizm anlayışı
dünyanın hiçbir yerinde yoksulluğa çözüm olmamış, aksine bireylerin daha tembel olmalarına ve iradi
işsizliği benimsemelerine neden olmuştur. Yoksulluk sorununun
ortadan kaldırılmasında ve azaltılmasında devlete düşen görevi iyi tanımlamak gerekir.
Devlet, ekonomide mevcut birincil gelir dağılımını düzeltmek için aktif olarak piyasa ekonomisine
müdahale etmeli midir? Gelir dağılımının düzeltilmesinde iradi iktisat politikaları uygulanmalı
mıdır? ve bu politikalar neler olmalıdır? İkincil gelir dağılımı politikalarının
sınırları nelerdir? Tüm dünyada devletin değişen rolü ve görevleri karşısında gelir
dağılımı ve yoksulluk sorunu ile mücadelede devletin rolünü yeniden tartışmak çok büyük önem
taşımaktadır. Burada mesaj niteliğinde üzerinde düşünülmesi
gereken: Devlet, bazı sorunların çözümü olduğu kadar, bazı sorunların da bizatihi kaynağıdır.
Gelir dağılımı ve yoksulluk sorunu konusunda da bu geçerlidir. Devlet müdahaleleri kimi zaman mevcut gelir
dağılımını ve yoksulluk sorununu daha da büyütebilir. Bu bakımdan gelir dağılımı
ve yoksullukla mücadelede optimal politikaların neler olması gerektiği konusunda daha fazla tartışılması
ve müdahalenin kapsamı ve sınırları üzerinde mutabakat gerektiği değerlendirilmektedir.
Çalışmanın kapsamı açısından, NGV de yoksulluk sınırı altında
gelire sahip olan ailelerin gelirlerini artıran ve artan gelirlerin kullanımındaki inisiyatifi tamamen kişi
ve/veya hane halkına bırakan bir sistem olması nedeniyle; Kişi ve hane halkının imkanlarını
artırarak yetersiz eğitim ve sağlık koşullarının ve dolaylı olarak yaşam standartlarının
düzelmesine ve beşeri sermayenin gelişmesine yol açtığı ölçüde yoksullukla mücadelenin etkin araçlarından
biri olmaya aday bir mali araç olarak değerlendirilmektedir.
K. Marx göre; i.azalan verimler kanununu kabul etmediği için rant ve kar arasında bir ayrıma
gitmemiştir, ii.emeğin arz fiyatının genel olarak bütün mallar cinsinden sabit olduğunu kabul eder,
iii.ücreti geçimlik düzeyde tutan kuvvet, emek arzının talebi aşması yani yedek işçi ordusudur, iv.sermaye
birikiminin nedeni, Ricardo’nun öngördüğünün aksine yüksek kar hadlerinin cazibesi değil kapitalistler arasındaki
rekabettir. Ayrıntı için bkz. Marx K., “Capital”, vol: 3, 1961, Foreign languges publishing House, Moscow.
Adalet kavramı çok farklı anlamlara
sahiptir (Erdoğan, 1994): Adalet, objektif bir durumu (toplumsal, ekonomik v.b.) değil de bireysel bir davranışı
niteleyen bir kavram olarak ele alınırsa bireylerin bir özelliği olarak adil olma veya adil davranma olarak
tanımlanabilir. Adalet kavramıyla kastedilen ikinci anlam, adil kuralların uygulanmasında tarafsızlık
ve yeknesaklık ( şekli-formel adalet)’tır. Ahlaki açıdan yalnızca bireylerin eylemleri adil
veya gayri adil olarak nitelenebileceğinden bir kuralın adil olabilmesi için bireylerin haklarını ve sözleşme
özgürlüğünü güvence altına alması ve kişiler arası ilişkilerde güç kullanımını
yasaklayan genel ve soyut bir yapıda olması gereklidir ( usuli adalet-kural adaleti). Negatif adalet olarak da adlandırılabilecek
bu görüş, toplumda üretilen değerlerin dağıtımı yoluyla belli bir amacın ya da durumun
gerçekleştirilmesini amaçlamaz. Ayrıntı için bkz. Erdoğan,M., “Özgürlük, Adalet ve Refah”,
1994, Türkiye Felsefe kurumu içinden, Adalet Kavramı, Ankara. Ayrıca Denkleştirici veya düzeltici adalet anlayışı,
hukuki ilişkilerde kişisel ve subjektif nitelikteki durumları dikkate almaksızın, taraf olanların
eşit muamele görmesini, örneğin zarar verenin neden olduğu zararı ödemesini veya suç işleyenin hak
ettiği cezayı çekmesini gerektirir. Dağıtıcı adalet ise, malların paylaştırılmasında
herkesin yeteneğine ve toplum içindeki konumuna göre kendine (payına) düşeni alması demektir Ayrıntı
için bkz. Güriz A.,”Adalet Kavramının belirsizliği”,1994, TFK içinde Adalet Kavramı, Ankara.
Dağıtıcı adalet teorileri sınırsız ihtiyaçlara karşılık sınırlı
arza sahip malların dağıtılmasını düzenleyen normatif nitelikte ve göreli eşitliğe
önem veren teorilerdir. Adaletin yanı sıra göreli eşitliğin tanımının yanı sıra
herkesin payının, hakkı olanın veya hak ettiğinin ne olduğu ya da neye göre belirleneceğinin
belirsizliği nedeniyle çok sayıda dağıtıcı adalet ilkeleri bulunmaktadır. Bu teoriler,
dağıtıma konu olan malların niteliğine (gelir, servet, olanaklar v.b.), dağıtımın
kimlere yönelik olarak yapıldığına (gerçek kişiler, grup ya da bölgeler, referans alınan sınıflar
v.b.) ve malların dağıtılmasında baz alınan temele (adalet, bireysel özellikler, serbest piyasa
kuralları v.b.) göre farklılıklar göstermektedirler (Stanford Encyclopedia of Philosophy, 2000)
Ayrıntı için bkz. Rawls, John, “A Theory of Justice” , s:302, 1971, Harvard, MA: Harvard Un. Press.
Tanzı, Vito, “Fundamental Determinants of Inequality and the Role of Government. ", s:98-178,
1998, December, IMF Working Paper.
Emeğin
dağılımı: Emeğin yetişkinler arasında dağılımında
adaletsizlikler bulunmaktadır. Bu eşitsizliğin temel nedenleri şunlardır. Kişisel kabiliyet farkları: Tüm insanlar farklı kabiliyetlere sahiptirler. Üstün kabiliyete sahip olan kişilerin gelir elde etme konusundaki maharetleri daha yüksektir. Hangi
kabiliyetlerin gelir elde etme başarısını artırdığı konusu tartışmalı
olmakla birlikte okulda ve eğitimde başarılı olmak, zeki olmak, girişimci ve yenilikçi bir ruha sahip
olmak ve sağlıklı olmak elde edilen gelirleri artıran nitelikler arasında en önemlileridir. Çalışma koşullarındaki farklılıklar: Bazı
kişiler daha fazla gelir elde etmek amacıyla gönüllü olarak daha fazla süre ile çalışabilirler veya bazı
meslek ve işlerde emek son derece önemli olabilir. Öte yandan, bazı işler diğerlerine kıyasla daha
tehlikeli veya istenmeyen işler olabilir. kişilerin bu tip işlerde
çalışmasını sağlamak için bazı teşvikler verilebilir.
Sonuçta, çalışma koşullarındaki bu tip farklılıklar elde edilen gelirlerde farklılığa
yol açabilir. Risk almadaki farklılıklar: Bir çok kişi parasını tehlikeli ve riski çok işlere yatırarak yüksek bir gelir elde
ederken diğerleri risk almaktan kaçınırlar. Bu durum da gelir farklılığının ortaya
çıkmasını sağlayan nedenlerden biridir. Alınan eğitimdeki farklılıklar. Beşeri sermayeye yapılan yatırımlar gelir
dağılımı eşitsizliğini azaltma konusunda son derece önemli bir role sahiptir. Eğitim düzeyi
kişiler arasındaki gelir farklılıklarının en önemli nedenlerinden birisidir. İş tecrübesi: Daha fazla tecrübeye sahip olan ve daha fazla kalifiye olan işçiler daha fazla gelir elde ederler. Şans: İnsanların kontrol edemedikleri bazı faktörler ve rastlantılar zengin ya da yoksul
olmalarına yol açabilir. Fırsat eşitliği ücret gelirlerinin eşitlenmesine olumlu katkı sağlayabilir
ancak fırsat eşitliği büyük ölçüde sağlansa bile emekçinin kişisel becerisi, yaşadığı
kent, işgücünün uzun ya da kısalığı, işinde tek adam oluşu ve benzeri nedenlerle ücret
gelirleri mutlak anlamda eşit olamaz. Eğitim yoluyla yüksek ücretli işkollarına ve mesleklere yönelik
emek arzının artırılması halinde ücretler arasındaki farklar azalabilir. Ancak yüksek ücretli
işler yüksek becerileri gerektirir ve bu becerileri elde etmek son derece zahmetli ve maliyetlidir. Bu nedenle arz yönünden
kısıtlamalar azaltılsa dahi farklı işlerin farklı vasıflarda emeği gerektirmesi ve
işgücünün aynı kalifiyeye sahip olmasındaki zorluklar nedeniyle emeğin vasfının dağılımında
eşitsizlikler var olmaya devam edecek ve emek gelirleri arasındaki eşitsizliği oluşturmaya devam
edeceklerdir. Uzun vadede eğitimde fırsat eşitliği ne kadar artarsa bu eşitsizlik de o ölçüde azalacaktır.
Servetin dağılımı: Servet dağılımı, tüketici
karar birimleri arasındaki gelir dağılımını da etkileyebilir. Zira, sahip olunan servet ve bu
servetlerden elde edilen gelirlerin mevcut dağılımı farklı kişi ve grupların elde edecekleri
gelirler arasında önemli farklılıkların oluşmasına yol açmaktadır. Üstelik servet dağılımı
vasıflı emek dağılımına kıyasla daha eşitsiz bir dağılımdır. Az
sayıdaki tüketici birimi özel servetlerin çok büyük bir kısmını elinde bulundurmaktadır. Bu durumun
en önemli nedenlerinden biri emeğin vasıflarının artırılabilmesi olanağı sınırlı
iken servet edinmenin sınırsız olmasıdır. İkinci olarak, gelirlerin tamamı çalışılarak
elde edilmemektedir. Gelir getiren servet önemli bir gelir kaynağıdır ve servetlerin büyük bir kısmı
miras olarak edinilmiştir. Miras olarak edinilen tek servet türü mali nitelikte olan servet değildir, beşeri
sermaye de miras olarak edinilir. Bu kalıtım yoluyla edinilen bir mirastır.
Aradaki bağlantı tam ve kesin olmasa da zeki ve yetenekli ebeveynlerin çocuklarının da zeki ve
yetenekli olma ihtimali yüksektir. Öte yandan, servet sahibi olan ve iyi yetişmiş ebeveynler çocuklarını
iyi yetiştirmekte ve onların iyi eğitim almalarını sağlamaktadırlar, yani mali servetlerinin
yanı sıra beşeri servetlerini de çocuklarına aktarmaktadırlar. Faktör
fiyatları: Faktör fiyatları ile kastedilen ücret, faiz, rant ve kar gibi üretim faktörleri fiyatlarıdır.
Faktörler düşük fiyatlı mesleklerden yüksek fiyatlı olanlara doğru hareket etme eğilimindedirler.
Fiyatların düşük olduğu sektörlerde arz edilen miktarlar azalacaktır ve neticede ortaya çıkan bu
eksiklik fiyatları yükselmeye zorlayacaktır. Fiyatların yükseldiği mesleklerdeki faktör arz miktarları
yükselecek ve sonuçta ortaya çıkan fazlalık faktör fiyatlarını azalma yönünde zorlayacaktır. Bu hareket
transfer için bir güdü kalmayana dek, yani faktör fiyatları eşitlenene kadar sürecektir. Faktör fiyat farklılıkları
iki farklı tipe ayrılabilir: Dinamik farklılıklar: Faktör fiyatlarında
meydana gelen bazı farklılıklar geçici bir dengesizlik durumu ortaya koyar. Bir endüstrinin büyümesi ve bir
başkasının küçülmesi durumunda ortaya çıkan bu tip farklılıklar faktörlerin yeniden dağılımına
yol açarlar ve bu yeniden dağılım bir süre sonra farklılıkları ortadan kaldıracak yönde
bir etkide bulunur. Bu sürecin ne kadar zaman alacağı faktörlerin bir endüstriden diğerine hareket kolaylığına,
yani faktör akışkanlık derecesine bağlıdır. Denge farklılıkları:
Bazı faktör fiyatı farklılıkları kendilerini ortadan kaldıracak kuvvetleri ortaya çıkarmaksızın
dengede kalmaya devam edebilirler. Denge farklılıkları faktörlerin kendi içlerindeki farklılıklara
(arazilerin veriminin farklı olması, emeğin yeteneğinin farklı olması), beceri elde etme maliyetindeki
farklılıklara ve farklı faktör kullanımlarının parasal olmayan avantajlarındaki farklılıklarla
alakalıdır. Hangi tür faktör fiyatı farklılığı
meydana gelirse gelsin, tüketici birimler arasındaki gelir dağılımını fiyatı değişen
faktörün lehine ya da aleyhine değiştirir. Ayrıntı için bkz. Baumol, William ve Alan Blınder, “Economics:
Principles and Policy”.Fourth Edition, s:830, 1998, Harcourt Brace Jovanovich
Bulır, Ales ve Anne-Marie Gulde
(1995), “Inflation and Income Distribution: Further Evidence on Empirical Links”, 1995, IMF Working Paper, WP/95/86,
August.
Todaro, Michael P., “Economic Development.”
, s:38, 1994, Fifth Edition, New York, Longman.
Üçüncü Dünya ülkelerinin geri kalmışlığı
uluslararası yardım kuruluşları, çok uluslu şirketler ve uluslararası mali kurumların uzmanlarının
yanlış ve önyargılı tavsiye ve yönlendirmelerinin bir sonucudur. Bu uzmanlar tarafından geri kalmış
ülkelere önerilen karmaşık kavramlar, teorik yapılar ve kalkınma modelleri bu ülkelerin yapısına
uygun değildir. Öneriler iyi niyetle yapılsa bile, tavsiye edilen politikalar, geleneksel sosyal yapının
(aşiretler, kastlar ve sosyal sınıfların yapısı) öneminin büyük olması, mülkiyetin eşitsiz
bir şekilde paylaşılması, yerel ve ulusal varlıklar üzerinde küçük bir azınlığın
ya da yerel elitlerin söz sahibi olmaları ve bu kesimin kredi ve diğer mali olanaklara erişme kabiliyetlerinin
yüksek olması gibi faktörler nedeniyle mevcut güç odaklarının çıkarlarına hizmet eder. Bu argümana
göre geri kalmış ülkelerin problemlerine çözüm bulması ümit edilen entellektüel kesim (öğretim üyeleri,
sendika yöneticileri, iktisatçılar, bürokratlar...) eğitimlerini büyük ölçüde Gelişmiş Ülkelerde tamamlamış
oldukları için kendi ülkelerinin koşullarına uymayan ve kendi halklarının çıkarına olmayan
teorik modelleri uygulamaya koyarlar ve bu nedenle sonuçta zengin kapitalist ülkelerin çıkarlarına hizmet ederler.
Bu argümana göre kalkınma ve yoksulluk sorunlarını etkin bir şekilde çözmek için gerçekten yararlı
olacak bilgilere sahip olmayan bu kesimin mevcut seçkinci politikalar ve kurumsal yapı ile çözüm üretmeleri mümkün değildir.
Geri kalmışlığı
ülke içi faktörler ile açıklamaya çalışan yapısal değişim teorilerinde de dışsal faktörlerle
açıklayan bağımlılık teorilerinde de ikili bir toplumsal yapı mevcuttur: zengin ülkeler-fakir
ülkeler. Az Gelişmiş Ülkeler zengin ülkeleri çevreleyen yoksul alanlardır. Bu teori, zengin ve yoksul ülkeler
arasında önemli düzeyde eşitsizliklerin olduğunu ve bu eşitsizliklerin zaman geçtikçe arttığını
ileri sürer. Bu teori üç unsuru ihtiva eder: (1) Ekonomilerde bir dizi sıt yapı ve koşul aynı anda yer
alabilir. Ülke içinde kırsal alanlar-kentsel alanlar yer alabilir; ekonomilerde geleneksel-modern üretim metotları
aynı zaman diliminde kullanılabilir; ülkede eğitimli ve zengin elitler varken aynı anda halkın büyük
bir kesimi yoksul ve eğitimsiz olabilir; dünya ekonomisinde zengin ve gelişmiş ülkelerle yoksul ve az gelişmiş
ülkeler aynı zaman diliminde bulunabilir; (2) Bu ikili yapı geçici değil, süreklidir. Başka bir ifadeyle
zengin ve yoksul ülkeler arasındaki eşitsizlik zamanla ortadan kalkacak tarihsel bir olay değildir ve (3) Zenginle
yoksul ülkeler arasındaki eşitsizlik ve farklar azalma yerine artma eğilimindedir. Örneğin, Gelişmiş
ülkelerdeki emek verimliliği diğer ülkelere kıyasla her geçen yıl daha fazla artmakta ve teknolojik açık
genişlemektedir. Bu görüşe göre, geri kalmış ülkelerde iktisadi kalkınmayı sağlayacak olan
modern sosyal ve ekonomik yapı geri kalmışlığın sürdürülmesine yol açan geleneksel yapıya
göre daha önemsiz ve küçük kaldığı sürece bu ülkelerin kalkınma sorunları devam edecektir.
Ayrıntı için bkz. Robert Higgs, “Nineteen Neglected Consequences of Income Redistribution”,
The Freeman,December, 1994., Çv: Ş.Ertekin, “Gelirin Yeniden Dağılımının İhmal Edilen
19 Nedeni”,
Frıedman, M., “Capitalism
and Freedom. Chicago”, 1962, s:191, The University of Chicago Press.
Frıedman, M., “An Economist’s
Protest, Illionis”, 1975, s:198-201, T.Horton Co,.
FRIEDMAN, M. ve R. FRIEDMAN (1980), “Free
to Choose”, 1980, s:120, A Personal Statement. New York: Harcourt Brace & Company.
Öncel, Türkan, “Gelirin Yeniden
Dağılım Politikası Aracı Olarak Negatif Gelir Vergisi”, 1982, s:5, Maliye Araştırma
Merkezi Konferansları. 28. Seri, 1981-82, İstanbul.
Öncel, Türkan, “Gelirin Yeniden Dağılım
Politikası Aracı Olarak Negatif Gelir Vergisi”, ss.1-14, 1982,
Maliye Araştırma Merkezi Konferansları. 28. Seri, 1981-82, İstanbul,
Tobın, James, Joseph A.
pechman ve Peter M. mıeszkowskı , “Is A Negative Income Tax Practical?”, ss.419-445, 1967, The Yale
Law Journal. Volume 77, Number 1, Nowember,
Kabasakal, Öner, “Gelir Dağılımını
Düzenleyen Bir Araç Olarak Negatif Gelir Vergisi”, ss.183-188, 1995, Yeni Türkiye. 1995/6.
Lıpsey, Richard G., Peter O. Steıner
ve Douglas D. Purvıs, “Economics.”, s:436, 1987, Eight Edition, New York: Harper.
Frıedman, M. ve R. Frıedman,
“Free to Choose: A Personal Statement.”, s:122, 1980, New York: Harcourt
Brace & Company.
Block, F. ve J. Manza, “Could We End Poverty in A Postindustrial Society?
The Case For A Progressive Negative Income Tax”, s:473-512, 1997, Politics
& Society. December, vol. 25, no. 4.
Oı, W. Y., “The Consequences
of Minimum Wage Legislation”, s:5-14, 1997, Insitute of Economic Affairs. June.
|